Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, bu yıl yirmi beşinci kez seyircileriyle buluşuyor. 11 Kasım’da başlayan festival, bir hafta boyunca ulusal, uluslararası, panorama, belgesel, animasyon, Fil’m Hafızası seçkisi ve daha birçok özel seçkiyle perdede olacak. Bizler de Fil’m Hafızası ekibi olarak her yıl olduğu gibi festival partneri olarak filmleri yerinde izleyip sizler için değerlendiriyor olacağız. İlk olarak festivalin Panorama bölümünde izlediğimiz filmlerden bazılarıyla ilgili izlenimlerinizle karşınızdayız. Keyifli okumalar…
Trenler Geçiyor(Yön. Ani Mrelashvili, 2024)
Herkesin hayatı yaşama ve algılama biçimi farklıdır. Kimimiz bu yolculuğu şiir minvalinde yaşarken kimimiz en kaotik senaryolarla boğuşuyoruz. Ancak yine de vazgeçmeden her yeni güne binbir umutla başlıyoruz. Ani Mrelashvili’nin Trenler Geçiyor filmi deneysel bir şiir grubunu merkeze alıyor. Bir apartmanın bol güneşli, huzurlu, yüksek tavanlı dairesinde yaratıcı yazarlık ve drama etkinliği için düzenli olarak buluşan meditasyon grubu o gün aralarına katılan gizemli bir yabancıyla yeni bir hikâyeye kavuşur. Modern insanın buhranını olabildiğince enerjik ve pozitif bir bakış açısıyla yakalayan yönetmen, günümüzün yeni ruhani tarikatlarına ve enerji-yaşam koçlarına gönderme yapmaktan geri kalmıyor. Yaratıcı olmanın önemli koşulu birlik ve beraberliktir. “Yeter ki kendine güven” gibi günlük hayatlarımızda duymaya alışkın olduğumuz şehirli insanların yeni mantrası olan bu sözler Trenler Geçiyor filminde hatırı sayılır bir olgunlukla işlenmektedir.
Hayalini kurduğu evi aşık olduğu kişiyle paylaşmak için kiralık yer bakan şaşkın bir âşık, banka fişinden tren biletine dek herhangi bir belgeyi şiire dönüştürmekle görevli entelektüel bir grup kazara aynı dairenin içinde buluşuyor. Tıpkı hayatın getirdiği tatlı tesadüflerin yarattığı yaşama sevinci gibi birbirine daha önce hiç rastlamış bu insanların aynı amaç içerisinde kucaklaşmaları oldukça dikkat çekici. Bir yerlerde hâlâ iyi ve yardım sever insanların olduğuna dair umut kırıntısı serpen film bana kalırsa 25. Uluslararası Kısa film Festivali’nin Panaroma Bölümünde gösterimi yapılan en iddialı filmlerinden biri. Hayat gibi, tatlı, tuhaf ve beklenmedik ilerliyor. Bazen bazı şeyler planlarımız dışında gerçekleşse de önemli olan o deneyimin tadını çıkarmak. Kim bilir belki de yeni hikâyemiz hiç beklemediğimiz bir yerden kurulmak üzere yeni bir yabancıyı bekliyordur.
Kıssadan Kahve (Yön. Gizem Coşgun, 2024)
Yıllar sonra okul arkadaşınızla karşılaşsanız ne hissedirsiniz? Üstelik aynı sıralarda oturduğunuz, aynı kantinde sıra beklediğiniz, aynı derslerde kopya çektiğiniz arkadaşınız sizden çok daha iyi yerlere gelse ve siz onun sadece sıradan bir hayranı olsanız? Sanırım hissettiğiniz şey biraz can sıkıcı olurdu. Tabii arkadaşınız ile aranızda gönül bağınız ya da ona dair yoğun bir sevgi yoksa. Ali ve Berkan’ın hikâyesi tam da bu ikircikli yapıda yapmacık dostluk ilişkisiyle ilerliyor. Kısa filmler çeken, entelektüel yönünü besleyen, Yeldeğirmeni mahallesinde ailesinde ayrı oturan Berkan, içinde bulunduğumuz coğrafyaya göre kendisini tamamlamış, evini tutmuş, bir yere gelmeyi başarmış kalburüstü biri olarak çizilmektedir. Ali ise ufak tefek senaryolar yazan, hâlâ ailesiyle yaşayan elinden geldiğince hayatta kalmak için mücadele veren işsiz tipik Türkiye gençlerinden biridir.
Diplomalarını almak için okul kantininde yeniden karşılaşan bu iki arkadaş Berkan’ın egosu, Ali’nin mahsunluğu ile seyircide sürekli bir tedirginlik hissi bırakır. Sinema camiasının tekelci tutumu, sürekli tanıdıklar üzerinden ilerleyen iş süreçleri, lobicilik, zorlu set koşulları Gizem Coşgun’un perspektifinden karikatürize bir üslupla karşımıza çıkıyor. Üstelik Coşgun, her bir karakteri en ince detayına kadar ayrıntısıyla tasarlamış. Film, iki erkeğin iktidar gerilimini sinema üzerinden veren yaratıcı bir anlatıma sahip. Sinefillik yarışı, sinema sohbetleri, Dostoyevski romanları, en kültürlü ve entelektüel olma savaşı toksik erkeklik nüvesi olarak yerli yerinde işleniyor. Yönetmen çağının en büyük sorunlarından birine dikkat çekiyor: her şeyin en doğrusunu bildiğini düşünmek. En nihayetinde diyaloglarıyla, karakterleriyle ve kurgusuyla bir solukta izlenen başarılı bir film ortaya çıkmış oluyor. Filmde, sektörü çok iyi tanıyan ve biraz mesafeli yaklaşan her izleyicinin kendisinden bir şeyler bulacağını düşünüyorum.
Kafamdaki Polis (Yön. Erdal Baran Şahin, 2024)
Erdal Baran Şahin’in ilk filmi Kafamdaki Polis, bir taksi şoförünün yaşadığı zorlu saatlere odaklanıyor. Taksicilik geçmişten bu yana oldukça tehlikeli bir iş olmuştur. Doksanlı yıllarda taksicilerin müşterileri tarafından öldürülmeleri de sıkça yaşanan bir durumdu. Hiç tanımadıkları, üzerlerinde ne olduğuna dair hiçbir bilgilerinin olmadığı insanları araçlarına alan taksicilerin neler yaşadığını onlar tarafına geçip düşünmek oldukça önemli. Her ne kadar son yıllarda müşterilere karşı fevri ve mafyavari hareketleriyle öne çıkan taksiciler olsa da aynı zamanda ne kadar zor bir iş yaptıkları da unutulmamalıdır. Bu anlamda Şahin, kamerasını gece vardiyası yapan bir taksi şoförüne çeviriyor. Hatta o taksi şoförünün düşünce dünyasına, kaygılarına, korkularına seyirciyi ortak etmeyi amaçlıyor.
Açıkçası son zamanlarda taksicilere karşı tavrımdan dolayı bırak onları anlamaya çalışmayı bir yana bırakın elimden geldiğince taksiye bile binmemeye çalışan biri olarak Kafamdaki Polis beni fazlasıyla etkiledi. Zira tehlikeli insanların taksine binmesi ayrı, o müşterilerin hedefinin ne olduğunu öğrendikten sonra taksi şoförünün yaşaması gereken kaygının normalden çok daha fazlaya katlanması apayrı önemli. İlk yönetmenlik denemesinde Şahin, ülkenin kanayan tüm yaralarını bir taksi şoförünün düşünsel dünyasında bir araya getirmeyi başarıyor.
Kadın cinayetleri, adalete olan güvenin kalmayışı, kolluk güçlerinin basiretsizliği ve umursamazlığı, güvenlik önlemlerinin makyajdan öteye gidememesi ve en acısı ise bu ülkede yaşayan tüm bireylerin yüreğine çöreklenen korku… Kafamdaki Polis, sadece taksi şoförünün değil akıl sağlığını toptan yitirmek üzere olan bir milletin dramını perdeye yansıtıyor.
Çetin’in Olağan Hikâyesi (Yön. Elçin Elgin, 2024)
Ülkemiz milyonlarca üniversite mezunu işsizin olduğu bir yer hâline geldi. Nerdeyse işsizlik oranının onda biri üniversite mezunu. İlk filmine imza atan Elçin Elgin de bitirdiğinde nerede çalışacağı şaibeli olan bir bölümü bitirmiş ve iş arayan genç bir bireyi, Çetin’i odağına alıyor. Akranı bir sürü genç gibi içine sinen bir iş bulamayınca aile baskısı sonucu hiç istemediği, asla yapamayacağı bir işe girmek zorunda kalır. Zira çalışıp para kazanması gerekmektedir. Ziraat Fakültesi mezunu olan Çetin, park ve bahçelerde görevlendirileceğini düşünürken kendini ölü gömücü olarak bulur. Üstelik Çetin, bir ölüye bile bakamayacak kadar naif bir bireydir.
Elgin, tüm filminin çatışmasını da tam olarak buradan kuruyor. Yapılması gereken bir iş ve o işi asla yapamayacak bir karakter… Yapmak zorunda olduklarımız ve asla yapamayacağımız şeyleri yapmak zorunda bırakılmamız, yapabileceğimiz şeylerle muhatap edilip yapamayacağımız şeylere mahkûm edildiğimiz bir dünyanın resmini çiziyor. Çetin’in Olağan Hikâyesi de tıpkı diğer kısalar gibi her ne kadar kişisel bir hikâye anlatıyormuş gibi dursa da günün sonunda bu ülkede yaşanan toplumsal sorunlara değiniyor. Zira kişisel demek günün sonunda toplumsal meselelerden ayrı okunamıyor. Çetin’in hikâyesi de her ne kadar isminde “olağan” kelimesini kullansa da tıpkı her gün yaşadığımız hayatlarımız gibi fazlasıyla olağan dışıdır.
Tanrı Misafiri (Yön. Celal Yücel Tombul, 2024)
Ukrayna’dan kaçan Anna ve oğlu Mikola, Türkiye’de küçük bir kasabada emekli bir askerin evine sığınırlar. Farklı kültürlerden gelen bu insanların bir araya gelmesiyle başlayan hikâye, beklenmedik olaylarla dolu bir yolculuğa dönüşecektir. Yeni bir hayata başlama mücadelesi veren bu aile, hem kendi iç dünyalarıyla hem de çevreleriyle mücadele etmek zorunda kalacaklardır.
Yönetmen Celal Yücel Tombul’un filmi Tanrı Misafiri, dünyanın en acımasız iki gerçeğini hikâyesinin odağına taşıyor: savaş ve ırkçılık. Film çok yalın bir biçimde, çok fazla duygu sömürüsü yapmadan üç karakterin üzerinden derdini sessiz ama etkili bir biçimde anlatıyor. İki “misafiri” sesini hiç duymuyor oluşumuz, televizyonda ırkçılığı körükleyen haberler, önyargılar, iç hesaplaşmalar filmin her sahnesinde başarılı bir sinematografi ile işleniyor. Dünyayı sevginin kurtaracağına inanan film hayatın gerçeklerinden de kaçmıyor ve çarpıcı ve kalp kırıcı bir final sahnesiyle baş başa bırakıyor izleyicisini.
Tüm dünya savaş ve ırkçılığın yakıcı etkileriyle mücadele ederken Tanrı Misafiri kapımızı çalarak bize biraz merhamet ve sevginin önemini hatırlatıyor. Bir çocuğun gözündeki korkuyu görmenin hüznünü yaşatıyor.
Kim yaşadığı ülkeden, sevdiklerinden, evinden geri dönmemecesine sürülmek ister ki? Kim dilini bile bilmediği bir yere sığınmak ister? Kim kendini korunmasız hissettiği bir yerde sadece hayata kalmak için çabalamak ister? Tanrı Misafiri bütün soruların cevabını çok basit ayrıntılarla gösteriyor izleyicisine. Ait olma çabasını anlatıyor. Korkunun çaresizliğini bir bakışta veriyor.
Tanrı Misafiri, yalın ve zarif sinematografisi, başarılı oyuncu performansları ve sembolleri çok doğru kullanılmasıyla bir süre üzerine düşünmek isteyeceğiniz bir film.
Bu Bir Karakter Değil, Bu İhanet (Yön. Romina Küper, 2024)
58 yaşındaki kuaför Melanie, genç yazar oğlu Stefan’ı ilk romanının tanıtımına DER SALON’a götürür. Başarılı bir kariyere adım atan Stefan, romanında kendi hayatından kesitler sunarak annesiyle olan karmaşık ilişkisini de gözler önüne serer. Bu samimi anlar, Melanie’nin içindeki sırları gün yüzüne çıkaracak ve anne-oğul arasındaki bağları sarsacak bir gerçeği ortaya çıkaracaktır. Bu Bir Karakter Değil, Bu İhanet başarı ve aile bağları arasındaki ince çizgide denge kurmaya çalışan bir kadının iç hesaplaşmasını konu alıyor.
Anne, oğul ilişkisine hem komik hem de dramatik bir bakış sunan film seyircisini gülümseten bir sahne ile açılıyor. Dans, müzik, göz alıcı kıyafetler eşliğinde annesinin hem komik hem biraz çatlak dünyasında büyüyen Stefan bunu kendi dünyasında yaratım sürecinin bir parçası hâline getiriyor. İlk romanını dünyaya tanıtırken annesini sınıfsal olarak nerede gördüğünü, nasıl bir yere yerleştirdiğini de gösteriyor. Eğlenceli bir roman karakterine dönüşen Melanie gerçek hayatta oğlunun onu nerede gördüğünü fark edince büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Melanie için bir dramın kapısını aralayan roman taınıtımı oğlu Stefan için kariyerinde önemli bir ilk adım oluyor.
Anne oğul ilişkisi üzerinde ince bir cambazlık hikâyesi olan Bu Bir Karakter Değil,Bu İhanet sevgi, samimiyet, başarı, hırs gibi olguların üzerinde duruyor. Ebeveyenleri sevmenin onları eleştirmekten hatta küçük düşürmekten azade olmadığını gösteriyor. Bir yandan kalp kırarken bir yandan da o kırıklara yine aynı romanın cümleleriyle bandaj sarıyor.
Klasik anne oğul ilişkisi dışında adı gibi merak uyandıran filmleri seviyorsanız Bu Bir Karakter Değil, Bu İhanet sizi çok mutlu edecek bir film.