Bir yere ait olmak tam olarak ne demektir? O yerde doğup büyümek, orayı ora yapan tüm etkenler tarafından şekillendirilmek veya umutlarının yeşereceği o noktayı evin yapabilmek midir? Sevdiklerinin olduğu yer midir yoksa yuva? Belki de aitlik kendi inşa ettiğin, çaba göstermeden sahip olamayacağın bir şeydir, bir süreçtir. Ev değildir, toprak değildir; en azından bunların somut biçimleri değildir— hislerle, uğraşlarla, kişilerle, rüyalarla bezenmesidir bu kavramların. Belki de ailesine kalıcı bir yuva inşa etmeye çalışan Jacob Yi’nin de öğrenmesi gereken şey, budur: kök salmanın sadece toprakla ilgili olmadığıdır. Minari, Kaliforniya’dan Arkansas’ın kaliteli topraklarına taşınan Koreli Yi ailesinin oraya ait olmasından ziyade daha çok birbirlerine olan aitliklerini inşa ettikleri ve yeniledikleri bir hikâyedir. Hem kurgusunun hem de sinematografisinin samimiliği ve sadeliğiyle, ailenin ve sevginin, kırılganlığın ve gücün, toprak ve kökün özüne iner. Çocukluğun hatırlaması zor, kaçamaklı anılarını neredeyse somutlaştırır.
İlk sahnede Yi ailesi yeni evlerine taşınırlar. Bu ev, evden çok karavana benzer. Tam anlamıyla köksüzdür, toprakla teması tekerlekleridir sadece. Arkansas’ın fırtınaya meyilli havasına hemencecik uçabilecek, canı isterse çekip gidebilecektir sanki. Bir ailenin kök salma arayışına böyle bir ev ile başlaması tabii ki endişe vericidir; daha evleri bile toprağa ait olamazken kendileri nasıl olsundur? Belki de Monica’nın memnuniyetsizliğinin nedeni budur. Kalp rahatsızlığı olan oğulları David için endişelenmesi, Jacob’ın Arkansas çiftlik hayallerini desteklemesinin önüne geçer, ki film başladığında Jacob’ın bu hayalleri sanki ailesinden daha önemlidir. Anavatanı Kore’de yetişen sebzeleri Amerikan toprağında da yetiştirerek belki de kanıtlamaya çalıştığı kendinin ve ailesinin de Amerika’da benliklerini kaybetmeden yaşayabilecekleridir. Eğer Amerika’da yaşayacaklarsa, Koreli kimliklerini de kaybetmeyecekler, hatta bu sebzelerle ticaret yapıp yaşamlarını kazanacaklardır. Eğer bunu başarabilirlerse aile olarak var olabileceklerdir belki de ona göre. İsmini aldığı Yakup gibi, o da vaat edilmiş toprakların hayaliyle yaşayarak bugünlere gelmiştir ve oraya vardığında da ne olursa olsun oraya ait olacaktır— fakat asimile olmayacaktır. Jacob, çiftliğinin başarılı olması için çabalar ve ailesine onlara ait bir şey sunmak ister; Monica ise o aitliği kocasının doğrudan onlara göstermesini bekler, tek istediği birbirlerine ait olmalarıdır.
Onlarla yaşamak için Kore’den gelen, Monica’nına annesinin varışıyla evdeki dinamikler daha farklı bir hâl alır. Evin küçük çocuğu David, Amerika’da doğup büyümüş, her ne kadar diğer çocuklardan farklı olduğu sürekli yüzüne vurulsa ve ırkçı söylemlere maruz kalsa da, Amerikan bir çocuktur. Anneannesinin hayatlarına girişiyle kafası karışmıştır; onun “Amerikan” anneanneler gibi olmamasını, yemek yapmamasını, “Kore” gibi kokmasını sindiremez. Ama kısa süre sonra aralarında kopması zor bir bağ oluşacaktır, bunun en büyük sorumlusu anneannenin Kore’den getirdiği minari bitkisidir. Bu bitki neredeyse su olan her yerde kök salıp yetişebilir, hem de bolca. Jacob anneannenin minari ekme fikrine aldırış etmese de aslında aradığı kökler belki de bu bitkinin tohumlarındaki berekettedir; ama o kendi mücadelesiyle fazla meşguldür ve minarinin bereketini ve potansiyelini belki de ancak filmin sonunda, kendi planları suya düştüğünde, anlayabilecektir. David ise kalp problemleri yüzünden yeşillikte koşamazken anneannesinin gelişiyle ve onun getirdiği aidiyet hissiyle değişecektir. Sanki şimdiye kadar eksik bir parçası tamamlanmıştır— doktora gittiklerinde doktor David’in kalbindeki deliğin gittikçe küçüldüğünü, iyileşeceğini söyler. Minari gibi o da bu dünyaya köklerini daha sağlam salmış, güçlenmiştir.
Jacob tam Dallas’ta bir yer ile ürettikleri sebzeleri satmak için anlaştıktan sonra sebzelerin durduğu ambarın yanması sanki ailenin tüm umutlarına gem vurur. İlk başta Jacob ve Monica ürünleri kurtarmaya çalışsa da çok süre geçmeden birbirlerini kurtarmaya odaklanırlar, artık başka bir şeyin önemi kalmamıştır ve gerçek bağlılıkları birbirlerinedir. O yangın sırasında artık farklı idealler, aile arası kırgınlıklar, toprağa aitlik gibi kavramlar uçup gider ve sadece ailenin birbirlerine olan bağlılıkları kalır. Tek önemli olan yaşamak ve beraber yaşamaktır artık. Sebze tekrar yetişir, ambar tekrar inşa edilir, fakat bağlılıklar koparsa geri gelmeyebilir. Jacob da bunun farkına varır belki, Monica da. Arkansas’ta kalmaya karar verirler fakat bağları eskiye nazaran daha güçlüdür; sanki kökleri yerlerini bulmuş, oraya aidiyetleri tamamlanmıştır. Ne de olsa yaratmak gibi bozmak da hayatın bir parçası, kazanım gibi kayıp da hayatın ta kendisidir. Filmin sonunda Jacob minariyi görmeye gider. Tüm toprağa serpilmiş, yerini bulmuştur; aynı Yi ailesi gibi. Onları bir arada tutan ise somut olan bir kavram değil, gerçekliğin bağrından kopup gelmiş bir hayaldir— ailelerinin devam edeceği düşüncesi, onlardan önce gelmiş veya sonra gelecek olan göçmen ailelerin umutlarına da ışık tutacak bir hayaldir.