43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak. Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlüklerinin altıncısıyla karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Kapa Gözlerini / Cerrar los ojos (Yön. Víctor Erice, 2023)
Emektar yönetmen Víctor Erice’nin son yapımı Kapa Gözlerini, film içinde film ile başlıyor. Baştan sona izlediğimiz bir sahnenin arkasından aslında izleyeceğimizi anladığımız asıl filme geçiyoruz. Bir sahnesini başta izlediğimiz filmin yönetmeninin, bizde de bir ara benzerinin yayınlandığı bir reality show programına katılmasıyla olaylar gelişiyor. Yönetmen, filmin çekimleri sırasında ortadan kaybolan ve adeta sırra kadem basan başrol oyuncusu Julio Arenas’ı tekrar düşünmeye başlıyor. Üstelik TV programından sonra ölmediğini ve nerede yaşadığını öğreniyor.
Kapa Gözlerini, tam olarak yarım kalan film, o filmde kullanılan genç bir kızın fotoğrafı ve oyuncu Julio Arenas’ın kaybolan hafızası üzerine inşa edilen bir yapım. Julio’nun ve biz seyircinin, film çekimindeki genç kızın fotoğrafını görmesi esas filmin kırılma noktası oluyor. Ve o ikonik fotoğraf filmin neredeyse her bir anına her anlamda nüfus ediyor. Bu anlamda da çoğunlukla akıllara Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı (1966) filmini getirdiğini söylemek mümkün. Usta yönetmen Erksan gibi bir başka usta yönetmen Erice’nin bir suret üzerinden tüm hikâyeyi kurmaları karşısında saygı duymamak elde değil. Tabii Julio Arenas karakterine hayat veren José Coronado’nun mükemmel ötesi oyunculuğunun her şeyin önüne geçmesi de tartışılmaz bir gerçek olmalı.
Filmi bugün 16.00’da Atlas 1948’de izleyebilirsiniz.
Mükemmel Günler / Perfect Days (Yön. Wim Wenders, 2023)
Bu yıl festivalin de konuğu olan Wim Wenders’in Japonya’da, Japon bir oyuncuyla (Koji Yakusho) ve Japon bir senarist / yapımcı (Takuma Takasaki) ile çektiği son filmi, efsane aktör Yakusho’ya Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü getirmişti. Aynı zamanda Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar kısa listesine de kalan Mükemmel Günler, tam anlamıyla usta yönetmenin imzasını taşıyor. Wenders; tıpkı Paris,Texas’da (1984) olduğu gibi yalnız bir adamı takip ediyor. Fakat bu kez her şeye rağmen hayattan zevk almasını bilen, nerede olduğunun, ne yaptığının farkında olan ve o hayatı olanca haliyle kucaklayan biridir peşi bırakılmayan Hiyarama. Her sabah gün ışığını selamlayarak hayata bir tebessüm savuran Hiyarama: kitaplara, ağaçlara, müziğe, fotoğrafa tutkun biridir. Lakin geçmişine pek de hâkim olamadığımız, şimdisinin tadına ise yudum yudum baktığımız Hiyarama; sarsıcı olayların, göz yaşlarının sel olduğu buluşmaların, her şeyin tamamıyla sarpa saracağı kırılmaların yaşandığı bir yaşantıya değil başından sonuna rutininin asla sekteye uğramayacağı bir hayata sahiptir.
Wenders, ne kadar usta bir yönetmen olduğunu bir kez daha Mükemmel Günler ile ispatlamış oluyor. Zira iki saat gibi bir süre zarfınca Hiyarama’nın ufak tefek dokunuşlarla minik nüansların yaşandığı rutin hayatını zevkle seyretme deneyimini başka türlü açıklayabilmek pek mümkün değil. Yakusho’nun nerdeyse hiç konuşmadan icra ettiği harikulade oyunculuğu, seyircinin kulağının pasını silen ve dijital müzik zevkine nanik yapan müzikleri, adeta tavsiye niteliğindeki edebiyat göndermeleri, yine analog günlere selam çakan matbu fotoğrafları, siyah-beyaz rüya sahneleriyle yapılan sahne geçişleri ve daha nicesini barındıran Mükemmel Günler, yeni bir Paris, Texas olmuş adeta.
Filmi bugün 13.30’da Kadıköy Sineması’nda veya 27 Nisan Cumartesi 19.00’da Atlas 1948’de izleyebilirsiniz.
Dik Dur/ Power Alley/ Levante (Yön. Lillah Halla, 2023)
Sporcu bursu seçmeleri sırasında planlanmayan bir gebelik yaşayan Sofia, sağlık raporu almadan önce kürtaj olmak zorundadır. Yaşadığı ülkenin siyasi koşulları gereği kürtaj olmaya hakkı yoktur. Bu sebeple Uruguay’a yasadışı işlem için gitmesi gerekmektedir; ancak reşit olmadığı için yanında velisi olması zorundadır.
Genç yetişkinlik dönemin en problemli dinamiklerinden biri olan cinsel eğitim ve korunma, neredeyse dünya çapında büyük bir sorun oluşturmaktadır. Henüz reşit olmayan çoğu genç, çocuk denebilecek yaşta anne-baba olmaya maruz kalıyor. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde siyasi ve dini baskıların yoğun bir şekilde gençlerin hayatlarında söz sahibi olduğunu görüyoruz. Söz konusu kadın bedeni olduğunda toplumdaki bu baskı hâliyle daha da artış gösteriyor. Kürtaj gibi önemli bir konuyu henüz on yedi yaşındaki genç bir kadının bakışından anlatan Lillah Halla, yaşadığı toplumun da bir nevi röntgenini çekiyor. Brezilya’nın tutucu bir mahallesinde geçen hikâyede Sofia ve grup arkadaşları kolektif bir şekilde erkek egemen topluma karşı savaşmayı seçiyor. Hamile olduğu için maça çıkması yasaklanan Sofia tam da final günü takımdan atılıyor. Hem hayalleri, hem yıllar süren emeği hem de bedeni üzerinden şekillenen baskıcı bir rejime karşı mücadele ediyor. Bu bağlamda yönetmenin hassas olan her konuya değinme çabasını da tebrik etmek gerek.
Filmin önemli detaylarından biri kız kardeşlik bağı olarak kendini inşa etse de bana kalırsa baba kız ilişkisindeki şeffaflık ve güven bağı önemli bir rol oynuyor. Hamile kaldığını söylediğinde babasının tepkisi sert olsa da sonrasında Sofia’nın en büyük destekçisi yine baba oluyor. Orta doğu toplumlarında asla kabul edilmeyecek bu davranış belki çok ütopik bir şekilde görülebilir. Ancak Lillah Halla, doğru olan tek yaklaşımın bu olduğunun altını çizercesine yeniden gündeme getiriyor. Dik Dur, kadın c*nayetleri, namus, bekaret gibi konuları sadece ahlak temsili üzerinden kadına yükleyen patriarkal sisteme her ne olursa olsun dik durulması gerektiğini öğütleyen bir manifesto etkisine sahip. Katıldığı birçok festivalden ödüllerle dönen Dik Dur, tüm manipülasyonlara rağmen kardeşlik bağı ve kadın dayanışması hakkında yeniden düşünmemiz gerektiğine ve birlik olmanın gücüne vurgu yapıyor.
Filmi 24 Nisan Çarşamba 21.30’da Cinewam City’s 3’de izleyebilirsiniz.
Turbo (Yön. Cem Özüduru, 2023)
Festivalin belki de en tartışmalı filmlerinden biri olan Turbo’yu erkeklik kodlarıyla harmanlanmış bir eleştiri filmi olarak ele almak istiyorum. Yönetmenin kendisinin de hassasiyetle belirttiği üzere gündelik hayatlarımızda çokça kez karşılaştığımız öteki çocukların yaşantısına konuk oluyoruz. Kenar mahalle deyimi ve o mahallede gerçekten yaşayanların dünyasını nasıl yansıtabiliriz sorusunun belki de defalarca kez sorulduğunu ve bunu kadın düşmanı gibi görünmeden nasıl kotarırız diye düşünüldüğünü umuyorum. Bu sebeple filme şans vermeyi denedim. Açıkcası ekibin samimiyeti, karakterlerin gerçekliği, İstanbul’un tekinsiz temsili olabildiğince saf ve şeffaf bir şekilde ele alınmaya çalışılmış. Film yoğun bir şekilde küfürlü diyaloglara sahip. Hâliyle küfürlerin neredeyse tamamı cinsiyetçi bu sebeple rahatsız edici bir üsluba sahip.
Her ne kadar içlerinde yaşamasak da bir gün mutlaka denk geldiğimiz bu tarz insanları hepimiz bildiğimiz için izlediğimiz sahneler hep bir yerleden tanıdık geliyormuş hissi veriyor. Bu noktada filmin atmosferine girmek kolay olduğu kadar zor da olabiliyor. Özel hayatlarımızda gördüğümüz an yolumuzu değiştirmek isteyeceğimiz bu insanları gönüllü bir şekilde izlemeyi tercih ediyoruz. Çirkin olan ve rahatsız edici görünen her şeyin bir andan sonra gözüme normal gelmeye başlaması gibi filmdeki detayları da izlemeye devam ediyoruz. Turbo’nun sürekli kendi içinde değişen bir güç dengesi var. Bu tartımın erkek egemenliğine alaycı bir yaklaşım olarak özellike tasarlandığını söyleyebiliriz. Devlet, erk, polisler, erkek olmak, askere gitmek, kurban kesmek gibi erkek dünyasına ait bu arzu nesnelerinin eleştirel bir üslupla ele alındığını görüyoruz. Kendilerini sürekli eleştiren bu erkek grubu adeta nasıl erkek olunmaz? sorusunun görsel örnekleri olarak özellike tasarlanmış. Gecenin karanlığında gittikleri her yerde sorun çıkaran, sürekli küfürler eden, bu erkeklerin aslında kendi içlerinde birtakım sosyal çürüme örneği temsil ettiğini dile getirmek gerek. Sürekli dönen cinsellik ve kadın muhabbeti, seviyesiz şakalar, son ses müzik ve Şahin ile gidilen bu gece yolculuğu dört yakın arkadaşın kendi içlerine döndüğü, erkeklik olgularının eleştirildiği bir sorgulamaya ve ruhsal çözülmeye dönüşüyor.
Aşît (Yön: Pınar Öğrenci, 2022)
Pınar Öğrenci’nin yönetmen koltuğunda oturduğu Aşît, Van’ın ücra bir noktası olan Müküs’ün travmatik tarihine odaklanıyor. Belgesel, Türkiye’deki şiddete dayalı siyasi hakimiyetin sonuçlarına ilişkin araştırmasını anlatıyor.
Aşît kelimesi anlamıyla Müküs’te yaşamış ve yaşayan olan Kürtler ve Ermeniler için farklı anlamlar taşır. Dağların zirvelerinden hiç eksik olmayan kalın ve tehlikeli kar tabakasının Kürtçe iki anlamı vardır “çığ ve felaket; Ermeniler içinse çığ tehdidi ve “Meds Yeghern’’ olarak andıkları 1915’teki “Büyük Felaket”in adıdır.
Belgesel, yazar Stefan Zweig’ın, satranç oyunun faşizm karşısında bir hayatta kalma savaşına dönüştüğü romanı Satranç’tan (Schachnovelle, 1941) esinleniyor.
Yönetmen Pınar Öğrenci, Ermeni toplumu için bir sembol olarak görülen; kendisinin de doğup büyüdüğü Van şehrinin uzak bir bölümünde Ermeni toplumunun coğrafya, alışkanlıklar, gelenek, dil ve anılarda bıraktıkları izleri ve travmaları ortaya çıkarmak için tanıkların sözlü anlatılarından, fotoğraf/ video arşivlerinden ve şehirde yaptığı güncel çekimlerden yararlanıyor. Şehirdeki kış manzarasının güzelliği ve sessizliği hem Öğrenci’nin görüntüler üzerine eklediği çarpıcı gerçeklerle hem de Ermeni sürgün müzisyen Hayrik Muradyan’ın kalp acıtan şarkılarıyla bozuluyor.
Aşît, Müküs’ün bugününden geçmişine faşizmin, zalimliğin acının izini sürüyor. Ciddi bir arşiv çalışmasına sahip olan belgesel sinematografik olarak da klasik belgesellerden farklı bir görsel dile sahip. Müküs’ün güncel görüntüleriyle arşiv görüntülerini üst üste getirerek oluşturduğu görsel dünya izleyicisini filmin içine alıyor. Çok fazla dış sesin kullanılmaması; hikâyelerin yazıyla ya da sadece görsellerle anlatılmış olması belgeseli farklı bir noktaya taşıyor.
Yolları kışın hâlâ kapanan, çığ tehlikesi taşıyan, yerel halkının seçtiği yöneticler yerine kayyum atanan 90’lı yıllarda köyleri zorla boşaltılan, halkı silahlandırılan geçmişinde kıyımlara sürgünlere tanıklık eden Müküs’e bakmak faşizmin arkasında bıraktığı kan izlerini takip etmeye eş değer.
son yazıda yazar adı belirtilmemiş. ekin taneri galiba.