Bu yazıda Frankenstein, Wake Up Dead Man: A Knives Out Mystery, Ballad of a Small Player ve Steve filmlerine dair izlenimler paylaşılacaktır. Filmlerin içerikleri çok derine tartışılmayacak olmakla beraber yazı spoiler içerebilir.
TIFF’in prestijli ve Oscar habercisi olan People’s Choice (Halkın Seçimi) Ödülü bugün açıklandı ve açıkçası bu listedeki filmlerden birisi olmaması çok da şaşırtıcı değil. Hamnet’in kazanması beklenen bir durumdu; bir önceki izlenim yazımızda bahsettiğimiz üzere de çok sayıda rakibi olmasa bile öne çıkan filmlerden biriydi. Bu gidişatla, Oscar töreninde de En İyi Film Ödülü’nün en güçlü adaylarından biri olacağı açık. Aynı şekilde Uluslararası People’s Choice Ödülü’nü eve götüren Park Chan-wook’un No Other Choice filminin de Hamnet’in izinde Oscarlar’a gideceğini tahmin ediyoruz. Festivalde verilen ödüllerden en şaşırtıcı ve çoğu festival seyircisi tarafından anlamlandırılamayanı da oldukça tartışmaya sebep olan, 7 Ekim olayları sırasında rehineleri kurtarma görevini üstlenen İsrail Savunma Kuvvetleri’nden emekli bir general hakkındaki The Road Between Us: The Ultimate Rescue belgeseli oldu. Festival programından belgeselin çekilip tekrar davet edilmesi fiyaskosundan sonra gelen İsrail yanlısı tepkileri de göze alırsak, bu sonuç o kadar da şaşırtıcı olmaktan çıkacaktır. The Voice of Hind Rajab, With Hasan in Gaza, Palestine 36 gibi Filistin’de yıllardır devam eden soykırıma mercek tutan filmlerin de bulunduğu festivalde odağı stratejik bir şekilde tekrar 7 Ekim’e geri getirmeye çalışan belgeselin bu ödülü kazanmasının da son derece ironik olduğunu belirtelim.
Toronto Film Festivali izlenimlerimize Netflix prodüksiyonu olan ve festivalde dünya, Kuzey Amerika veya Kanada prömiyerini yapmış dört filmle devam ediyoruz: Frankenstein, Wake Up Dead Man: A Knives Out Mystery, Ballad of a Small Player ve Steve. Bu yapımlar uzun süredir beklenen ve beklentilerin yüksek olduğu filmler olduğu için özellikle ilk iki prömiyer, No Other Choice filmiyle birlikte, festivalin en dolu gösterimleri olmaları yanında alan da sabah saatlerinden başlayarak filme girebilmek için sırada bekleyen insanlarla doluydu. Dün akşam açıklandığı üzere Frankenstein ve Wake Up Dead Man People’s Choice Ödülü’nün Hamnet’ten sonra ikinci ve üçüncü gelen filmleriydi. Ödüllü yönetmen ve oyuncularla dolu bu filmlerin birtakım hayal kırıklıkları yaratmasının sebebi kötü filmler olmaları değil verdikleri sözleri tutamamalarıydı. Yapımlara bağlı güçlü isimlerin altından kalkamayan, görsel olarak etkileyiciliğini kaybetmekte olan, temasal meselelerini de şu noktada alışılmış anlatı ve kurgu teknikleriyle ortaya koyan bir sinemasal ifade ile karşı karşıyayız. Netflix estetiğini fazlasıyla barındıran bu filmlerin, birkaç hafta sinemalarda gösterildikten sonra direkt Netflix’te yayınlanacak olması, sinemaseverler için giderek endişe verici bir eğilimi işaret ediyor. Bu tarz endişelerin yanında bu filmlerin bize verecek hiçbir şeyleri yok da değil. Özellikle Frankenstein ve Wake Up Dead Man, seyircilere o özledikleri nostalji hissini verecek ve onları eğlendirecek bir yapıya sahip olmakla beraber öncülerini hatırlatacak ve aynı zamanda da onlardan önemli noktalarda ayrılacak kadar cesur.
Frankenstein (Yön. Guillermo del Toro)
Birkaç hafta önce Telluride Film Festivali’nde gösterilmiş olsa da Kuzey Amerika prömiyerini resmi olarak TIFF’te yapan Frankenstein, del Toro’nun kariyerinin zirvesi ve nihai eseri olarak pazarlanmış, hayranları tarafından da yıllardır beklenen bir projeydi. Beklentilerin büyüklüğünü göze alırsak film kendi içinde ne kadar tam ve pürüzsüz olursa olsun, yetişmeye çalıştığı ideallerin ve yarıştığı efsanelerin kusursuzluğuna ulaşamayacağı neredeyse kesindi. Ulaşması gerekmediğini tartışabiliriz; fakat onlarca Frankenstein uyarlamasının seyircinin zihnindeki imgesel izlerine özgün bir tane daha eklemesi gerektiğini düşünmemek elde değil.
Mary Shelley’nin gotik bilim kurgusunun uyarlamalarının ve izlerinin yarattığı sinemasal ifadenin, korku türü için en üretken alanlardan biri olduğu tartışılmaz. Frankenstein (1931) filminde Boris Karloff’un Yaratık tasviri şimdiye kadar çoğu uyarlamaya musallat olan, hayal gücünde Yaratık karakterine belli bir çerçeve çizen, üretken olduğu kadar kısıtlayıcı da olabilen bir tasvir olmuştu. Del Toro’nun filminin en güçlü yanlarından biri de bu tasvire sırtını dayamayıp korku dünyasını Yaratık değil Frankenstein’ın karakter incelemesi üzerinden inşa etmesi, Shelley’nin dünyasına göreceli olarak sadık kalması aslında. Karakterlerini içine koyduğu görsel dünyanın zenginliği ve gotik estetiği, diğer Netflix dönem filmlerini anımsatan, sahne tasarımını ön plana çıkaracak geniş plan çekimlerden besleniyor. Karakterler ise bu geniş görsel şölende, adım adım inşa edilmiş bu görkemli evrende kayboluyor; bu da temsil sıkıntısına yol açıyor. Daha doğrusu, karakterler sıkıntılarını, yönetmen de aktarmaya çalıştığı evrensel mesajları senaryo düzeyinde, göze sokarak anlatmaya çalışırken bu görkemli evren de bu çıkmazın savunması hâline geliyor. Del Toro sinemasının canavara olan sempatisi bu filmde de buram buram hissediliyor ama bu sefer yönetmen, hikâyeyi takip eden efsanelerin ağırlığının üstesinden gelemiyor.
Wake Up Dead Man: A Knives Out Mystery (Yön. Rian Johnson)
Rian Johnson’un Knives Out serisinin son filmi olan Wake Up Dead Man, TIFF’in belki de en çok beklenen dünya prömiyeriydi. Yine birçok büyük isimle perdelere geri dönen serinin üçüncü filminde, bu sefer de Dedektif Benoit Blanc’ı bir kilisede, işlenmesi imkânsız olan bir cinayeti çözmeye çalışırken buluyoruz. Filmin uyandırdığı gizem ve merak hissi, suçun imkânsızlığına rağmen diğer filmlere kıyasla çok daha az. Belki de bunun nedeni ilk iki filme oldukça benzer formül ile inşa edilmiş olan anlatım yapısı. Bu tanıdık yapı seyircide sahte bir nostalji hissi oluşturarak onu rahatlatıyor aslında. Aynı zamanda da güvenli bir ortama koyuyor onu; çünkü Benoit Blanc bu cinayeti çözecek, suçlu bulunacak, yanlış olan her şey bir şekilde yoluna koyulacak. Bunların olmamasının bu evrende imkânı yok. Haksızlık etmeden de söyleyelim ki bu filmlerin çekici tarafı da aslında bu.
Mekân seçimleriyle her zaman gizem etkisini tavana çıkarmayı başaran seride rahiplerin gizemli dünyasına giriyoruz bu sefer. Küçük bir kasabada birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan birkaç inançlı kilise müdavimi ve aralarındaki karmaşık ilişkiler ağı, kiliseye yeni katılan eski boksör yeni rahip Jud’ın gelişiyle daha da karmaşıklaşıyor ve gerilim tavan yapıyor. Hikâyenin ortasında giriyoruz filme. Jud cinayete kadar olan olayları Benoit Blanc’e anlatıyor; sonra da ikisinin de bildiklerinin sonuna geliyor ve onların gizemi çözmesine ortak oluyoruz. Frankenstein’da göze sokulan temalar burada da farklı fakat eşit derecede bariz şekilde seyirciye aktarılıyor. Kilisedeki yüzleşme sahnelerindeki karanlık ve aydınlık tezatları senaryoda işlenen aynı temalarının üstünü tekrardan çiziyor. Bu teknikler mekânın görkeminin de yardımıyla görsel olarak etkileyici kareler yaratırken, Netflix yapımlarında gittikçe yaygınlaşan, seyirciye düşünecek ve nefes alacak alan bırakmayan boğucu barizliği bir kere daha sorgulatıyor.
Ballad of a Small Player (Yön. Edward Berger)
Edward Berger, son filmi Conclave (2024) ile sekiz dalda Oscar’a aday olup En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü’nü de eve götürmüştü. Hemen peşinden gelen ve Kanada prömiyerini festivalde yapan son filmi Ballad of a Small Player ise Conclave’den hatırlayacağımız başarılı sahne tasarımı seviyesine öyle bir hırsla çıkmaya çalışıyor ki film bunun dışındaki amacının ne olduğunu bulamıyor. Makau’da ihtişamlı bir otelde kalıp her gece poker oynayarak plansız bir şekilde yaşayan kumarbaz karakterimiz, Colin Farrell’ın oynadığı Lord Doyle, zamanla bir yarış içinde: 24 saat içinde 45 bin dolar bulup otele olan borcunu ödemeli, yoksa evi olan Birleşik Krallığa geri postalanacak.
Conclave’e kıyasla çok daha kaotik ve telaşlı bir yapısı olmasına rağmen birtakım seçimler önceki filmi anımsatıyor. Temiz ve keskin çizgilerle ve geniş planla çekilmiş çerçevelerden yakın çekime yapılan geçişler bu filme Conclave’de olduğu gibi uymuyor. Bunun nedeni ise Conclave’in anlatımında alınan risklerin çıtayı çok yükseltmiş olması. Aynı çekim tekniklerin kullanıldığı, gerilim hissini kuvvetlendiren ve onlara dile dökmesi zor anlamlar yükleyen bu tekniklerin Ballad of a Small Player’da sonucu hiçbir yere çıkmıyor; mükafatı hiçbir şekilde yok. Büyük soruları cevaplamaya çalışmayı bırak bunları sormaya tenezzül bile etmiyor; bu da filmin, sahne tasarımının sahte ihtişamının altından kalkamamasına neden oluyor. Bu gerçekten de Netflix prodüksiyonu filmlerde ortak olan ciddi bir sorun. Filmin en umut verici kısmı ise Tilda Swinton’ın Cynthia karakterinin belirip anlatıya sürreal ve absürd kırıntılar aşıladığı sahneler. Özellikle jenerik sonrası dans sahnesi mizahi açıdan oldukça ümit verici. Ne yazık ki bu kırıntılar filme can vermek için yeterli değil.
Steve (Yön. Tim Mielants)
Üstte bahsedilen filmlerden küçük ölçekli olması nedeniyle ayrılan Steve, dünya prömiyerini TIFF’te yapan filmlerden biriydi. Sorunlu erkek çocuklarını ıslah etmek için kurulmuş yatılı bir okulda müdürlük yapan Steve’in iş ve kişisel hayatının içinden çıkılmaz düğümlerini anlatan film, listedeki diğer Netflix filmlerine kıyasla daha deneysel yollara başvurmaya çalışan bir yapım. Oldukça fevri ve dengesiz kamera hareketleri ile video kaydı görüntülerini harmanlıyor film. Hem bu ciddi anlamda tehlikeli çocuklara empati ve şefkatle yaklaşmaya çalışan Steve’i, hem çok emek verdiği okulunun kapatılma tehdidiyle alkol ve uyuşturucuyla başa çıkmaya çalışan Steve’i, hem de dışarıdan algılandığı şekilde Steve’i görüyoruz. Okul hakkında belgesel çeken TV yapımcılarının öğrenci ve öğretmenlerle röportajları ve video kayıtları ile okulda olanları izlerken aynı zamanda olanları içeriden, öğretmenlerin ve çocukların arasından gözlemliyoruz. Bu iki bakış açısının yan yana konulması da kaos ortamını besliyor. Filmin ortalarına doğru gelen, drone’la çekilen sekans ise hem bu farklı perspektifleri harmanlamaya çalışan, dışarıdan bir bakış görevi görüyor hem de filmin dar ve boğucu dünyasından seyirciyi birkaç saniyeliğine çıkarıyor.
Steve çok sayıda meseleyi masaya yatırıyor: Bağımlılık, şiddet, eğitim sisteminin yetersizliği, cinsel taciz, ergen psikolojisi ve daha niceleri. Bunların hepsi olası birer tema ve olay örgüsü olarak tanıtılıyor ve geçiliyor. Bunların yarattığı kaosun yankılarını ve karakterlerin tepkilerini bahsedilen teknikler ile izliyoruz fakat bu konuların hiçbiri filmde işlenmiyor. Hatta genelde şok etkisi ve genel geçer bir mesaj için feda ediliyor. Mesela bu kurmaca okulun tüm amacı sorunlu çocukların eğitilip topluma geri kazandırılması olmasına rağmen aslında bu eğitimin tam olarak nasıl verildiğini görmüyoruz. Bu çocukların ‘kurtarılması’ tam olarak nasıl bir yol izliyor? Belki de filmin adının Steve olması bize bir ipucu vermeli. Buna rağmen Steve karakteri bile aslında tamamen yapamadıklarının (ki yaptıklarını hiç görmüyoruz) altında ezilen bir karakter olmaktan çıkamıyor.