Aktör, yazar, ressam, şair, müzisyen ve fotoğrafçı olarak tanıdığımız, çok yönlülüğü ve yetenekleriyle gönüllerde yer edinen Viggo Mortensen, Falling ile karşımıza ilk defa yönetmen ve senarist olarak çıkıyor. Filmin ne kadar başarılı olduğu son derece tartışmaya açık olsa da yönetmen koltuğunda oturan kişinin Mortensen olması nedeniyle çokça izleneceği ve üzerine konuşulacağı açık. Kurgusal açıdan gerçekten etkileyici olan film, tempo konusunda biraz geride kalmakla beraber, ele aldığı konu gereği bunu meşrulaştırmayı başarıyor. California’daki evinde kocası ve kızıyla yaşayan John Peterson (Viggo Mortensen), demans hastası babası Willis’i (Lance Henriksen) sonu belli olmayan bir süre için evine getirir— bu süreçte eski yaralar deşilecek, geçmişten gelen güvensizlikler ve önyargılar su yüzüne çıkacak ve iki adamın birbirine bağlanmasının imkânsız olduğu gözler önüne serilecektir.
Bu sene çıkan The Father ve The Mole Agent gibi benzer konuları ele alan filmler kadar ses getirmemiş olsa da, hatta belki filmler kadar ustalıkla yapılmamış olsa bile, yaşlılığın getirdiği ve etrafındakileri nasıl etkilediğini geçmişten geleceğe kadar izleyerek işleyen bir yapısı var diğerlerinin aksine. Willis birlikte yaşaması son derece zor biri, hatta John’un annesi Gwen onu daha John ve kardeşi küçükken terk etmiş, John’la da uzak bir ilişkisi var; zamanında Gwen’e ve ikinci karısı Jill’e çok çektirmiş ve şimdi ikisi de hayatta değil. Aralarında bu kadar mesafe ve kırgınlık varken bu ikiliyi ekranda hiçbir yere varamadan tartışırken görmek son derece yorucu ve bazen de sinir bozucu olabiliyor doğal olarak. Willis kimseyi dinlemiyor, sürekli bağırıp çağırıyor, ailesindeki herkesi kırıyor, ırkçı ve homofobi yorumlarıyla rahatsız edici derecede kaotik bir kişilik ortaya koyuyor. Demans hastası olması nedeniyle ise oğlu ve kızı başta olmak üzere onların aileleri de onunla kavga etmeye çekiniyor ki bunun adaletsizliği tüm filme yayılmış. Sırf yaşlandı diye birisinin geçmişte yaptığı tüm hatalar kabul edilebilir mi? Kendi yanlışlarını tanımayan, kimseye güvenmeyen ve yalnız ölmeyi bu kadar istemezken aynı zamanda da bunda ısrar eden biriyle nasıl iletişime geçilebilir? John film boyunca babasının her hakaretine sessiz kalır ve sonunda patlar.
Filmlerde çok kez ölmüş eşlerini mutsuz ettikleri için yaşlılıklarında bundan pişmanlık duyan, duygularıyla başa çıkmayı bilmeyen adamları görüyoruz. Çocuklarına ve eşlerine zamanında kötü davranmış, şimdi bunun farkında olsa da inatçılığı ve güvensizliği yüzünden bunu kabul etmeyen ve bu suçluluğun onu daha da sevgisiz yapmasına izin veren karakterle dolu birçok film. Falling de bu filmler gibi öznesi olarak böyle birisini seçiyor. Her ne yaparsa yapsın yaptıkları hastalığı yüzünden affedilmek durumunda bırakılıyor ve bu da seyircide, en azından şahsi olarak bende, bir antipati hissi oluşturuyor. Yine de, bir filmi yansıttığı şey için değil onu yansıtma şekli için severiz veya yereriz. Bu durumda, Mortensen’in senaryosunu yazdığı ve yönetmenliği yaptığı film kaotik karakterinin aksine sakin, yavaş ve huzurlu sahneleriyle bir şekilde seyircinin kalbinde yer edinmeyi başarıyor.
Büyük ihtimalle kendi babasının onu maruz bıraktığı şiddeti kendi çocuğuna da aktaran Willis (onu attan düşürüp ona yara izi verdiği sahnede), yaşlılığında ona muhtaç olmaktan utanıyor ve aynı zamanda da yalnızlıktan korkuyor. Willis’in aksine John, son derece iyi bir eş ve baba olarak yazılmış— belki de küçük yaşta annesinin onu babasının evinden uzaklaştırması sayesinde nesiller arası şiddet çemberini bozabiliyor. Filmin baş karakteri John gibi gözükse de aslında Willis ve aslında seyirci olarak John ve ailesi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz, hatta Willisin davranışlarının arkasında yatanlar da çok açık değil. Filmin altyapısını oluşturan, uçup giden anılar ve hisler gibi, karakterler ve anlar da aynı şekilde yakalanması zor bir şekilde yazılmış. Belki de film, nefret ve sevgi, güven ve korku gibi zıt hisleri art arda verirken gerçek, şimdiki zamanın önemini bilinçli olarak göz ardı etmeyi seçmiş olabilir. Viggo Mortensen’in her işinde buram buram hissedilen yaratıcı enerji ve tutkuyu burada bulmak biraz daha zor olsa da, yine de ilk yönetmenliğine göre iyi bir iş ortaya çıkarmış. Mortensen’i sevenler izlediklerine pişman olmayacaklardır.