Var olmanın tuhaf ve çirkin hafifliği… Hepimiz güzel ve sıradan olmak zorunda mıyız? Kimliğimizi kabullenme biçimimiz toplumla da örtüşüyor mu? Bizi biz yapan sıradanlığın kıyafetlerini çıkarabilirsek üzerimizden, işte o zaman tüm farklılığımızı gözler önüne seren çıplaklığımızla kabulleniş yaşayabilir miyiz, yoksa toplumun bize getirdiği sıradanlık bizi kendimize karşı sırdaş mı yapar? Aslında kim olduğumuzu biliriz derinliklerimizde. Ötekileştirilmişizdir sıradan insanların günlüklerinde. Nitekim toplum ortalamasını temsil eden ortalama insanı yaratabilseydik, bu kişi hiçbirimize benzemeyecekti. Hepimiz kendimizi en azından çocukluğumuzda özel ve farklı hissettik, şimdi de erişkinlikte zaman zaman yabancı ya da dışlanmış hissediyoruz. Ancak karşımıza çıkan biri, bir söylem, tesadüf eseri oluşan bir karşılaşma olduğu zaman kendi içimizde gömdüğümüz sırrı kazıyarak çeker buluruz topraktan. Toplum tarafından bize yansıtılan yapay gerçeklik yerine, her gün işe giderken aynada gördüğümüz yansımamız bizi biz yapmaya başlar. Gerçekliğin buğusunu silip, tertemiz biz ile karşılaşırsak, çirkinliğin bize atfedilmiş bir yanılsama olduğunu, asıl güzelliğin billboardlarda gördüğümüz, bize okutulmaya ve ezberletilmeye çalışılan sıradan bir görecelik olduğunu anlarız. Ali Abbasi de herkesin güzel görünmek zorunda olmadığını İskandinavya Yeni Gerçekçilik akımının öncüsü olan İsveçli yazar John Ajvide Lindqvist’in, aynı adlı kısa öyküsünden kısmen uyarlayıp sınırları aşan fantastik bir gerçeklikle ve karakterlerle anlatır Border’da (2018).
Ana karakter olan ve sınır güvenlik görevlisi olarak çalışan Tina, başkalarına göre çirkin görüntüsü ve cinsel bedeni ile kendisini anormal hisseden birisidir. Bu da onu, günümüzde ötekileştirilen bireyler gibi genetik bir hatanın sonucu olduğuna inandırır. Ancak Tina ötekileştirilen ve ötekileşen bireylere bir şey anlatmaya çalışır; insanların aksine gözüyle gördüğü gerçeklik yerine duyuları ile algıladığı gerçekliğe inanmaya başlar. Peki, biz de mi öyle yapmalıyızdır? Tina’nın işinde de başarılı olmasını sağlayan en önemli özelliklerinden biri insanlardaki utanç, suçluluk ve öfke gibi duyguların kokusunu alabilmesidir. Ona dayatılan şeylerden bakir kalan bir tek koklama duyusu olmuştur. Bu sayede çalıştığı yerde, önünden geçen insanların yalnızca kokusuna bakarak bir suç işleyip işlemediklerine karar verebilmektedir. Aslında burada karaktere yüklenen özellik, bu duyguların ancak kendilerine duydukları utanç ve suçlulukla ve ardından gelen büyük bir öfkeyle insanları ötekileştirdiğidir. Çünkü gerçek güzellik içimizde taşıdığımız olgudur; bizi biz yapabilen özelliklerimizdir. Sevgi, adalet ve güçtür utanç, suçluluk ve öfkenin aksine. Ve içimizde taşıdığımız sevginin aksi olan, bizim tam tersimiz özellikleri görürüz. Çünkü ancak tezatlık gerçeği gösterebilir bize.
Tina’nın ayrıca hayvanlarla ve toprakla arasında sezgisel bir iletişimi İskandinav hikâyesinin içinde sürekli karşımıza çıkan tilki ve geyikler; kurguyu sürrealist bir boyuta taşırken aynı zamanda karakteri gerçek kılar. Arabada giderken önümüze çıkan bir geyik bizi hikâyeden uzaklaştırmaz çünkü Tina, insani dünyadan farklı olarak doğa ile bağlantısını korur.
Filmin adından da ileri gelen ‘sınır’ı yerinden oynatan ise filmin gelişme evresinde ortaya çıkan Vore karakteridir. Çünkü Vore kadın, Tina ise erkek karakteri yerine geçer. Erkek görünümlü ama bir vajinaya sahip olan Vore ile ilişkiye girdiği sahnede hikâye kadın-erkek, insan hayvan arasındaki sınırlarla oynar. Böylece tabularımızı adeta yerinden oynatır yönetmen. Tina’nın Vore’ye karşı duyduğu yakınlık aslında özüne karşı hissettiği bir çekim yasasıdır. Bu yasaya karşı gelemeyen Tina, Vore’nin anlatıya dâhil olduğu andan itibaren değişim yaşar. Bunun en temsili örneği Vore’nin kendi yansımasını pencereden gördüğü ve aslında sinematografik açıdan da anlatıyı temsil eden en güçlü sahnedir.
Hikâyede başlıca mekânlardan bir tanesi olan nehir burada Tina’nın Vore ile ilişki yaşadığı ve kim olduğunu bulduğu yer olması gibi aynı zamanda Tina’nın yıkandığı ve özüyle karşılaştığı bir aracı olabilir. Filmdeki seks sahnesindeki gerçekçilik ise bizi o ana dek kurulan mitolojik atmosferden çıkaran şeydir. Bu da filmi büyülü kılar. Bunun, yalnızca ormanda gerçekleşen hızlı bir seks sahnesi olmasını istemez yönetmen. Romantikçe tanışılıp sonra da sevişmek gibi bir olay değildir bu. Bu sahne ile karakter adeta öz benliğine kavuşur ve Tina’nın kendisine dair gerçekliğini ileriye götürür. Yönetmen bize karakterle ilgili bilmediğimiz bir şey anlatır. Ve aslında gerçekten de bu sahne, büyük bir dönüş noktasıdır.
Tina’nın Alzheimer eşiğindeki babasına gelince; karaktere yüklenen bu özelliğin, Tina’nın hatırlamak isteyeceği şeylere karşı tezatlık gösterdiği görülür. Aslında bizler de Tina’nın gerçeği babası yoluyla öğrenip öğrenemeyeceği çelişkisine düşeriz. Tina babası unutmadan bu gerçekle yüzleşebilecek midir? Baba-kız konuşmalarında önemli olan şey ise diyalogdur. Babanın Tina’ya söylediği, “Bir kız çocuğu büyütmeyi çok istemiştim.” sözü, toplumsal cinsiyet dayatmalarının itirafı gibi yüzümüze çarpar. Babasının bu ayrımcılığı gibi Vore’nin Tina’yı kendi kalıplarına sıkıştırmaya çalışıp türlerinin devamı için baskı yapması da buna başka bir örnektir.
İlginç olan bir başka nokta, Lindqvist’in öyküsünde yer almadığı hâlde Abbasi’nin yan hikâyeyi senaryoya oldukça zekice işleyerek anlatıyı güçlendirmeyi başarmış ve matematiğe uygun olarak ana hikâyeye müthiş bir katkı sağlamış olmasıdır. Yönetmen suç hikâyesine duru ve keskin kalabilmek adına sadece bir ayağını koyar ve filmi suç türüne sokacak kadar ileriye gitmez. Böylece öyküyü bir arada tutmak için gerekli parçaların üzerinden kayarak geçip seyirciyi oyalamaz. Bu yalnızca pedofili suçunu işleyen bir hikâye değildir. Esas sorunun görüntüden daha derinlerde olduğunu görürüz. Herkesin kabul ettiği görünüm ve yargıların içinde yaşayan adamın çocuk pornoları çeken ve skandal suçlar işleyen bir çetenin elebaşısı olması bize görünenin ardındaki çıplak gerçekliği verir. Herkes göründüğü gibi güzel ya da çirkin değildir. İçimizde bir yerlerde bunu film boyunca tekrarlar dururuz.
Hikâyenin yanı sıra film, karanlık atmosferi ve ağır sekanslarıyla, farklılığı arayan seyirciyi mutlu kılar. Aynı zamanda doğal karakterlerle mitolojiyi hayatımıza sokar. Bunda en büyük etken ise sanat ekibinin ve oyuncuların başarısıdır. Oyuncuların gerçek hâllerini gördüğümüzde karakterlerin makyajlarına ayakta alkış tutarız. Tina’yı ağır makyajın altında bile doğal oynayan Eva ise oyunculuğuyla role önemli katkılarda bulunur. Tina için duyduğumuz sempati ve empati, aslında Eva’nın kendi karakterinden gelen bir şeydir.
Filmde renk anlatımı da oldukça iyidir. Tina’nın Vore’yle daha ilk karşılaşmasından itibaren kırmızı ve yeşil renk kullanımları da anlatıda bize bir şeyler söylemeye çalışıyor. Tina’nın kırmızıyı Vore’nin ise yeşili temsil etmesi, ihtiras ile doğanın muhteşem birleşimi niteliğindedir. Vore’nin özüne dönmeyi amaçladığı ihtiras ve tutkusu, Vore’nin yeşil ile yani doğayı temsil eden özle birleştiğini söylemek çok da yanlış olmaz.
Filmin en son unutulan şeyi olan replikler ise bize kalan yegâne şey olmuştur. Günümüzde de varoluşsal ve ötekisel sıkıntısı yaşadığımız bu dönemde film, bizi mitolojinin içerisinde yüzümüze tokat gibi çarptığı diyaloglarıyla yerle bir ediyor. Sinema bir anlatım aracı ise Border bunu çok iyi başarmışa benziyor.
–Kimim ben?
-Troll… Benim gibi.
– Mükemmel sıradan bir çift, mükemmel İKEA dairesinde.
-İnsanlar bizden korkuyorlar, korkmalılar da. İntikam anının geldiğini biliyorlar.
-İntikam mı?
-İnsan mı olmak istiyorsun?
-Kötü olmak istemiyorum.
Göksu Ertüren