Cannes Film Festivali, koronavirüs sonrası ilk defa tam kapasiteyle ve yüz yüze gerçekleşti. Dünyanın her yerinden on binlerce insan, Fransız Rivierası’na on günlüğüne göç etti. Hayatın devam ettiğini, sinemanın her olumsuzluğa rağmen dimdik ayakta durduğunu müjdeleyen bir geçit töreniydi adeta. Bu yazıda, gördüğüm filmlerden birkaçını liste hâlinde sunuyorum. Daha çok sevdiğim veya nefret ettiğim filmler vardı elbet. Bu seçimleri yaparken izlediğim filmler arasından rastgele sekiz tanesini yazdığımı belirteyim. Yoksa burada değinmem gereken filmler oldukça fazla.
L’Envol
Pietro Marcello’nun bu yeni filmi, “Yönetmenlerin 15 Günü” kapsamında gösterildi. I. Dünya Savaşı’ndan dönen bir ağaç oymacısı adamın eşini kaybettiğini öğrenmesi ve hiç görmediği çocuğu ile tanışmasını takip eden olayları anlatan film, yaklaşık 20-25 senelik bir dönemi kapsıyor. Bu süreçte ailenin hayat mücadelesini kâh üzüntü kâh tebessümle takip ediyorsunuz. Dönemin kameraları ve film kullanılarak çekilmiş film izleyiciye görsel olarak oldukça zengin bir dünya vadediyor. Her ne kadar teknik anlamda başarılı bir yapıt imajı bıraksa da elindeki senaryoda, anlatmak istediği şeyler içinde kaybolmuş bir film olmaktan pek öteye geçemiyor.
Kurak Günler
Emin Alper’in çok beklenilen filmi, yönetmenin güney sahillerinin incisinde gösterilen ilk filmi olarak tarihe geçiyor. Tayini Balkaya kasabasına çıkan Emre (Selahattin Paşalı), bölgedeki sivil itaatsizlik ve yolsuzluk ile mücadele etmeyi kafasına koyar. Fakat köydeki kurulu ve tabiri caizse kokuşmuş düzene çomak sokmasıyla birlikte yöre halkını karşısında bulması bir olur. Adının karıştığı suç, her şeyi tepetaklak eder.
Günümüz Türkiye’si taşrasında yaşanmakta olan olaylar üzerinden insanların erk çatışmalarını yönetmenin sinemasında bolca gördüğümüz sembollerle bezediği Kurak Günler, uzun zaman sonra Nuri Bilge Ceylan dışında bir sinemacımızı Cannes’da görmemiz açısından oldukça önemli bir film. Yapıtın, içeriğindeki kuir ögeler sebebiyle basında ve Türk izleyicisi nezdinde bir sansasyon yarattığı aşikâr. Vizyon tarihi yaklaştıkça geniş kitlelerce adından daha fazla bahsettirecek olmasıysa büyük bir olasılık.
Triangle of Sadness
Son filmi The Square (2017) ile Altın Palmiye’ye uzanan hiciv ustası Ruben Östlund’un yine aynı ödülü kazandığı Triangle of Sadness, popüler sanat, kültür ve burjuvazisini yerden yere vuruyor. Üç bölümde incelenen film modellerden içerik üreticilerine, silah tüccarlarından gübre satıcılarına kadar pek çok farklı iş kolundan abuk paralara sahip milyarderleri bir kruvaziyer içerisine tıkıyor ve olanlar oluyor. Her bölümde farklı konulara parmak basılıyor elbette. Fakat bu sefer ön plana çıkan unsur gayrı resmî kast sistemi oluyor. Kruvaziyer lüks gemiler, bu tip bir tabaka temelli ayrımcılık araştırması için oldukça mantıklı bir fikir ve beyazperdede gayet iyi çalışıyor. Seyirci, kahkahalar atarak gülüyor gülmesine fakat filmin ikinci bölümünün çoğunluğu aslında “slapstick” denilen fiziksel komedi olmaktan öteye geçemiyor. The Square kadar başarılı olmasa da bir salon dolusu papyonluyu kendilerine gülmek zorunda bırakıyor, daha doğrusu hallerine gülmelerini sağlıyor. Kimse bu durumdan rahatsız gözükmüyor! :))
Un Beau Matin
Lea Seydoux, festivale damgasını vurdu. Festivalin yüksek ihtimalle en çok beklenilen ve Top Gun: Maverick (2022) ile birlikte en çok ilgi gören filmi olan Crimes of the Future ile birlikte Un Beau Matin’da da başrolü kapmış durumda. Directors’ Fortnight’ın bu yüksek ihtimalle en öne çıkan filmini Mia Hansen Love yönetiyor. Dul bir annenin hasta babasına ve ilkokul çağındaki çocuğuna bakarken aşk ile yeniden tanışmasını konu edinen film, yönetmenin en önemli yapıtlarından Isabelle Hupert’li L’Avenir (2016) formülünü devam ettirdiği ve aynı hissiyatla hayata geçirdiği izlenimini veriyor. Yine de Melvil Poupaud’nun filme kattığı Rohmer estetiği ise kesinlikle görmeye değer. Filmin prodüksiyonunu ise MUBI üstleniyor.
When You Finish Saving The World
Festivalin ilk 08.30 seansında Dünya prömiyerini gerçekleştiren When You Finish Saving The World, hepimizin yakından tanıdığı Jesse Eisenberg’ün ilk defa kamera arkasına geçişini müjdeliyor. Bestelediği şarkıları internetten yayınlayan lise öğrencisi Ziggy, annesi Evelyn ile asla anlaşamamaktadır. İkilinin hayatına giren insanlar, bir şekilde Ziggy ve Evelyn’i yakınlaştırırlar.
Beklentilerin çok üzerinde bir başlangıç yapan film aynı tempoyla devam edemiyor ve pazar akşamı aile ile birlikte izleyeceğiniz tatlı bir seyirlik olmaktan öteye geçemiyor. Yine de Jesse Eisenberg taraflı tarafsız övgüyü ve saygıyı hak ediyor; çünkü bir ilk filme göre beklenenden fazla karakterli bir yapıt sunuyor.
The Five Devils
Adèle Exarchopoulos, günümüzün en revaçtaki aktrislerinden biri. Şu ana kadar gençliğin ve saflığın sembolü olan Adèle’i bu sefer anne rolünde görüyoruz. Fransa’nın küçük bir kentinde yüzme öğretmenliği yapan Joanne’ın ve çevresindekilerin yaşamları?, eşinin kötü şöhretli kardeşinin şehre dönmesiyle birlikte değişecektir. Joanne’in küçük kızı Vicky’nin geçmişe yolculuk yapmayı sağlayan paranormal bir yeteneği olduğunu keşfetmesi, hikâyenin kaderini değiştirecektir.
Yönetmenlerin On Beş Günü seçkisinin öne çıkan filmlerinden olan The Five Devils’ı Léa Mysius yönetiyor.
Decision to Leave
Festivalin merakla beklenen filmlerinden Decision to Leave, yönetmenin 2016 yapımı Handmaiden’dan sonraki ilk uzun metrajı. Bir cinayeti çözmeye çalışan dedektif ve şüpheli arasında geçen olaylar olarak indirgenebilecek yapımın, Park Chan-wook’un geçmişteki filmlerine içerik ve anlatı olarak öykündüğü bir gerçek. Fakat rejisi, kurgusu ve görüntü yönetimindeki kusursuz işçilik; Decision to Leave’i teknik anlamda yarışmadaki diğer filmlerden birkaç adım ileriye taşıyor. Bu sebeple En İyi Yönetmen ödülünü alması pek de şaşırtıcı olmadı.
Crimes of the Future
Body Horror kırmızı halıya geri döndü. Hem de bu sefer işin üstadıyla, Cronenberg’le. Değişen doğa koşulları, evrimleşen insan, başkalaşan sanat ve zevk anlayışları. “Ameliyat, yeni seks.”. Performans sanatları ile ilgilenen bir grup, yeni ve kışkırtıcı bir performans üzerinde çalışmaktadır; hatta korkutucu bir performans!
Cronenberg’ün potansiyel olarak son filmi olan Crimes of the Future, yönetmenin oldukça tartışmalı başyapıtı Crash’in (1996) bu zamana kadar kayıp çocuğu olarak gösterilebilir ve bu oldukça olağandır. İnsanın cinsel arzularını materyallerin ve adrenalinin yönlendirdiği metaforunun günümüzde gerçekliğin ta kendisi olduğu düşünüldüğü zaman film, aykırı olmaktan çok realizm çizgisinde ilerliyor bile denebilir.