Öncelikle, “Morrissey’in The Smiths’i kurduğu günlere değiniliyor” bilgisine pek itibar etmemek gerekiyor. Zira 94 dakika boyunca The Smiths’in kuruluşuna dair pek bir şey göremiyoruz.
1970’lerin ortalarında Manchester’da geçen film, 1959 doğumlu Steven Patrick Morrissey’in “ergenliği” diye tabir edebileceğimiz dönemde başlıyor. Kitaplara, şiirlere, müziğe tutkuyla bağlı olan genç Morrissey bunlar dışında pek bir şeyden keyif almıyor ve hayatını sürdürebilmesi için gereken -sıradan- iş hayatından ve her türlü sosyal aktiviteden kaçıyor. En nihayetinde çevresel faktörler bir şekilde etkili oluyor ve kendini nefret ettiği vergi dairesinde çalışırken buluyor. Her gününü isyan ederek geçiriyor, ablasının markette çalışmasını küçümsüyor, kendisi dışında herkesin sıradan insanlar olduğuna dair hiçbir şüphesi bulunmuyor.
En yakın arkadaşı Linder ile tanıştıktan sonra ufak da olsa ilgi alanıyla ilgili çalışmaların içinde buluyor kendini ve bu noktadan sonra işler değişiyor. Gerçekten yaşadığını hissettiği anlardan sonra sevmediği işini yapması daha da güçleşiyor. England is Mine, Morrissey’in gerçekten sevdiği işi ve para kazanmak için zorunlu olarak yaptığı işi arasında gidip gelişini, yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra kendini çevresinden izole edişini ve yer yer insanlardan ettiği nefreti dile getirişi ile devam edip Johnny Marr ile The Smiths’i kurmak için attığı adımla aniden son buluyor.
Beklentiniz The Smiths kurulana kadar Morrissey’in yaşadıkları ise filmden keyif almanız olası. Oyunculuklar, 1970’lerin İngilteresi, filmin genel atmosferi keyif veriyor ve izleyiciyi asla sıkmıyor. Ortalama beklentiyle izlendiğinde keyif veren seyirlik Morrissey sevginiz baki kalarak son buluyor.