Manchester by the Sea, yaşadığı vahşi kayıpların ardından kendini cezalandıran, depresif bir yalnızı merkezine oturtmuş, vicdan muhasebesini irdeleyen ve izlemesi tahammül gerektiren bir film. Bir diğer ifadeyle, kurgusuyla klasiklere atıfta bulunan bir “yas ve ceza” öyküsü. Filmin yazarı ve yönetmeni, Margaret (2011), You Can Count on Me (2000) gibi yapımlarıyla tanınan Kenneth Lonergan. Manchester by the Sea drama türünde seyrettiğimiz af temalı filmlerin aksine Lonergan, bir başkasını affetme sürecinden ziyade sadece ana karakterimizin yaşamını etkileyen değil, başkalarını da etkileyen bir süreci anlatır.
Başkahramanımız Lee Chandler, Boston’da izole bir yaşam süren bir kapıcıdır ve ağabeyi Joe’nun ölüm haberini almasıyla doğup büyüdüğü kasabaya döner. Artık ergenlik dönemindeki yeğeni Patrick’in tek vasisidir. Ancak Lee’nin önündeki tek sorun bu değildir, yaşadığı trajik olaydan dolayı geçmişinden kaçtığı yerde geri dönmek de ona ağır gelir.
Manchester by the Sea her zaman filmlerde gördüğümüz dramatize edilmiş olayların aksine, gerçek hayatta yaşadığımız öğrenilmemiş hayat dersleri, tarifsiz acılar ve zamansız kayıplarla dolu bir gerçeklik barındırıyor. Açılış sahnesiyle birlikte sadece işiyle meşgul olan, gerekmedikçe konuşmayı tercih etmeyen, depresif mizaçlı Lee’yi gösteren Lonergan, karakterin bu noktaya nasıl geldiğini flashbacklerle gösterirken biz izleyicilerde gizem duygusunu korumayı başarıyor. Yine flashbacklerle tanıdığımız ağabeyi Joe ile vedalaşamıyor ana karakterimiz; çünkü başından geçen trajik hadise onun uzaklaşmasına, kabuğuna çekilmesine neden oluyor. Bunun sonucunda Lee, eskiden irtibatta olduğu herkesle iletişimine son veriyor. Klişe denebilecek bu kurguyu dramatize etmeden servis ediyor Lonergan, ki filmi bu denli kuvvetli yapan yegâne unsur da bu özellik oluyor. Filmin dönüm noktalarından diyebileceğimiz bir sahnede Lee’nin eski karısının acil servis aracına bindirilirken sedyeden birden fazla kez düşmesi buna güzel bir örnek; zira günlük hayatta yaşantımızda bunun gibi durumlarla karşılaşmamız gayet olası. Aynı türdeki diğer örneklerinden farklı olarak Manchester by the Sea’de Lonergan, dram unsurunu yalnızca karakterlere odaklı bir durum, olay ya da ruh hâli olmaktan çıkarıp dramı günlük hayatın içine yedirerek gerçekliğin doğal bir parçası hâline getiriyor.
Lee Chandler karakteriyle en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Casey Affleck gösterdiği performansla bunu hak ettiğini kanıtlıyor; mimikleri, kurguda yeri geldiğinde diyaloglar kadar önem taşıyan bir karakteri canlandırırken bakışlarını ustaca kullanması, oyunculuğun ayrıntılarda gerektirdiği ustalığını da gösteriyor. Affleck’in canlandırdığı karaktere değinecek olursak, Lee, kendini sürgüne gönderdiği, burada baştan kurduğu hayatta hem bir mahkûm hem de bir gardiyan. Çocuklarının ölümüne neden olan bir hata yaptığı için kendini affedemiyor ve başarısız bir intihar girişimi sonrası aslında Lee, fiilen olmasa da ölüyor; artık yaşamak adına yaptığı tek şey, nefes alıp vermek oluyor. Ağabeyi Joe’nun ölümü, onu eski yaşamıyla buluşmaya sürüklüyor. Evet, sürüklüyor diyoruz; çünkü Lee etkin olarak bulunduğu hayatı kenara bırakıp Boston’da tamamen pasif bir kimlikle, yaşamını ölü gibi sürdürmeyi seçiyor. Kendiliğinden bir şey katmıyor, kısa cevaplar vererek gerektiğinde konuşuyor sadece. Geçmişteki tarifsiz acının başkenti, aynı zamanda doğup büyüdüğü, bir zamanlar karısı ve üç çocuğuyla çok mutlu olduğu yere dönüp, geçmişte çok iyi ilişki kurduğu ergen yeğeniyle mücadele etmek durumunda kalıyor. Yeğeni Patrick’in, babasını kaybetmesiyle içinde yaşadığı acıyı dışa vurmaması, bunun yerine babasından kalan bozuk tekneye sahip çıkması Lee’ye zorluk çıkarıyor. Eski karısı Randi’ye ağabeyinin ölümünü haber vermeleri gerektiğini söylerken “karım” deyiveriyor Lee ve kullandığı ifadeyi hemen fark edip düzeltiyor: “Eski karım”. Çünkü Randi ile ayrılmış olması onun bir seçimi değil sadece ödediği ya da ödemek zorunda kaldığı bir kefaret, hiç unutmadığı çocuklarıyla beraber eski bir fotoğraftaki başrol Randi onun için.
Kendine zarar veriyor Lee; barda kavga çıkarıyor, sinirlenip elini cama vuruyor çünkü gitmek istiyor oradan, yeğeninin sorumluluğundan kaçmak istiyor. Yeğeniyle eskisi gibi ilişki kuramayacağını biliyor, bu onun için yeniden yaşama döneceği bir patika. Ama Lee Boston’daki kapıcı dairesi görünümlü hapishanesine gidip müebbet cezasını çekmeye devam etmek istiyor. İkisinin karşılaştıkları sahnede flashbacklerle gördüğümüz mutlu evliliklerinin büyük bir trajediyle sonlanmasının ardından anlıyoruz ki Randi bu acıdan kurtuluşu yeniden evlenmek yeniden çocuk sahibi olmakta bulmuş Lee ise yaşadığı acı taşıdığı yük ile aslında çoktan ölmüştür. Nitekim karakolda sorgu esnasında, yaptığı hatanın bir cezası olmadığını öğrendiğindeki şaşkınlığı akabinde tabancayı alıp kafasına sıkmaya çalışması da bunun bir göstergesidir aslında. Benzer şekilde Randi ona söylediği kötü sözler için özür dileyip sevgisini dile getirirken Lee’nin tepkisi yalnızca “Yapamam” deyip oradan uzaklaşmak oluyor. Randi, bir kadın olarak biyolojik üretkenliğini kullanıp yaşantısına devam edebilirken erkek karakter edilgen pozisyonda bulunuyor. Bu da kadının doğadaki konumunun, biyolojik temellerde nasıl bir farklılık yarattığını ortaya koyan bir göndermedir; kadının yaşamdaki motivasyonu, “üretebilme” özelliğiyle artabilirken erkeğin bu özellikten yoksun oluşu yaşamdaki devamlılığına sosyal anlamda da ket vurur.
Randi karakteriyle Michelle Williams En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında adaylıkla yetindi maalesef. Williams fazla sahnesi olmamasına karşın gayet etkili bir performans gösteriyor. Randi karakterine karmaşık bir yorum getirmeyi ve sadece birkaç dakika için sokak arasında ayaküstü gerçekleşen sohbet esnasında karakterinin mizah anlayışını, duyduğu özlemi ve kırgınlığı en önemlisi de Lee için hissettiği acımayı göstermeyi başarıyor. Patrick rolüyle genç aktör Lucas Hedges ise rolün hakkını vererek Casey Affleck’in gölgesinde kalmıyor.
Kadın erkek ilişkisini sosyal ve doğal perspektiflerden ele alan ve bir dramanın içinde başarıyla kurgulayan Manchester by the Sea kasvetli ve mesafeli havasıyla anlatımı tarifsiz bir acının, ajitasyona kaçmadan sunumu konusunda sinema dünyasına ders veriyor diyebiliriz. Teması yaşamın onarılamaz yanlışlığı ve acısı olan filmleri seviyorsanız Kenneth Lonergan’ın son filmi Manchester by the Sea tam size göre bir yapım.
Esad Aygün