Hayat, içinde nefes aldığımız biricik andan mı oluşur, yoksa o âna kadar biriktirilmiş bir geçmiş külliyatı mıdır? Peki ya her şey “bir var ile bir yok” arasında yaşanıp tükenirken şimdiki ânın sonrası, gelecekle ilgili düşlerimiz, uzun vadeli planlarımız da hayatımıza dâhil olabilir mi? Zaman, insanı geçmiş ile gelecek arasındaki beşiğinde sallarken anların değeri, onları yitirdiğimiz vakit başlar; yeter ki bunu hissedebilelim. Davis Mitchell, hayatının hiç ummadığı bir ânında yakalanıverir zamanın bu karmaşık tanımına. Genç yaşta karısını ansızın kaybetmesi üzerine ömrünün geriye kalan kısmı, o zamana değin kurduğu her şeyi yeni baştan inşa etmesi için onu beklemektedir. Bir taraftan ölümünün ardından, karısının hayalet gibi beliriveren anıları vardır peşinde; öte yandan bozuk bir otomat için üretici şirkete yazdığı ve adeta bir günlük samimiyetine dönen şikâyet mektubuna aldığı yanıt, hayatının yeni takipçisi olur. Mektupla başlayan bir tanışma öyküsü, zamanla Davis’in kalbine dokunur; ancak çaldığı bu yeni kapının sahibi gerçekten Karen mıdır, yoksa ona her bakışında yansımasını gördüğü karısı mı? Tereddütlü kişiliği, bir karakter olarak Davis’i çözümlenemez kılarken başına gelen absürt olaylar karşısında şaşırtıcı ve en az bu sürprizler kadar absürt soğukkanlılığı, izlediklerimize karşı bizleri de tanımsız duygular içinde bırakır.
Klasiğin oldukça dışındaki kurgusuyla drama türünün başarılı örneklerinden olan Demolition, gülümsemekle şaşırmak arasında gidip gelirken her şeye rağmen hayatın yeni baştan nasıl kurulabileceğini gösterir. Ulusal çapta özellikle !f gibi festivallerde yüksek ses getiren film; ayrıca Jake Gyllenhaal, Naomi Watts gibi güçlü yüzleri taşıyan kadrosuyla da “hatıralardan” silinmeyecek “anlar” yaşatmayı başarmıştır.