Bahamalı Sidney Poitier, Lilies of the Field (1963) filmindeki oyunculuğuyla en iyi erkek oyuncu dalında Oscar’ı kazanan ilk siyah oldu. Aynı filmdeki oyunculuğuyla ayrıca o yıl Altın Küre’yi de kazanmıştı. Onu anlatmaya değer kılan ise bu ayrımcılık duvarlarını büyük uğraşları ve muhteşem oyunculuğu sayesinde kırmış olmasıdır. Oyunculuk hayatına, New York’ta bulunan American Negro Theathre’da temizlikçilik yapması karşılığında oyunculuk dersleri alarak başladı. New York’a geldiğinde ise hayatta kalmak için yaptığı ilk iş bulaşıkçılıktı. Hem oyunculuk hem yönetmenliğiyle Amerika ve dünya sinemasında etki yaratan Poitier, önce Broadway’de dikkat çekti, sonrasında ise No Way Out (1950) filmiyle Hollywood’un kapılarını zorlamaya başladı.
Poitier’i daha iyi anlamak için başvurduğum otobiyografik, Life Beyond Measure isimli torununa yazdığı mektuplardan oluşan kitabında, yaşadığı ekonomik zorlukları, kalacak yeri olmadığını, ailesiyle ilişkilerini ve dönemin siyasi atmosferi içerisinde yaşadıklarını çok duygulu bir biçimde aktarır. Oyunculuğa başlama hikâyesi de zorluklarla doludur elbette.
Bir gün gazetede iş ilanlarına bakarken American Negro Theatre’ın “Oyuncu Aranıyor” ilanını görür ve başvurur. Kitaptan bir kısım okunmasını isterler ancak Bahamalı aksanı ona zorluk çıkarır. Oradaki görevlinin Poitier’e karşı olumsuz tavrı onu daha da hırslandırır. Görevli ona, “Buradan defol ve insanların zamanını boşa harcama. Git bulaşıkçı ol.” demiştir. Ona verilen insani değeri bir kez daha anlamıştır ve bundan çok daha iyisine layık olduğunun bilincindedir. Ve vazgeçmez. Okuma ve edebiyatla olan ilişkisini geliştirip tekrar gider ancak yine reddedilir. Bu sefer akıllıca davranır ve tiyatroda temizlikçi olarak çalışmayı teklif eder. Bir dönem temizlikçilik yapar, ikinci döneminde ise oyunculuk dersi karşılığında çalışmaya devam edecektir. Bu eğitimin sonrasında da oyunculuğa adım atmış olur. Anna Lucasta turnesinde haftada 75 dolar alacağını öğrendiği ânı “Sanki öldüm ve cennete gittim.” diye ifade eder.
Poitier’e Oscar’ın verildiği an;
Özellikle 40’lar ve 50’lerde siyahların oynayabileceği roller belliydi. Başrolde oynayan oyuncu yok denilebilecek kadar azdı. Poitier bunu değiştirebilmek için yeteneğini akıllıca kullanan bir oyuncuydu. Kitapta da özellikle altını çizdiği nokta, siyahların güçlü ve önyargılarla baş edebildiğini gösteren filmlerde yer almayı tercih etmesiydi. Oynadığı filmler Güney’de yasaklanmıştı ve filmlerde yer alan pek çok kişi ölüm tehditleri alıyordu.
Siyah hareketin yükseldiği dönemler olan 50’lerde Poitier, farklı hareketlerin önemli isimleriyle de tanışma ve bir arada hareket etme şansına erişti. Kendisinin sanat alanında ortaya koyduğu mücadeleyi siyasi alanda verenlere duyduğu saygı ve aslında bu mücadelenin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu düşünecek olursak, Poitier’in filmlerinde siyah hareketin nüvelerini görebilmek oldukça mümkün.
Poitier’in özellikle etkilendiğini söylediği isimlerin başında Paul Robeson gelir. Nazım Hikmet’in;
“bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson
inci dişli zenci kardeşim
kartal kanatlı kanaryam “
diyerek selam gönderdiği Robeson, Nazımseverler için oldukça önemli bir isimdir. Robeson, Nazım’ın hapisten çıkarılması için imza kampanyası ve konserler düzenlemiştir. Sivil Haklar mücadelesinde önemli isimlerden biri olan komünist Robeson pek çok kez saldırıya uğramış, konserleri ırkçı saldırılarla engellenmeye çalışılmıştır. Sovyetler Birliği’ne ziyaretler yapan Robeson, Truman Delegasyonu’nda Amerikan Komünist Partisi üyesi olduğunu açıklamıştır. Bunun üzerine pasaportu iptal edilerek seyahat özgürlüğü elinden alınır. Yurt dışında yapacağı konserler engellenmiş olur ya da en azından öyle sanılır. Poitier, Robeson’ın bunu yapmasını takdirle karşılasa da torununa yazdığı mektuplardan birinde, “Hepimiz insanız.” diyerek korkaklıkla cesaret arasında karar vermenin zor olabileceğine vurgu yapar. Poitier, Robeson’ın daha ılımlı olabileceğini düşünürken onun komünist olup olmadığını bilmediğini, ancak kitapta onun hakkında yaptığı yorumlara bakacak olursak komünist olmamasını temenni ettiğini söyleyebiliriz.
Paul Robeson’ın Sovyetler Birliği ziyaretinden
Poitier, dünyada özgürlük mücadelesi veren tüm siyahların yanında olmaya büyük özen göstermiştir. Güney Afrika’da apartheid rejimi sırasında film çekimi için gittikleri yerde beyazların ve siyahların ayrı banyoları olduğunu anlatan Poitier’ın bu anısı, oyuncu olsanız dahi ayrımcılığın her yerde ve her koşulda karşınıza dikildiğini göstermekte. Mandela’yla, James Baldwin’le, Ralph Bunche’yle tanışan Sidney, bu insanların cesaretinden çok etkilendiğini özellikle belirtir kitabında.
Poitier’in oyunculuğuna geri dönüp kendisini topluma, özellikle de beyazlara kabul ettirdiği filmlere göz atacak olursak elbette daha çok film saymamız gerekir ancak birkaçına değinmeden edemeyeceğim. Yönetmenliğini Stanley Kramer’ın yaptığı The Defiant Ones (1958) filminde Tony Curtis ile birlikte rol alan Poitier, birbirine zincirlenmiş, hapisten kaçmaya çalışan iki tutsaktan birini canlandırır. Toplumun dayattığı farklılıklara aldırmadan, birbirlerine saygı duymayı öğrenerek, bu mücadeleyi birlikte vererek kurtulabileceklerini kabul ederler. Siyah ve beyaz adamın kol kola girerek verdiği bu özgürlük mücadelesi, siyahların mücadelesi için önemli bir metafor olmuştur. Beyazların desteklemediği ırkçılık karşıtı mücadele, toplumu değiştirmekten oldukça uzaktır.
Kendini aldığı Oscar’la herkese kabul ettirmiş olan Poitier, 1967 yılında çok meşhur üç filmde rol aldı. To Sir, with Love filminde Londra’nın varoş mahallelerinden birisine öğretmen olarak gelen fakat aslında bir mühendis olan Mark Thackeray, öğrencilerin düşmanca tavırlarıyla baş etmek zorunda kalır. Onlara birer yetişkin gibi davranarak sonunda saygılarını kazanır. Filmin, Dead Poets Society (1989) ve Dangerous Minds (1995) gibi çok sevilen kültleşmiş filmlerle benzerlik taşıdığını ve 1967 yılında yapıldığını düşündüğümüzde Poitier’in yine ilham verici bir işe imza attığını söyleyebiliriz.
Norman Jewison’ın yönetmenliğini yaptığı, bir dedektifi canlandırdığı In the Heat of the Night filminde Virgil Tibbs, Kuzey’den gelen bir dedektif olarak güneydeki bir kasabada cinayetin çözülmesine yardım etmesi için görevlendirilir. Güney eyaletleri o yıllarda bilindiği üzere ırkçı saldırıların merkezidir. Hâlâ pek çok eyalette ayrımcılığa karşı yasalar kabul edilmemiş ve siyahlar uzun yıllar boyunca dışlanmaya devam etmiştir. Film siyah dedektifin, Mississippi’deki kasabanın önyargılı beyaz polis şefinin saygısını kazanma hikâyesini işler. Ancak cinayet çözülene kadar Tibbs bu kasabadaki ırkçılıkla da mücadele etmek zorundadır. Bu film bana kalırsa başarısını Oscar’da 5 dalda, Altın Küre’de 3 dalda ve BAFTA’da ödül alarak kanıtlamıştır. Burada Akademi’ye yönelik eleştirilerden birisi ise en iyi erkek oyuncu dalında filmde Poitier’in rol arkadaşı olan Rod Steiger’in aday gösterilmesi ama Poitier’in gösterilmemesi olmuştur. Filmi izlediğimizde Poitier’ın kazanamasa da en azından aday olmayı hak ettiğini söylememiz gerekir.
Aynı yıl Guess Who’s Coming to Dinner filminde Poitier, Spencer Tracy ve Katherine Hepburn ile birlikte oynamıştır. Beyaz bir kadınla siyah bir erkeğin ayrımcılıklarla dolu bir dünyada ailelerine evlenmek istediklerini açıklamaya çalıştıkları bu filme biraz daha detaylı bakmak istiyorum.
Guess Who’s Coming to Dinner filmi ABD’de henüz yeni yasal hâle gelmiş ırklar arası evlilik konusunu çok güzel işler. Filmde Sidney Poitier dışında Spencer Tracey ve Katherine Hepburn gibi çok yetenekli oyuncular yer almaktadır. Zengin bir ailenin kızı olan Joey (Katharine Houghton), Cenevre’de siyah bir doktorla tanışmış ve ona âşık olmuştur. Joey’nin babası Matt Drayton (Spencer Tracey), liberal bir gazetenin sahibidir. Joey ve doktor John (Sidney Poitier), ailelerine durumu açıklamak için San Francisco’ya dönerler ve havaalanında bindikleri takside başlayan rahatsız edici bakışların gerilimi bütün filmin alt metnini oluşturur. Çünkü beyaz bir kadının siyah bir erkekle el ele görülmesi ve birlikte olması toplum tarafından doğru karşılanmaz. Öyle ki Joey’nin çocukluğundan beri evin hizmetçisi olan Tillie’nin (Isabel Sanford), kendi ırkından birinin çizgiyi aşmasının hoşuna gitmediğini belirttiği yer oldukça önemlidir. Bu kimlikler ve üstünlükler, toplumda öyle bir tanımlanmıştır ki bir siyahın, bilinçli bir şekilde herhangi bir beyazla eşit olduğunu iddia etmesi bir hayli güçtür.
Dr. Prentice’in Joey’nin anne ve babasıyla tanışması sırasında geçen diyaloglar, ırkçılık sorunu yasalarla düzenlense dahi toplumun içerisine işlemiş ayrımcılığı temizlemenin bir hayli zor olduğunu bize kanıtlar. Toplumun geri kalanına göre daha liberal olabileceğini düşündüğümüz aile, siyah bir erkekle beyaz kızlarının evlenmek istemesinin yükünü sırtlanmaya kendileri adına hazırlar mıdır buna karar vermek zorundadırlar. Kızlarına asla bir beyazın siyahlardan, Asyalılardan ya da Kızılderililerden daha üstün olmadığını öğütlediklerini vurgulasalar da, bir başka açıdan filmde, bu sınırları daha da zorlayarak yıkmak isteyen kızlarına karşı tutumları ikiyüzlü olacak mıdır bunu sorgularız. Spancer Tracey’nin ve Sidney Poitier’in efsane oyunculukları ve ikisini karşı karşıya izleme keyfi ise bizler için paha biçilemez denebilir. Başarılı Doktor Prentice ve Matt’in, siyah ve beyaz bir çiftin çocuklarının yaşayacağı sıkıntı üzerine konuştukları sahne hem bir iyimserliği hem de kötümserliği barındırması açısından oldukça önemli. Matt bu zorluklarla baş etmenin o kadar kolay olmadığını söyleyerek doktoru sorumsuzlukla suçlamaktadır ancak doktor, kızı Joey’nin hayata yönelik iyimser ve umut dolu yaklaşımı sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceklerini düşündüğünü ifade eder. Hatta Doktor, Joey’nin çocuklarının bir gün başkan bile olabileceğine inandığını söyler ve güler. O yıllardan bakıldığında siyah bir başkan olabileceği öngörüsünde bulunmak oldukça mizahi duruyor. Ancak bugünün siyah başkanına baktığımızda da eşitsizliklerin ortadan kaldırılması açısından trajikomik bir durumla karşı karşıyayız. Filmdeki ironiden yola çıkacak olursak Joey ve Doktor’un çocukları belki de Ferguson’da hiçbir suçları olmadığı hâlde polis kurşunuyla ölebilirdi. Ya da bir polis, “Nefes alamıyorum.” dediği hâlde müstakbel çocuklarının boğazını sıkmaya devam edebilirdi.
1967 yapımı bu filmde, ırkçılara yönelik eleştirilerin ötesinde en önemli vurgulardan biri, liberal olduklarını söyleyen ancak ırkçılıklarını bir maskeyle gizleyen insanlara yönelik sorgulamalar aynı zamanda. Ahlaklı ve eşitlikçi söylemlerde bulunmak kolaydır ancak gerçekte bu özelliklere sahip olmak zordur. Bugün de 1960’larda da böyle olan bu durum ne yazık ki siyah bir başkana sahip olmakla düzelebilecek bir şey değildir. Doktorun ailesinin de Draytonların evine akşam yemeğine gelmesiyle bu evlilik kararına yönelik farklı düşünen herkesi izleriz. Doktorun ve Joey’nin babaları bu evliliği onaylamazken anneleri sevginin her şeyin üstesinden geleceğine inanmaktadır. Oğullarının beyaz bir kadınla evlenmek istediğini gören Prentice ailesi de tıpkı Draytonlar gibi şok olur ve endişelenir. Bu tür bir ilişkinin sonucunda doğacak zorlukları yaşamalarını istemezler. Matt Drayton, “Irklar arası bir evliliğin toplumda normal kabul edilmesi için 50, belki de 100 yıl gerekli.” diyerek aslında haksız çıkmadığını da kanıtlar. Ancak filmin sonunda iki insan arasındaki pigmentasyon farkının bir aşkın önüne geçemeyeceği final sahnesinde bizlere anlatılır. Bu zorluklarla karşılaşan insanların cesareti olmasaydı, sevmeye cesareti olmayan insanlarla dolu çok daha karanlık bir dünya olabileceği bize düşündürülür. Ancak ABD’de 1967’de onaylanan, ırklar arası evliliğin kabul edildiği yasadan günümüze gelinen süreçte pek çok ırkın yaşadığı bu topraklarda evlilik oranının o kadar yüksek olmadığı düşüncesindeyim. 2013 yılında yapılan Pew Research Center’ın bir araştırmasında ırklar arası evliliğin oranı yüzde 12 olarak belirlenmiş durumda. Bu vaziyet 67 yılından bu yana önemli bir artış gibi görünse de hâlâ ABD toplumunda bir arada yaşamın sınırları olduğunu düşünmemize neden oluyor.
1963 yılının önemi neydi?
ABD’de yükselen Sivil Haklar Mücadelesi 50’lerin sonundan itibaren yükselişe geçmişti. Beyazlar ve siyahlar arasındaki ayrımcılık ve şiddet tırmanış sergilerken, mücadele de aynı hızla güç kazanmıştı. 1955 yılında Rosa Park’ın boykotuyla siyahların siyasi talepleri gündeme oturmuştu. Rosa Park, otobüslerde siyahların ve beyazların ayrı yerlerde oturmasını boykot etti. Bunun üzerine tutuklandı ve sivil haklar hareketinin daha cesur hamleler yapması için kıvılcımı alevlendirmiş oldu. Tarihe Montgomery Otobüs Boykotu olarak geçen bu olay, şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerinin öncüllerinden sayıldı. Rosa Park aynı zamanda Poitier için “Harika bir oyuncu ve ilham verici.” diyerek siyah hareketi içerisinde Poitier’in bir değeri olduğunu vurgulamıştı. Siyahların neredeyse görünmez olduğu medya dünyasında ise Sidney Poitier’in aldığı Oscar bu sebeple özel bir yerde durur. Poitier Jim Crow¹ yasalarının ortadan kalkması için fiili bir direnci örmede rol oynamıştır demek yanlış olmayacaktır.
ABD’deki ayrımcılık konusuna baktığımızda ancak 1963 yılında bir siyahın Oscar alması, sosyal adalet açısından kazanımlarda ne kadar geri bir noktada olunduğunu gösterir. Bugün siyah bir başkan olmasının, siyah azınlıklar açısından duygusal bağdan öte bir anlamı olduğunu pek düşünmemekteyim. Ferguson’da yaşananları ya da polisler tarafından suçsuz yere vurulan siyahları ve diğer azınlıkları düşündüğümüzde, bugün Oscar’daki ayrımcılık tartışmasının, toplumun geri kalanından azade bir yanı olmadığını kavramak gerekir. Film afişlerinin neredeyse tamamı beyazlardan oluşan 21.yüzyıl sinema dünyası, bugün daha parlak bir geleceğin vaat edilemeyeceğinin bir göstergesi gibi.
Aşağıda İngilizce olarak gösterilen grafiklerde, 87 yıllık Oscar tarihinde en iyi kadın oyuncu ödüllerinin yüzde 99’unu beyazlar almışken sadece yüzde 1’lik oranı kurtarabilmiş oyuncu Halle Berry ancak 2002 yılında bu ödülü kazanabilmiştir. Bu hem bir kadın olmanın hem de siyah bir kadın olmanın bugün bile ayrımcılığı ortadan kaldırmak açısından ne kadar büyük zorlukları kendinde barındırdığını bize kanıtlıyor. En iyi erkek oyuncu dalında alınan Oscarlara bakıldığında ise yüzde 92’si beyazlardan oluşmaktadır. Daha detaylı bilgiye ulaşmak isteyenlerin 2015 Hollywood Ayrımcılık Raporu’na bakmasını öneriyorum. ²
Sinema dünyasındaki ayrımcılığı anlatmaya çalışırken yazıyı Poitier ile sonlandırmam gerektiğini düşünüyorum. Yine aynı kitapta torununa yazdığı mektuplar arasında beni en çok etkileyen kısım, yaptığı hatalar üzerinden torununa verdiği öğütler oldu. Harlem’in eğlence yaşantısından bahseden Poitier, alkolle başlayan bağımlılığının kumarla devam ettiği süreci torununa belirli alışkanlıkların kolayca bağımlılığa dönüşebileceği ve hayat boyu sürebileceğini belirterek aktarır. Ona göre torununun unutmaması gereken, yaşanacak tek bir hayatının olduğudur. O da bu yaşanacak tek bir hayatı elinden geldiğince onurlu bir şekilde yaşamıştır. Belki Robeson kadar muhalif değildir, belki otobüs boykotu yapmaya da cesareti yoktur ama rengi yüzünden başkalarıyla eşit koşullarda yaşamamayı asla kabul etmemiştir. Sinemanın, beyazların işi olduğu fikrini yıkıp, ardından gelecek oyuncu, yönetmen adaylarına bir yol açmış ve korkusuzca yürümeleri gerektiğini göstermiştir. Bugün hâlâ Oscar’da ırkçılık tartışılıyor olsa bile Sidney Poitier’in olmadığı bir sinema dünyası çok daha geri bir noktadan bu konuyu tartışıyor olabilirdi.
Notlar
¹ Jim Crow Yasaları: Irk ayrımcılığı yasası. İlk olarak demir yolları ve tramvaylarda uygulandı. Beyazlar ve Siyahların kamusal kullanım alanları ayrıldı.
²http://www.bunchecenter.ucla.edu/wp-content/uploads/2015/02/2015-Hollywood-Diversity-Report-2-25-15.pdf