İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, usta yönetmenlerin son filmleri, yeni keşifler ve kült yapıtların aralarında bulunduğu 135 uzun ve 22 kısa metrajlı filmden oluşan zengin programıyla 41. kez sinemaseverlerle buluşuyor. İki yılın ardından sinema salonlarına dönen festivalde 12 gün boyunca, 14 bölümde 43 ülkeden 164 yönetmenin filmleri gösterilecek. Gösterimlerin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek sohbetler, konser ve özel etkinlikler de festival kapsamında yer alacak.
Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 41. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin ikincisiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Yarına Kadar (Ta Farda)
Özellikle İran Sineması’nı takip edenlerin 2013 yapımı Bishtar az do saat ile tanıdığı Ali Asgari, sanırım artık gerek kısaları gerekse uzun metrajlarıyla başarısını tescilledi. Asgari, kendine tıpkı ustalarının yolundan giden bir rota çizmektedir. Asgari, ülkesindeki baskıların, özellikle kadının yaşamını nasıl etkilediğini oldukça vurucu bir yerden veriyor. Bishtar az do saat’de partneriyle seks yaparken yaşadığı komplikasyon nedeniyle hastaneye başvurmak zorunda kalan bir kadının, şeriat kanunlarından dolayı yaşadığı akıl almaz çıkmaza şahit olmuştuk. Asgari, Yarına Kadar’da ise Tahran’da üniversitede okuyan genç bir kadının iki aylık bebeğini ailesinden saklama mücadelesine ortak oluyoruz.
Asgari’nin ikinci kısa metrajı Barbie’nin (2012) hikâyesinden yola çıkarak yarattığı Yarına Kadar, bir kez daha şeriat kurallarının geçerli olduğu bir ülkede kadının adının, haklarının, karar verme iradesinin olamayacağını çarpıcı bir şekilde aktarıyor. Kadının ilişki yaşamaya, evlenmeden çocuk yapmaya, çocuğunu bekâr bir anne olarak tek başına büyütmeye ve daha nicesine hakkı yoktur. Bu durum da neredeyse tüm İran filmlerinde gördüğümüz yalan söylemeyi beraberinde getirmektedir. Zira baskı, kuralları ihlal etmeyi, kural ihlali yalanı, yalan ise bazen geriye dönüşü olmayan yaşanmışlıkları getirmektedir. Bekâr bir anne olarak topluma, onun koyduğu erk temelli kurallara karşı mücadelesine ortak olduğumuz Feriştah ve arkadaşı Atife, yer yer tırnaklarımızı kemireceğimiz yer yer de sinir harbi yaşayacağımız soluksuz bir seksen beş dakikaya ortak ediyor seyirciyi. Ama en önemlisi patriarkal düzen tarafından zapturapt altına alınmaya çalışılan kadının, birbiriyle dayanışarak güçlendiğinin (güçleneceğinin) de altını çiziyor.
Yarına Kadar’ı izlerken henüz geçen yıl izlediğimiz L’événement (2021) sürekli zihnimi meşgul etti. Zira L’événement’de de partneriyle yaşadığı ilişki sonucu hamile kalan üniversite öğrencisi genç bir kadının kürtaj olma mücadelesini izlemiştir. 60’larda Fransa’da kürtajın yasadışı olması Anne isimli genç kadını büyük bir mücadelenin içine sokuyordu. Üstelik bu kez hikâye, Avrupa topraklarında yaşanmaktaydı. Günün sonunda coğrafya neresi olursa olsun kadına, kadının bedenine hükmetmeye çalışan, onu tahakküm altına almaya çalışan erkek egemen toplumun varlığı tüm riyakarlığı ile çıkmaktadır karşımıza. Fakat kazanan her zaman kadın ve onların kararlı mücadelesi, dayanışması olmaktadır. Festivalin Çiçek İstemez bölümünde gösterilen filmi 15 ve 19 Nisan’daki gösterimlerinde izleyebilirsiniz.
Kurtarıcı (La Croisade)
Dünyamızın kurtarılmaya ihtiyacı olduğu herkesin farkında olduğu bir gerçek. Peki bu ihtiyacı gidermek için gerçekten kolları sıvayan kaç kişi var? Kurtarıcılık misyonunun altına girmeye hangi “büyük güç” gönüllü oluyor?
Kurtarıcı, bizlere iklim aktivisti Greta Thunberg’ün 2019’da Birleşmiş Milletler Kongresi’nde yaptığı meşhur konuşmayı hatırlatırken, belki de çözümü büyüklerden değil küçüklerden beklemek gerek, diyor. Böylece on üç yaşındaki Joseph aracılığıyla tüm dünya çocuklarının gezegeni kurtarmak için çıktıkları yolculuk önümüze seriliyor. Çok radikal fakat ayakları yere basan fikirler üretip bu fikirleri hayata geçirmek için canla başla çalışan binlerce çocuk… Joseph’in ailesi başta ciddiye almaları gerektiğinden bile emin olamadıkları bu hareketin tam göbeğinde buluyorlar kendilerini. Baba Abel (Louis Garrel) yıllar içinde alıştığı konformizmden sıyrılamaz, oğlu Sahra Çölü’nde deniz oluşturma hayalleri kurarken kendisi çöpleri ayrıştırmayı kolaylaştıran sürdürülebilir çöp poşetleriyle vazifesini yerine getirdiğini düşünür. Anne Marianne (Laetitia Casta) ise eşinin bu rahatlığından gitgide daha çok rahatsız olurken oğlu sayesinde bir aktiviste dönüşür. Peki çölde deniz yapma fikri bir serap olmaktan öteye gidebilir mi? Greta Thunberg’in de dediği gibi “Dünya uyanıyor ve değişmek istiyor. Beğenin ya da beğenmeyin.”
Her anlamda burjuva hayata ve hatta yetişkin hayatına karşı eleştirilerle dolu olan bu film, adeta Z kuşağının ağzından yazılmış bir manifesto. Senaryo, 2021’in başlarında kaybettiğimiz efsanevi senarist, oyuncu ve yönetmen Jean-Claude Carrière ve Louis Garrel imzalı. Kurtarıcı daha çok oyunculuğuyla tanıdığımız Louis Garrel’in de ikinci yönetmenlik deneyimi. Bu iki ismin birlikteliğinden elbette mizah ve romantik ögelerle bezeli, 66 dakikalık keyifli bir anlatı ortaya çıkmış. 41. İstanbul Film Festivali’nin Antidepresan seçkisinde gösterilen filmi, 15 ve 18 Nisan tarihlerinde izleyebilirsiniz.
Yola Devam
İnsana bahşedilmiş en güzel özelliklerden biri belki “unutmak”. Her şeye rağmen, her şeye karşı, her şeyi unutabilmek. Yaşanmışlıkların üzerini zamanla örtmek ve nihayetinde yola devam etmek. Festvalin Genç Ustalar kategorisinden İranlı yönetmen Panah Panahi’nin drama türündeki yapımı Yola Devam, bu cümleleri tadı damakta kalan bir üslupla beyazperdeye aktarıyor.
Hayat şartlarından ötürü oğullarından birini kaçak olarak yurt dışına gönderip orada kendine bir hayat kurmasını sağlamaya çalışan hüzünlü, yaralı, fakat bir o kadar neşeli bir aileyi izliyoruz film boyunca. Tüm duygu fırtınaları bir araba ve sanki sonsuzluğa uzanan bir yolda geçiyor. Ailenin haşarı küçüğü, arka koltukta bacağı kırık olduğu sanılan babasıyla beraber, büyük çocuk ile kâh ağlayıp kâh ortalığı kahkahaya boğan annesi ise önde gidiyorlar. Hepsinin üzerinde yolda ayrılacakları, ancak nereye gideceğini dahi bilmedikleri oğullarından ayrılmanın hüznü. Hepsinin üzerinde bagajdaki hasta köpekleri Jessie’nin ölüme doğru anbean gittiğini bilmenin gerginliği. Hepsinin üzerinde her şeyin güzel olacağına dair ısrarlı bir umut. Belirsizlik, Tahran çöllerinin kumlu rüzgârları gibi kasıp kavuruyor içlerindeki yangınları.
Baştan sona bilinmeyenlerle dolu olan ve bu ketumluğunu koruyan film, izleyiciyi ailenin doğallığıyla kendine bağlayıveriyor. Salonda da gözyaşları ve kahkahalarla karşılanan sahneler, sevimli çocuğun tabiri caizse büyümüş de küçülmüş hâlleriyle daha da sıcak kavrıyor. Film sona erdiğinde görüntü yönetmeni Amin Jafari’ye sormadan edemiyoruz: “Minik oyuncumuz bu şekilde hareketliyken çekimleri nasıl yapabildiniz?” Filmin çekim sürecinde dahi çocuğun aynı hareketliliğini koruduğunu, hatta oyuncuların ondan kaçtığını söylüyor Jafari. Ancak sahne sırası gelip kamera karşısına geçtiği anda profesyonel bir şekilde oyununu sergilediğini de dile getiriyor. Böylesi gelecek vadeden ustalarla dolu genç kadro, bir ilk uzun metraj yapımı için oldukça iyi. Siz de sıcacık ve keyifli bir aile saati geçirmek isterseniz filmin 16 ve 18 Nisan’daki gösterimini kaçırmayın!