Türkçeye “Kimse Benzemez Bana” şeklinde çevrilen People That Are Not Me, ilk bakışta tek bir jenerasyonun tek bir problemine eğiliyormuş gibi görünse de üzerine sayısız film yapılmış, kitap yazılmış, o “yalnızlık” duygusuna ses olmayı daha spesifik bir açıdan deneyen bir film aslında.
Filmi yazıp yöneten Hadas Ben Aroya, aynı zamanda film boyunca takip etmekte olduğumuz başkarakterimiz Joy’a da hayat veriyor. Joy’la ilk tanışmamız giden sevgilisinin ardından dile getiremediği cümlelerini kameraya kaydederken oluyor. O sahnelerde Joy’un çok âşık olduğu birini kaybettiğini, film boyunca da onun aşk acısını izleyeceğimizi düşünüyoruz, ama durum hemen değişmeye başlıyor. Acısının, mutsuzluğunun sevdiği insanı kaybetmekten mi yoksa yalnız kalmış olmaktan mı kaynaklandığını sorgulamaya başlıyoruz. O an, bu filme dair “jenerasyon problemi” denen, ancak farklı yaşlardan insanların da aslında uzak olmadığı “yalnız olamama” sorununu izliyoruz Joy’un.
Burada jenerasyona atfedilebilecek bir fark var, evet; bu da bahsi geçen jenerasyonun (ister Y jenerasyonu, ister millenials deyin) ilk gençliğine denk gelen iletişim alanındaki akıl almaz gelişmeler. Bu da bizleri, bir önceki jenerasyonlara nazaran iletişime daha açık kıldı. Birilerinin hep bir tık uzağında olduk, ulaşılabilirdik. Sanıyorum ki bu yüzden de, bütün bu imkanların arasında yalnız kalmış olmak çok ekstrem göründü kimi yaşayana, bir kısım insan bundan korktu. Bana kalırsa Joy da o insanlardan biri. İlk beş dakikada bizi “Sevgilisiyle neden ayrılmışlar, belli ki çok seviyor” diye düşündüren Joy’un asıl sevdiğinin “yalnız olmamak” olması, yalnız olmayı başarabilenlere nispeten uzak kalan bir konu olsa da nükteli dokunuşlarla kendi derdini anlatırken empati yapamayan bir kısım seyirciyi de sıkmadan devam eden bir film bu.
Joy’la tanıştıktan sonra onu Tel Aviv sokaklarında renkli kulaklıklarıyla yürürken görüyoruz, arkada Public Image Limited’dan This is not a Love Song eşliğinde. Filmle bu ilk tanışma bile “evet buruk bir hikâye anlatacağız ama sizi mutsuz da etmeyeceğiz” der gibi sanki. Daha sonra filmde sıkça kendimizi bulacağımız bu sokaklardan birinde de filmin bir başka önemli karakteri Nir ile karşılaşıyoruz. Nir, Joy’un ayrıldığı sevgilisinden sonra kendini bulduğu yalnızlık kuyusundan bir çıkış gibi görünüyor başta ve bu ilişkide Joy, yalnızlığına veremediği anlam sebebiyle kendini ne kadar eksik ve yetersiz hissettiğini, yanında kalmayan insanlarla kendini tanımlamaya başladığını gösteriyor bize. Nir’e eski sevgilisinin onunla neden ayrıldığını bile bilmediğini söylüyor ve ekliyor: “Herhalde onunla Hannah Arendt konuşamadığım içindi.” Bu aynı zamanda yalnız olmayı aşırılık kabul edenin yalnız kaldığı an kendisiyle ilgili bir şeylerin yanlış olduğuna inanmaya başlamasını da resmediyor. Filmin sonuna geldiğimizde artık Joy’u yalnız kalmamak için denenecek bütün yolları tüketmiş, bir yol ayrımında kalakalmış vaziyette buluyoruz. O da tekrar Tel Aviv’in film boyunca artık tanış olduğumuz sokaklarında alıyor soluğu.
İzleyiciyi sıkmadan, her kesimin kendinden bir şeyler yakalayabileceği bir dilde yaratılmış bu film; düşmeyen temposuyla, beklenmedik anda gelen esprileriyle oldukça keyifli bir film olmuş. Hadas Ben Aroya hem kamera önünde hem de arkasında sorumluluğun büyük kısmını üstlenmiş ve bunun ilk uzun metrajı olduğu da düşünülünce oldukça iyi bir iş çıkarmış. İzlemeniz dileğiyle.
Nazlı Yalçındağ