Bu ülkede her dönem çocuk olmak çok zordur. Zira Kurtuluş Savaşı ve sonrası da İkinci Dünya Savaşı yılları da çok partili döneme geçişle ülkenin hızla karanlığa sürüklendiği dönem de seksen darbesi zamanları da doksanlar da Yeni Türkiye’nin yirmi küsur yıldır inşa ettiği bitmek bilmez dönem de… Bu dönemlerin hepsini tek tek açmak, ne olup bittiği hakkında uzun uzun konuşmak mümkündür. Lakin ben doksanlarda çocuk olan, çocukluğunu doksanların enteresan yıllarında geçirmiş biri olarak merceğimi o yıllara çevirmek istiyorum. Tabii ki merceğin arkasında kimsenin değil o yıllarda çocuk olan benim gözüm, benim bakış açım var.
90’lar Türkiye’sine dair olan bant kaydımı hızlıca bir taradığımda ekrana gelen şeyler şöyle: Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar, kamyon, Susurluk, akşam 21.00’de açılıp kapanan ışıklar, sabahlara kadar izlenilen Siyaset Meydanı, Aczmendi Tarikatı, Müslüm Gündüz, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Kaddafi, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık!” veya “Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor!” sloganları, 28 Şubat, Medyum Memiş, enfes Türkçe pop şarkıları, magazin kavgaları ve daha nicesi… Kimini büyüklerimin kendi arasındaki konuşmalarından az çok anlamlandırabilsem de çoğunu pek anlamlandıramadığım yıllar.
Çocuk aklımla işin içinden çıkamadığım ama çok da fazla soru sorup dikkat çekmek istemediğim için tek yaptığım gözlemlemekti. Lakin bazen bu gözlemlerim küçücük dünyam için fazlasıyla ağır olmuştu. Örneğin; okulda öğrendiğim “Atatürk ölmedi, yüreğimde yaşıyor. Uygarlık savaşında bayrağı o taşıyor.” diye devam eden şarkıyı çok severdim. Fakat bir gün şarkının diğer kullanımını çevremdeki bir akranımdan duyunca büyük bir sarsıntı yaşamıştım. Şarkının diğer hâli, tüyler ürperticiydi. Zira şarkının orjinalinde dile getirilenlerin tam tersini iddia ediyordu. Oysa Atatürk, benim yüreğimde yaşıyordu ve büyük bir uygarlık savaşına liderlik yapmıştı. Bir çocuk olarak yaşadığım kafa karışıklığının üstesinden gelebilmem mümkün değildi. İşte doksanlarda laiklik ile şeriat çatışması benim nazarımda tam olarak buydu. Atatürk, nerede yaşıyordu? Sorunun cevabına göre ya laik ya da şeriatçı oluyordun. Oysa şarkının diğer hâlini söyleyen akranımla oyun oynamayı öyle çok severdim ki… Fakat ülkenin siyasi ortamı benim ve nice çocuğun oyun dünyasını veya arkadaşlık, flört durumlarını da tarumar etmişti. Zira kutuplaşma o gün de tıpkı şimdiki gibi gayet derindi.
Doksanların siyasi, sosyo-kültürel durumunu nesnel bir gözle değil o günlerdeki kendi çocuk aklımla yansıtmak istedim. Çünkü Yurt, beni daha konusunu duymamla tam kalbimden sarstı. Zira filmdeki Ahmet’in çelişkilerle dolu ruh hâlini anlayabiliyordum. Çünkü doksanlarda yaşayan ve ailesi tarafından izole edilmiş bir ortamda yaşamayan pek çok çocuk, çelişkilerle dolu bu dünyanın sessiz tanıkları olmuştu. Bu nedenle de filme ve mevzularına dalmadan önce böylesine uzun bir girizgâh yapmak istedim.
İlk uzun metraj filmine imza atan Nehir Tuna’nın 80. Venedik Film Festivali’nin Orizzonti (Ufuklar) bölümünde yarışan Yurt (2023) isimli filmi, doksanlı yılların ikinci yarısından sonra ülkeyi gölgesi altına alan siyasi İslam hareketi ile laik kesimin kutuplaşmış durumunu odağına alıyor. Fakat Tuna, tüm bu çatışmalı, kargaşa ortamını genel bir perspektiften yansıtmak gibi zorlu ve yer yer de ikircikli bir yola girmiyor. Tuna, tıpkı benim yazının girizgâhında yaptığım gibi o yıllarda çocuk olan kendisinin gözünden aktarıyor her şeyi. 1996 yılında Türkiye’de siyasi ortam vesilesiyle yaşanılanları o günkü Nehir’in deneyimleri, yaşanmışlıkları üzerinden aktarmayı tercih ediyor. Zira Nehir Tuna filmde Ahmet’in yaşadıklarını geçmişte neredeyse benzer noktalardan yaşamış biri. Bu nedenle de Yurt, belli bir tarihte, Türkiye’nin siyasi ortamını perdeye yansıtmasıyla geniş bir kapsama alınana sahip ama diğer yandan da tek bir kişinin gözünden yaşanılan ve hissedilenlere yer verdiği için de fazlasıyla bireysel bir filmdir.
Tuna’nın gençlik yıllarına ayna tutan Ahmet, doksanlı yıllarda bir tarikatla yolları kesişen ve ekonomik nüfusunu da kullanarak zamanla tarikatın hiyerarşik kademelerini bir bir tırmanan bir babanın oğlu olarak bir yandan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi kurumu olan yabancı dil odaklı eğitim veren bir koleje devam ederken bir yandan da radikal dini eğitim veren bir tarikat yurdunda kalmaktadır. Tuna, o günlerde yaşadığı bu çift kutuplu dünya arasında gidip gelen günlerinde onda iz bırakan yaşanmışlıkları perdeye yansıtırken asla kişisel bir hırsın veya intikamın peşinden koşmuyor. Ahmet karakteri üzerinden ergenlik yıllarında yaşadıklarını anlamaya, geçmişiyle yüzleşip iyileşmeye çalışıyor. Filmde Ahmet rolünde izlediğimiz genç oğlan çocuğu, sıkı bir dini eğitim almadan ergenliğe kadar gelmişken birden bire babasının yaşantısını değiştirmesi üzerine hiç bilmediği bir dünyanın içine sürükleniyor. Ahmet, katı dini eğitimin verildiği, hiyerarşi düzeninin titizlikle işlendiği bu dünyada bilmemenin verdiği bir saflıkla anlamaya, öğrenmeye, sevilip kabul edilmeye çalışıyor. Ne var ki Ahmet, çoktan kutuplaşmış ülkenin iki uç noktasında yaşayarak her iki tarafta da kabul edilmeyi umuyor. Ahmet’in bu saflığı, onun en büyük handikabı oluyor.
Ahmet; ailesi, arkadaşları ve karşı cins tarafından sevilmek, kabul edilmek isteyen ve bunun için de elinden gelen çabayı göstermeye hazır bir kişiliktir. Annesi tarafından zaten karşılıksız sevilen Ahmet; karşı cins tarafından kabul edilip sevilmek için seküler, arkadaşı tarafından sevilmek için ekonomik anlamda verici, babası tarafından sevilmek için râbıta almış, râbıta almak için hocalarının gözüne ve dolayısıyla çembere girmiş, hocalarının onayını almak için ise en başta varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmamış olmalıdır. Ahmet, bu büyük ve zorlu lâbirentin içinden çıkmak için adeta bir deney faresi gibi hiç durmadan çabalayıp durur. Ta ki yaptıklarının sonucunda beklediği sevgiyi bulamadığını ve asla bulamayacağını fark edene kadar… Ahmet, ne çemberin içine kabul edilip râbıta aldığında ne klasik müzik dinleyip çağdaş bir Türk genci gibi davrandığında, ne elinde avucunda ne varsa karşılıksız bir şekilde paylaştığında ne de tüm kuralların mantığını sorgulamadan sadece yerine getirdiğinde sevgiyi bulur. Ne söylendiği gibi içinde Allah sevgisini hissedebilmiş ne de sevilmek istediği kişilerden karşılık görmüştür.
Ahmet; ne salikin kâmil bir mürşide gönlünü bağlaması, onun suret ve sîretini düşünmesini ifade eden “râbıta” kelimesinde olduğu gibi Allah ve onun kulları ile arasında bir bağ oluşturabilmiş ne de sevgisizleştirilen/sevimsizleştirilen İslam dinini düşünür olabilmiştir. Ahmet; ona sevgisini bahşetmeyen herkese ve her şeye mesafe koyarak kendini tüm bağlardan, çemberlerden azade kılmıştır. Doksanlı yıllarda çocuk ve genç olan ben ve benim gibi birçok insanın kafasında doğan soru işaretlerinin cevabını bulmaktan vazgeçen, arafta yaşamak zorunda olduğunu geç de olsa anlayan Ahmet; tüm saflığından sıyrılarak yola devam eder ama ne yazık ki siyasal İslam’ın bir kurbanı olmaktan da kendini kurtaramaz. Zira çağdaş bir eğitim veren okulun korosuna katılarak belki de hayatı boyunca ilk ve son defa sevdiği ve yalnızca kendisinin istediği bir şey yapmasının arkasından gidememiştir. Koroda söylediği şarkıdaki “Atatürk ölmedi, yüreğimde yaşıyor. Uygarlık savaşında bayrağı o taşıyor!” sözlerinin de tarikat yurdunda söylediği ilahilerin sözlerinin de muhakemesini içinde yap(a)madan büyük bir kabullenişin boşluğuna bırakır kendini. Geriye Florent Herry’nin muhteşem görüntü yönetimiyle perdeye yansıyan öncesinde siyah-beyaz ve sonrasında renkli olan dünyanın iç içe geçtiği tatsız bir renk paleti ve başlığa da esin kaynağı olan Çember şiirinin ilk dörtlüğü kalır:
Ya dışındasındır çemberin.
Ya da içinde yer alacaksın.
Kendin içindeyken kafan dışındaysa,
Çaresi yok kardeşim.
Murathan Mungan
Dipnot:
*Murathan Mungan’a ait Çember adlı şiirin ilk iki dizesi. Şiir aynı zamanda Yeni Türkü tarafından bestelenmiş ve seslendirilmiştir.