İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, usta yönetmenlerin son filmleri, yeni keşifler ve kült yapıtların aralarında bulunduğu 135 uzun ve 22 kısa metrajlı filmden oluşan zengin programıyla 41. kez sinemaseverlerle buluşuyor. İki yılın ardından sinema salonlarına dönen festivalde 12 gün boyunca, 14 bölümde 43 ülkeden 164 yönetmenin filmleri gösterilecek. Gösterimlerin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek sohbetler, konser ve özel etkinlikler de festival kapsamında yer alacak.
Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 41. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin beşincisiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Nitram
Nitram, Avustralya tarihinin en kanlı olaylarından Port Arthur Katliamı’nın hemen öncesine götürüyor seyirciyi. Justin Kurzel, Nitram’da kendisinin ve birçok kişinin kafasına takılan soruyu cevaplandırmak istiyor. Üstelik Kurzel’in kafasındaki soru, onu doğduğu topraklara götürüyor. Bu anlamda Kurzel, bir yandan da kendi ülkesine, geçmişine de içtenlikli bir bakış atıyor. Kökleriyle, değerleriyle yüzleşiyor. Ama bir yandan da Nitram, her anlamda evrensel bir meseleyi irdeliyor. Peki, nedir bu meseleler, cevaplanmayı bekleyen sorular? Kurzel’in kafasındaki sorular aslında çok tanıdıktır: “Bir bireyin psikopat, seri katil olmasında çevresel etkenler mi daha ön plandadır? Yoksa genler mi?” Tam da bu sorular nedeniyle Nitram, Lynne Ramsay imzalı We Need To Talk About Kevin (2011) ile çok ortak bir yerde durmaktadır. We Need To Talk About da seyirciyle buluştuktan sonra oldukça farklı tepkiler almış ve birçok insanı bu içinden çıkılmaz tartışmaya bir kez daha hararetle sokmuştu. Ramsay, Amerika’daki okul katliamlarından yola çıkmış ve en büyük cezayı da anneye (Tabii filmden bu iddianın aksi de okunmaktadır.)kesmişti.
Nitram’da da Avustralya’daki bir katliamdan yola çıkılıyor ve yine yaşananların en büyük müsebbibi olarak ebeveynler gösteriliyor. Asla gerçek ismini öğrenemediğimiz karakterimizin çocukluğunda yaşanan bir olay ile başlayan film, toplum olarak farklı olduğunu anladığımız bireyleri ötekileştirmemizden, Avustralya gibi ülkelerdeki silahlanma rezaletinden, okullardaki akran zorbalığından tut da her detayın altını itinayla çiziyor. Duygusuz, otoriter bir anne, kendine bile hayrı olmayan, çocuk sevmenin onun istediği her şeye izin vermek olduğunu sanan bir baba ve onlardan kalır yanı olmayan diğerleri… Kurzel, tüm bu kuşatılmışlığın içine her anlamda örnek teşkil eden Helen karakterini yerleştirerek zıtlıkların çarpıcı etkisinden de yaralanarak hikâyeyi daha güçlü bir hale getiriyor.
Bu vurucu hikâyeyi anlatırken Kurzel’inşiddetten asla beslenmemesi de takdire şayan. Bazen olanları ya da olacakları sezdirmek çok daha etkili olabiliyor ne de olsa. Ki film bittikten sonra siyah ekrana yansıyan gerçek bilgiler, izlenilen nice kanlı sahneden çok daha vurucudur. Filmin 15 ve 16 Nisan’daki gösterimlerini kaçırmamanızı şiddetle tavsiye ederim.
Bıçağın İki Yüzü (Avec Amour Et Acharnement)
Claire Denis’nin yeni filmi Bıçağın İki Yüzü, İstanbul Film Festivali’yle Türkiye’deki izleyicilerin karşısına çıktı. Usta oyuncular Juliette Binoche, Vincent Lindon ve Grégoire Colin’in başrollerini paylaştığı film, seyircisini toksik bir aşk üçgeninin ortasına bırakıyor. Sara(Binoche) ve Jean(Lindon)’ın aralarındaki saf aşk, eski bir sevgili ve arkadaş olan François’nın ortaya çıkmasıyla kirlenmeye başlıyor.
Denis’nin dar alanlarda tansiyon yaratma yeteneği elbette Binoche’un harika oyunculuğuyla taçlanıyor ve Sara karakterinin paranoyak bir âşık olarak portresini önümüze net bir şekilde koyuyor. Filmin Fransızca isminin direkt çevirisi “Sevgi ve Kararlılık” iken, İngilizcede “Bıçağın İki Yüzü” ve “Fire” isimleri de kullanılıyor. Film bize gerçekten ne demeye çalışıyor, sorusuna cevap ararken bu 3 farklı isim, filmin kendisinin de bu konuda biraz kararsız kaldığı hissini yarattı bende. Zira yönetmen “aslında” neler olduğunu çok da anlatmadan, Sara karakterinin Jean ile bir türlü diyaloğa çeviremediği konuşmalarından kırıntılarla beslemeye çalışıyor izleyiciyi. Üstelik filme eklemeye çalıştığı yan hikâyeler (Jean’ın ailesiyle ilişkisi, Sara’nın radyoda yaptığı politik röportajlar, ırkçılık konusu) filmin bir aşk filmi olmaktan öteye gitme çabalarını pek de karşılayamıyor bana kalırsa.
Yakın plan çekimler, her detayıyla büyük önem taşıyan mekânlar ve başkarakteriyle aramızda kurduğu empati duygusuyla Denis, bu filmiyle Berlin’de En İyi Yönetmen ödülünü almıştı. Bıçağın İki Yüzü’nü 13, 14 ve 20 Nisan tarihlerindeki gösterimlerinde izleyebilirsiniz.