2024 yılı, hayatımıza unutulmaz anılar ve en az onlar kadar unutulmaz filmler bıraktı. Salondan salona koştuğumuz, dijital platformlarda her köşeyi keşfettiğimiz bu yıl, bize birbirinden etkileyici filmler sundu. Fil’m Hafızası yazarları olarak aklımızda yer edinen birer filmi seçip sizler için kaleme aldık. Alfabetik sıraya göre dizilmiş bu mütevazı liste, yılın ruhunu yakalamayı amaçlamaktadır. Umarız seçkimiz, size o eşsiz anları yeniden hatırlatır.
All We Imagine as Light (Yön. Payal Kapadia, 2024)
All We Imagine as Light (2024), Payal Kapadia’nın sinema sanatındaki ustalığını bir kez daha ortaya koyduğu bir başyapıt olarak karşımıza çıkıyor. Mumbai’nin karmaşık ve bir o kadar büyüleyici dokusu içinde yaşayan üç kadının hikâyesini anlatan bu film, yalın bir anlatımın ardına gizlenmiş derin bir duygu dünyası sunuyor.
Film, bir hastanede hemşirelik yapan Prabha ve Anu ile aşçı Parvaty’nin keskin bir gerçeklik duygusuyla bezeli yaşamlarını takip ediyor. Prabha, uzun yıllardır yurtdışında yaşayan ve kendisine yabancılaşmış kocasının boşluğuyla yaşıyor. Anu, dini farklılıklara rağmen gizlice sürdürdüğü aşkın heyecanı ve kaygısıyla dolu bir yaşam mücadelesi veriyor. Parvaty ise, kentsel dönüşümün gölgesinde, evinden edilme tehdidiyle boğuşuyor. Bu üç kadının keşif dünyası, hem bireysel hem de toplumsal anlamda dayanışmanın önemi üzerine düşünmeye davet ediyor.
All We Imagine as Light, Hindistan’daki sınıf ayrımlarını, toplumsal cinsiyet rollerini ve dini farklılıkları, karakterlerin hayatlarına ustaca dokuyarak sorguluyor. Prabha’nın evliliğindeki sessizlik, patriyarkanın modern bireyler üzerindeki yıpratıcı etkisini çarpıcı bir şekilde yansıtırken; Anu’nun yasak aşkı, geleneklerle çatışan bireysel arzuların trajedisini ortaya koyuyor. Parvaty’nin hikâyesi ise, kalkınma adına marjinalleştirilenlerin kayıplarını şikayet etmeyen bir duyarlıkla gösteriyor.
Özellikle Kani Kusruti’nin Prabha rolündeki performansı, bir kadının sessiz çaresizliğini ve körelmiş umutlarını tüm sözcüksüz gerçekliğiyle yansıtıyor. Divya Prabha ise Anu’nun yaşama dört elle sarılırken taşıdığı yükü, ince bir duygusal dengeyle aktarmayı başarıyor. Parvaty karakterine hayat veren Chhaya Kadam, köklere ve eve duyulan bağlılığın dramatik yükünü izleyiciye hissettiren bir performans sunuyor. Bu üçlü, hikâyenin dokusunu bir arada tutan çok boyutlu ve insani karakterler yaratıyor.
Yönetmen Kapadia, Mumbai’yi sadece bir arka plan değil, bir karakter olarak kullanıyor. Şehrin gürcü, karmaşası ve ihtiyaçlarla dolu sokakları, filmdeki hikâyeleri çevreleyen yaşam dolu bir taban oluşturuyor. Her kare, dikkatle kompoze edilmiş bir tablo gibi, şehirle karakterler arasındaki duygusal bağı vurguluyor.
All We Imagine as Light, Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanarak uluslararası arenada büyük bir başarı elde etti. Payal Kapadia, bu yapımı ile modern sinema içinde kendine has bir yer edinirken izleyiciyi empati ve derin bir duygu dünyasına davet ediyor. Film, yalnızca Hindistan’daki toplumsal dinamikleri değil, insanın evrensel mücadelesini de ele alarak yılın en çarpıcı yapımlarından biri haline geliyor.
Anora (Yön. Sean Baker, 2024)
Sınıf çatışması, toplumların dinamiklerini belirleyen en güçlü unsurlardan biri olarak her zaman sinemada etkileyici hikâyelere ilham verir. Amerikan bağımsız sinemasının en cesur ve yenilikçi yönetmenlerinden biri olan Sean Baker, Pretty Woman (1990) filmindeki gibi bir külkedisi romantizmini Anora (2024) ile daha gerçekçi bir bağlama yerleştirir. Cannes’da Altın Palmiye kazanan Anora, peri masalı gibi başlayan ama her adımında izleyiciyi sert gerçeklerle yüzleştiren bir hikâye anlatır. Film, Brighton Beach’in neon ışıklarıyla aydınlanan Rus-Amerikan dünyasında geçer ve sınıfsal eşitsizlik ile toplumsal önyargılar üzerine derin bir eleştiri sunar.
Ani, striptiz kulübünde çalışan genç bir Özbek-Amerikan kadındır. Hayatını kazanmak için hem ekonomik hem de toplumsal olarak sınırların dışına itilmiş bir dünyada yaşayan Ani, kendini sürekli bir mücadele içinde bulur. Hayatı, günün birinde Rus bir oligarkın oğlu olan Vanya ile kulüpte tanışmasıyla bambaşka bir yola girer. Vanya, zenginliğin ve ayrıcalığın gölgesinde büyümüş şımarık bir gençtir. Ani’ye, yüksek bir meblağ karşılığında bir hafta boyunca “kız arkadaşı” rolünü üstlenmesini teklif eder. Bu ilişki, başlangıçta tamamen bir alışveriştir ve her iki taraf da ilişkinin ticari doğasının farkındadır. Ancak günler geçtikçe aralarındaki ilişki farklı bir boyut kazanır ve ani bir kararla Las Vegas’ta bir düğünle taçlanır. Peri masallarını andıran bu başlangıç, gerçek dünyanın ağırlığı altında çatırdamaya başlar. Vanya’nın ailesi, evliliği kabul etmek bir yana dursun Ani’yi bir “problem” olarak görür. Ani ise bu yeni hayatında kendine bir yer edinmeye çalışır.
Yönetmen Baker, Ani’nin çevresinde gelişen olayları bir çaresizlik duygusuna indirgemez. Vanya’nın ailesi gibi zenginlik ve ayrıcalıkla çevrili güç odakları tarafından bastırılmaya çalışılan Ani’nin direnişi, insanın kendi değerine sahip çıkma iradesini güçlü bir şekilde vurgular. Filmin kalbinde yer alan Ani, Mikey Madison tarafından canlandırılmaktadır ve kariyerinin zirvesine ulaştığı bu performansta Ani rolünde iz bırakan bir portre çizer. Ani’nin kırılganlığı ve inatçılığı arasındaki dengeyi o kadar ustalıkla yansıtır ki izleyiciyi onunla birlikte bu çalkantılı yolculuğu deneyimlemesine olanak tanır.
Sean Baker, Anora‘da kabul görmenin ve insan olarak değer bulmanın ne anlama geldiğini çarpıcı bir şekilde ele alır. Hayatı boyunca değersizleştirildiği ve yalnızca basit bir etiketle tanımlandığı bu dünyada nihayet biri Ani’nin özüne dokunur. Alt sınıfa mensup yalnız bir genç kadın olarak, hayatını sürekli mücadeleyle geçiren Ani, bildiği tek yolla minnettarlığını ifade ederek hikâyeyi daha da trajik hale getirir. Gözyaşlarını tutmanın imkansız olduğu bir an yaratılır, çünkü izleyici, bu anın ardında yatan Ani’nin yalnızlığını ve yıllarca süren insani ihmalin ağırlığını hisseder.
Sean Baker’ın, toplumun marjinalleşmiş kesimlerine dair dokunaklı ve derin hikâyeler anlatmadaki ustalığı, onun sonraki filmlerinin sinemaseverler tarafından merakla beklenmesini fazlasıyla haklı kılmaktadır.
Dahomey (Yön. Mati Diop, 2024)
Dahomey (2024), Mati Diop tarafından yönetilen 2024 yapımı bir belgesel film. Sömürge döneminde Dahomey Krallığı’ndan -günümüzde Benin Cumhuriyeti- yirmi altı kraliyet hazinesi Fransa’ya götürülür. Film, eserlerin yıllar sonra Fransa’dan Benin Cumhuriyeti’ne iadesini ve Benin halkının tepkilerini ele almaktadır.
Aidiyet duygusu, hikâyede yer alan en güçlü duygudur. Seyirci, yıllar önce ana vatanlarından zorla kopartılan ve bir zamanlar o topraklarda yaşamış, içmiş ve nefes almış olan insanların hatıralarını içeren eserlerin seslerinden tarihe tanıklık etmektedir. Halkının saygı duyduğu kralların heykelleri, başka bir toprakta yalnızca bir sayı olarak seyirciyi karşılamaktadır. 26 numara, çalınan eserlerin içinde en önemli olanlardandır. Dahomey Krallığı’nın krallarından, Kral Ghezo’yu temsil eden heykelidir. Hikâye, 26’nın hatıralarından akmaya başlayacaktır.
Gerçeklik ve kurguyu oldukça dramatize şekilde ele alan film, sömürge zihniyetinin bir toplumun kültürel mirasına etkilerini de oldukça etkileyici bir üslupla ele almaktadır. Eserler, sadece tarihin tozlanmış tanıkları olmaktan çok uzaklar, aynı zamanda yaşanılan toprakların gelişimini ve o topraklarda yaşamış, savaşmış olan yurttaşların var olduğunun kanıtı. Müzede eserlere bakarken herkes garip bir his hissetmiştir diye düşünüyorum. Yüzyıllar öncesine ait bir nesne, bir zamanlar yaşamış ve üretmiş ama şu an karşında bir şeyler anlatmak istercesine bakıyor. Sözsel olarak bir iletişim yok ama birçok şey iletiliyor karşıdan. İşte tam bu noktada Diop, sözü eserlere bırakmaktadır. Tarihi ve yağmalanma hikâyesini eserlerin anlatmasına müsaade etmektedir.
Film açılış sahnesiyle birlikte, seyirciye adeta bir morgu anımsatan müze koridorlarında gezinmeye başlamaktadır. Titizlikle korunan eserlerin Benin Cumhuriyeti’ne iade kararı verildikten sonra zarar görmeden Benin’e ulaşabilme yolculuğu sabırla işlenmektedir. Eserler, Benin’e ulaştıktan sonra halk tarafından bu tarihi anı kutlamak adına çeşitli kültürel eğlenceler düzenlenmektedir. Hazırlanma süreçleri tamamlanan eserler, sergilenmek üzere hazır olacaktır. Filmin kendi deyimiyle, artık yüz otuz yıllık esaret bitecektir ve kavuşma gerçekleşecektir. Filmde, eserlerin iadesi üzerine Abomey-Calavi Üniversitesi öğrencilerinin de fikirlerini paylaşarak konuyu tartıştıkları sahneler de bulunmaktadır. Sömürge döneminde, Fransa tarafından Dahomey Krallığı’ndan yedi bini aşkın eserin çalındığı düşünülmektedir. Sadece yirmi altısının geri iadesinin yapılması, esareti devam eden ve dönüşü belli olmayan binlerce tutsaklığın devam ettiği anlamına gelmektedir.
“Medeni dünyanın mağaralarındaki tutsaklığıma artık kafa yormayacağım. Asla durmayacağım. Hiç gitmedim aslında. Buradayım.” diyerek seyirciye veda eden 26, ait olmadığı bir toplumdan yine hiç bilmediği bir toplumda varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Ne kadar değişmiş olsa da toprakları, bir zamanlar burada yaşamış ve hüküm sürmüştü. Ait olduğu yerde özgürdür artık.
Heretic (Yön. Scott Beck, Bryan Woods, 2024)
Başlangıçta söz vardı. Tüm inançlar ve göksel dinler Tanrının sözleridir. Orta Çağ’ı kasıp kavuran Pagan inancı ve sapkınlar, Hristiyanlık öğretisi ile İsa’ya olan inanç için dönemin en büyük tehlikesi olarak görülmüş ve döneme damga vurmuştur. Ard arda gelen dinler, insanlarda inanç karmaşası yaratmış; her kültür, kendine ait özel ritüeller ve tapınma pratikleri geliştirmiştir. Böyle bir inanç mozaiğinin yaşandığı dünyada insanlar bireysel yollarını ve ibadetlerini kendilerine en yakın görüşe uyumlanarak hayata geçirmeyi seçmişlerdir. Heretic: Sapkın (2024), dinler tarihini, aralarındaki benzerlikleri ve neredeyse aynılıklarını eleştirel bir üslupla ele alan, klostrofobik bir anlatım sunmaktadır.
Film, Yehova şahidi iki misyoner kadının kiliselerinin öğretilerini yaymak için kapı kapı dolaşıp bildiri dağıtmalarını son derece felsefi sohbetler ile işler. Rahibe Barnes ve Paxton günün son bildirisi için Reeds’in zilini çalar. Gayet sevecen gelişen bu ilk karşılaşmadan sonra beklenmedik olaylar gelişir. Varlığın ya da Tanrının ne olduğu üzerinden yürütülen derinlenmesine sohbet, kısa bir sürenin ardından kedi fare oyununa dönüşür. İnanmanın estetiği üzerine insan aklının sorgulandığı birkaç saatlik zaman dilimi, şafak sökene dek devam eder. İsa’nın öğretileri ve saf sevgisi, hayatta kalmak için ödenmesi gereken bir bedel olarak zorunlu bir mücadeleye evrilir. Tanrı insanları kendi nefesinden sevgiyle üflediyse, yarattığı bu insanlar neden bu kadar kusurludur? Dünya üzerindeki en kalabalık din Hristiyanlık ise Yahudilerin sayısı neden bu kadar azdır? İslamiyeti takip edenler neden bu kadar bencildir? Çünkü farklı gibi görünse de aslında tüm inançlar birbirinin ardılıdır. Eski Ahit’ten itibaren tüm dinlerin üstünde durduğu en önemli görüş iyilik ve merhamettir. Geriye kalan tüm inanışlar benzer perspektif üzerinden öğretilerini devam ettirirler. Aslolan ölüm ve yok oluştur. Ancak inananlar için başka bir ihtimal daha vardır: Ahiret.
Heretic 2024 yılının kıyıda kalmış filmlerinden biridir. Ülkemizde Filmekimi kapsamında gösterilen yapım, dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirmiştir. Genellikle romantik dram türünde görmeye alışkın olduğumuz Hugh Grant, Reeds karakterini oldukça obsesif bir materyalist olarak ele alır. Reeds’in din hakkındaki görüşleri ve akla yatkın savları inanç üzerine kurulan tüm dini sömürüleri bozguna uğratmayı hedeflemektedir. Filmin genelinde kurulan diyalog kurgusu, evrensel barış ve kardeşlik temalarının yaygınlaştırılmaya çalışıldığı günümüz dünyasında kötü ya da sapkın olanın kim ve kimler olabileceği üzerine derinlemesine tartışma imkânı sunmaktadır. Reeds’in takıntılı şüpheciliği ve genç rahibelerin tanrı bilincine dayalı imanı, inanç denilen kavramın bireye özgü anlamlar taşıdığını bir kez daha vurgulamaktadır.
“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı.” [1]
[1] Yuhanna 1:1
My First Film (Yön. Zia Anger, 2024)
My First Film, yalnızca ilk filmini çeken sinemacıların değil, kendini ifade etmek uğruna sayısız eşik aşmak zorunda olan herkesin mutlaka izlemesi gereken bir film… Zia Anger, 2010 yılında ilk uzun metrajlı filminin çekimlerine başlamış, ardından 2018’de filmin yapım süreciyle ilgili bir performans gerçekleştirmiştir. Kariyeri boyunca hareketli görüntüyle çalışan ve Mitski, Beach House, Maggie Rogers ve Jenny Hval gibi sanatçıların kliplerini çeken sanatçı, pandemide ilk filmi Always All Ways’i yeniden ziyaret etmiş, projeyi yeniden hayata geçirmenin yollarını aramış ve 2022’de My First Film’in senaryosunu yazmıştır. Bu filmde Anger, tamamlanmamış projelerinden ve sanatsal üretim sürecindeki kişisel deneyimlerinden yola çıkarak, film yapım sürecini hem duygusal hem de ironik bir bakış açısıyla ele almaktadır.
Kurmaca ya da belgesel olsun, sinemada geçmişe dönen her anlatı, geçmişin hatırlandığı vakit; öznellikten tamamen sıyrılmanın mümkün olmadığını düşündürür. Çünkü gerçek yaşamda da bir şey hatırlandığında, onun üzerinden şimdinin izlerini silmek olanaksız hâle gelir. Şimdinin bilinci, geçmişin deneyimine hücum eder. My First Film’de Anger, elbette herhangi bir şeyi belgeleme kaygısı gütmüyor. Bunun yerine, kendi sesini filmin merkezine yerleştiriyor. Öz-eleştirel tondaki şimdinin sesi, geçmişin kaygılı ve açıklamacı sesiyle birleşiyor. Böylece Anger’in kurduğu sesli anlatı, yaratım sürecinin kaçınılmaz olarak tetiklediği yoğun kaygı ve heyecanı film boyunca yatıştırıyor.
Zia Anger, My First Film ile sinemanın yalnızca bir sonuç değil, aynı zamanda bir süreç olduğunu vurguluyor. Kaydedilmiş bir film dahi olsa, terk edilmeden terk edilmiş bir eser, bir çocuk, bir kadın var karşımızda. Yarı-otobiyografik bir film bu ve her şey aynı. Tek fark, gerçekte terk edilmemiş olması. Filmde Vita bu sözleri sıkça tekrarlıyor; bazen “tek fark” olarak tanımladıkları değişiyor. Fakat film asla terk edilmiyor. O, yeniden doğuyor. Yaratma kaygısı da yerini yaratma sevincine bırakıyor.
My Favourite Cake (Yön. Maryam Moghadam ve Behtash Sanaeeha, 2024)
Sürekli dertlerle, sorunlarla, çalışma ve koşturmaca ile geçen bir ömrü neden yaşadığımızı sık sık sorgularız. Neden mi? Çünkü koca bir ömür boyunca bazen tek bir güne bazen de yarım güne sığan ama koca bir ömre bedel olan anlar yaşarız. Bu kısacık zaman dilimlerinde yaşananlar öyle paha biçilmezdir ki… İnsan denen varlık, o paha biçilmez anları yaşamak için bir ömür boyu çile çekmeye razı olur. Çünkü hayat, tam olarak böyle bir şeydir. Sinema da genelde o koca ömürdeki değersiz zamanları kurguda kesip atarak geriye insanı hayatta tutan en nadide anlara odaklanır. Fakat her filmin, hayatın en niş anlarını bulup perdeye aktarması kolay değildir. Bunu bu yıl başaran ve tam anlamıyla damakta en sevilen bir dilim pastanın tadını bırakan bir film geçti perdeden.
Yirmi birinci yüzyılın sinema açısından en kurak yıllarından birini yaşadığımız 2024 yılında, en sevdiğim filmden ziyade bu çoraklık içine adeta umut ışığı gibi doğan bir filmden bahsetmek istedim. İranlı yönetmenler Maryam Moghadam ile Behtash Sanaeeha’nın yazıp yönettikleri My Favourite Cake (2024), sadece çorak topraklara can suyu vermekle kalmayıp aynı zamanda İran Sineması gerçekliğine de başka bir kapı aralayan, yenilikçi işlerden biri olarak sinema tarihinde yerini alıyor. Zira My Favourite Cake (Benim En Güzel Pastam), devrim sonrası İran’da yetişkin kadın oyuncu bulma zorluğundan veya yetişkin kadın oyuncuları ev içinde bile örtünmüş olarak gösterme kuralından dolayı çocuk oyunculara yönelmesine de son veriyor. Film, İran İslam Cumhuriyeti’nin sinema üreticilerine çizdiği sınırları tanımayıp onu değiştirip dönüştürme görevini de yerine getiriyor. Başkarakterlere hayat veren Lili Farhadpour ve Esmaeel Mehrabi ikilisinin, mükemmel birer performans sergiledikleri film, sadece bu iki karakterin geçmişini değil onların üzerinden İran’ın son yetmiş yıllık hafızasını da tazeliyor.
Eşini kaybettikten sonra otuz yıldır yalnızlıkla boğuşan, hayatındaki tüm griliğin sebebi olan yaşlılığına ve en önemlisi rejime inat sokaklara çıkan yetmiş yaşındaki Mahin ile yine onunla aynı yaştaki hayatın ona getirdiği her şeyi kabullenen taksi şoförü Faramarz’ın yarım güne sığdırdıkları ilişkileri koca bir ömre bedeldir. Uzun yıllar önce eşini kaybetmiş olan Mahin, gençlik yıllarındaki İran’ı hafızasında yaşatarak hayata tutunmaya çalışmaktadır. Fakat yetmişli yaşlarında sosyal yaşantısı olmayan, yapayalnız bir hayata hapsedilen Mahin, “Yaş yetmiş, iş bitmiş!” klişesine adeta savaş açar: Kamusal alana çıkarak, değme gençlere taş çıkartacak hamleler yapar. Devrim öncesi yıllarda gittiği, olmaktan mutlu olduğu mekânların hiçbirinde aradığını bulamayan Mahin, inatla arayışını sürdürmeye devam eder. Ne istediğini bilen, cesur ve arzularının sesini dinleyen bu güçlü kadın; kimi zaman ahlâk polislerine kafa tutarken kimi zaman da dikte ettirilen ahlâk kurallarına inat bildiğini okur. Hedefe ulaşmasına mani olmak amacıyla önüne dikilen tüm engelleri bir bir aşarak felekten bir gece yaşayan Mahin, yakın dönem sinemada yaratılan güçlü orta yaşlı kadın karakterlerin en etkileyici olanıdır. Zira İran İslam Cumhuriyeti’nin gölgesinde, ataerkil anlayışın pençesinde adeta bir flanöz gibi sokakları arşınlayarak yasak olan her şeyi deneyimlemek asıl takdire şayan olandır.
That Christmas (Yön. Simon Otto, 2024)
Özel günleri mutlu kılan esas şey nedir? Onu unutulmaz hâle getirecek ve zamana meydan okuyacak bir somut bir hatıra mı, yoksa hafızaya ebediyen işlenecek bir anı mı? Her yılın defterini düren ve yepyeni bir anlatıya sayfa aralayan yıl başları, dünya üzerinde yaşayan her insanı bir noktada buluşturan özel günlerdendir kuşkusuz. Ve birtakım başlangıçları arzuluyorsak eğer, aynı soruları bu güne de yöneltmek gerek: Yılbaşını unutulmaz kılan esas şey nedir? 2024 yılını geride bırakıp tarihimize bir sene daha eklediğimiz şu haftalarda Simon Otto yönetmenliğindeki That Christmas (2024), hepimize bu yılın yorucu yolculuğunda bir müddet soluklanıp neleri geride bıraktığımızı görmek için sıcacık ve tebessüm dolu bir hikâye anlatır.
Filmin de sıklıkla yanıtladığı bu sorular, geride bıraktığımız yılın özelinde çoğumuz için belki anlam değiştirecek. Zira tüm dünya olarak; savaş, yoksulluk, küresel çevre felaketleri ve en çok da ayrılıklarla mücadeleden yorgun düştük. Umutsuzluğun en acımasız hâline de tanık olduk, sabretmenin en beklenmedik meyvelerini de tattık. Dolayısıyla mutluluğun; maddî tatmin edicilerin çok ötesinde aranması gerektiğini, adım adım değişen mesafelerin, her seferinde iyileşmeye yönelen nefeslerin hiçbir maddî ölçütle kıyaslanamayacak denli kıymetli olduğunu belki en iyi bu sene anladık. Nitekim That Christmas da doğu batı ayırmaksızın bu yıl her coğrafyanın üzerinde tüten soğuk, acımasız, öfkeli tükenmişliği kucağına alıp dinlendirmek, teselli edip umutla güçlendirmek ister gibi özellikle yaralandığımız konuları ele alır: yalnızlık, ayrılık, kaybetme korkusu, terk edilmek, ölüm.
Film, Noel arifesinde çocuklarını bir süreliğine evde bırakıp yılbaşı olmadan döneceklerine söz veren bir grup ebeveyn ve geride kalan çocukların düş dünyası üzerine kuruludur. Ana hikâyede birkaç aileden oluşan bu grubu izlerken kasabada yaşayan diğer ailelere de konuk oluruz. Şiddetli kar fırtınası ve iklim değişikliği nedeniyle tıkanan yollar, kasabadaki her hâneyi farklı bir yönden etkiler. Kimi çocuk, söz verip de gelemediğinden ayrı düştüğü anne babasının yokluğunu duyumsar kimileriyse ‘özgürlüğün’, aileden uzak kalmak olmadığını anlar. Ancak yaşanan her ayrı serüven, filmin başında dile getirilen sözü değişik hikâye ve bakış açısıyla yineler: “Özel günler, bir tür duygu büyüteci gibidir; yalnızlıklar daha derin hissedilir, sevgiler daha sıcak hâle gelir.” Film boyunca bireysel olaylar düzeyinde gerçekleştiğini gördüğümüz bu söz, yaşadığımız her derin ve sarsıcı olayı düşündüğümüzde aslında 2024’ün dünya genelinde hissettirdiğini özetleyen bir ifade diyemez miyiz? İşte bu nedenle That Christmas sıra dışı bir öykü ile kurgulanmış olmasa da bu yılın ortak yaralarını dillendiren ve sonunda da onlara sıcak bir örtü sunan ‘en iyi’lerden olmayı hak ediyor. Geçtiğimiz yıl duymaya ihtiyacımız olan bu cümleleri, yeni yılımızın başında umut dolu bir kutlamayla kulaktan kulağa iletmek dileğiyle: “Mutluluk sevdiğiniz insanlarla sevdiğiniz yerde olmaktır.” Bir yeri sevmek ise, mutluluğu oraya ekmekle başlar.
The Room Next Door (Yön. Pedro Almodóvar, 2024)
İnsan, hayatının sonuna yaklaşırken başka bir seçenek kalmadığında acısız ve dingin bir ölümü arzu edebilir mi? Dahası, ölümü kendi çabasıyla gerçekleştirebilir mi? Ötanazi uygulamalarının derinlemesine tartışıldığı ve kimi ülkelerde yasallaşmaya başladığı günümüzde, 2024’ün öne çıkan filmlerinden The Room Next Door (2024) insanın hayatının sonu üzerinde nasıl bir kontrole sahip olabileceği konusuna etkileyici ve düşündürücü bir bakış sunuyor.
Eski bir savaş muhabiri olan son evre kanser hastası Martha, insanca ölmeyi kişisel mücadelesi olarak görmektedir. Denemek zorunda hissettiği bu eylem sırasında; bilinmeyen bir yerde, etrafta tanıdığı eşyalar bulunmaksızın rahat ve güvende olmalıdır. Bunu gerçekleştireceği vakit, bir tesadüf eseri yeniden buluştuğu arkadaşı ünlü yazar Ingrid’den kendisine “yan odada” eşlik etmesini ister. Ölüm olgusunu yaşamın doğal bir sonucu olarak gören Ingrid ilk başta dehşet içerisinde kalır. Öte yandan özel anılarını paylaştığı Martha’yı, onun kendini öldürme planına karşı çıkamayacak kadar reddedemez. Ingrid, Martha’nın yaşamdan ayrılığı sürecinde ona eşlik ederken, ne denli hafif olduğunu tahmin dahi edemediği ölümü adeta ellerinde tutacaktır.
ABD’li yazar Sigrid Nunez’in What Are You Going Through adlı eserinden uyarlanan yapım, Almodóvar’ın İngilizce dilindeki ilk uzun metraj filmidir. Prömiyerini 81. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde yapan The Room Next Door En İyi Film Dalı’nda Altın Aslan ile ödüllendirilmiş ve pek çok uluslararası festivalde beğeni toplamıştır.
Rüyadaymış izlenimi veren sahnelerde Martha yaşama veda ederken, yaşam öyküsünün belli başlı dönüm noktalarını bir film şeridi gibi izleriz. Bu şiirsel anlatım Ingrid’in aralıksız varlığı ve desteği ile perçinlenir. Yaşam ve ölüm, güneş ışığı ve doğanın büyüleyici güzelliği ile usulca yağan karın dingin akışkanlığı arasında gidip gelir. Martha’nın kararlılığı ise çaresiz Ingrid’i neredeyse rahatsız edici bir eylemsizlik içinde bırakır. Film boyunca sıkça alıntı yapılan James Joyce’un The Dead isimli kısa öyküsünde olduğu gibi, en sonunda Martha’nın bilinci de hafifçe yere inen karlar altında dünyadan ayrılır.
The Wild Robot (Yön. Chris Sanders, 2024)
“Arzulu mudur acaba,
Bir tank, rüyasında
Ve ne düşünür tayyare
Yalnız kaldığı zaman?
Hep bir ağızdan şarkı söylemesini
Sevmez mi acaba gaz maskeleri
Ay ışığında?
Ve tüfeklerin merhameti yok mudur,
Biz insanlar kadar olsun?”
Orhan Veli
Hayvanların da biz insanlar gibi düşünebildikleri ve duyguları olduğu artık herkesin malumu. Peki ya robotlar? 2024 yılının en çok kullanılan kelimelerinden biri de yapay zekâ. Ve yapay zekânın tezahürü olarak insana daha da yaklaşan robotların hayatımıza girmesi ise an meselesi. Gelecekte, insanın yaptığı her şeyi yapabilen robotların gündelik yaşamımızda yerlerini alacaklarına ilişkin pek çok kurgusal eser bulunmakta. Teknolojideki gelişmeler ise kurguda hayal edilenlerin gerçek olma ihtimalini olası kılıyor. Her şey iyi hoş da acaba robotlar da insanlar gibi hisli yaratıklar olabilecekler mi acaba? İşte The Wild Robot (2024) tam da bu sorunun peşinden giden bir yapım. Beauty and the Beast (1991) ve The Lion King (1994) filmlerinde görev alan animatör Chris Sanders’ın yazıp yönettiği film, Peter Brown’ın aynı adlı eserinden beyaz perdeye uyarlanmıştır.
Rozzum Unite 7134 adlı robot, fabrikadaki üretiminin ardından yüklendiği geminin batması neticesinde ıssız bir adada karaya vurur. Rozzum Unite 7134, insanlara yardım etmek için tasarlanmıştır. Ne var ki adada vahşi hayvanlardan başka yaşayan bir canlı yoktur ve karşısına çıktığı her hayvan da Rozzum Unite 7134’ten dehşetli korkmaktadır. Yeni yaşam alanında artık Roz diye tanınan robot, kazayla bir kaz ailesinin ölümüne sebep olur. Bu olaydan sonra geriye kalan tek kaz yumurtasını hayatta tutma çabası ise Roz’un en büyük görevi haline gelir. İşte bu andan itibaren kaz yavrusunu evlat edinen bir robotun geçirdiği annelik sürecinde nasıl insansı özellikler kazandığını izleriz. İnsansı özellikler dendiğinde hepimizin aklına birine karşı sevgi ve şefkat duyguları beslemek gelir öyle değil mi? Oysa insanın dünyaya, doğaya, hayvanlara ve diğer insanlara karşı sergilediği davranışlara bakacak olursak sevgi, merhamet ve şefkatle birlikte adımızın anılması pek mümkün görünmez. Öyle zannederim ki insan, yeryüzündeki en acımasız ve vahşi hayvandır. Oysa Roz, kendinden korkup kaçan hayvanların dostluğunu kazanmakla kalmaz, âdeta Hünkâr Hacı Bektaş Veli gibi bir koltuğunun altında geyik, bir koltuğunun altında aslanla sözde vahşi bir dünyanın içinde sevgi temelli naif dünyasını kurmayı başarır. Hâl böyle olunca film bittiğinde akıllarda tek bir soru kalır: Asıl vahşi olan mekanik bir yapım olan robotlar veya hayvanlar mıdır, yoksa insanlar mı?
Animasyon filmler her zaman ilgimi çekmiştir. 2024 yılında The Substance (2024) gibi oldukça ses getiren yapımlar izledik. Ancak ben bu dosyada üstünde çokça konuşulan bir film yerine, animasyon olan The Wild Robot’a yer vermek istedim. Her yıl başında geleceğe dair umutlu beklentilerimiz olur. Ve bu beklentilerimiz çoğunlukla hüsranla sonuçlanır. The Wild Robot (Vahşi Robot), izleyenin yüreğinde ılık duygular uyandıran güzel ve özgün bir hikâyeye sahip. Hüsrana uğrayacağımızı bilsek de umut etmekten hiç vazgeçmeyeceğiz. Yeni yılda yeni ve birbirinden güzel filmleri izlemeye devam edeceğiz. “Kurduğumuz tüm hayallere rağmen, hiç değişmeyen dünyanın şerefine…”*
*Ulysses’ Gaze (1995)