“Eski denizcilerin anlattıkları hikâyelere göre, kadim zamanlarda deniz, üzerinde hiçbir dalga ya da dalgacık olmayan devasa boyuttaki hareketsiz bir göl gibiymiş ve gemiler sadece kürek çekerek ilerleyebiliyormuş.
Günün birinde, zamanın içinde kaybolan bir kano dünyanın öbür tarafına varmış ve rüzgârların yaşadığı adayı bulmuş. Denizciler onları yakalamış ve esmeye mecbur bırakmışlar. Tutsak rüzgârların ittiği kano suyun üzerinde süzülürken, asırlardan beri kürek çekmekten canı çıkan denizciler nihayet uykuya yatabilmişler.
Ve asla uyanmamışlar.
Kano bir kayalığa çarpmış.
Rüzgârlar o zamandan beri eskiden evleri olan o adayı aramaya devam ederler. Dünyanın dört bir yanındaki denizlerde alizeleri, musonları ve siklonları boş yere estirip dururlar. Bazen de, o kaçırmanın intikamını almak için, yollarına çıkan gemileri batırırlar.’”
(Eduardo Galeano – Aynalar)
Konkistadorlar üzerine oluşturulan her anlatı, doğrudan veya dolaylı olarak şu çelişkiden bahsetmiştir: Bildiği türden bir ahlakın olmadığı bilinmez topraklara ayak basan medenileşmiş insan, bildiği düzenin koruyucuları olan dinin sözünü ve yazının gücünü beraberinde taşıma ‘ihtiyacı’ hisseder. Yol ve zaman boyunca söyler, yazdırır, ehlileştirir ve cezalandırır. Zaman geçer ve görülür ki medeniyetin ve dinin söylemini kanın silinmez mürekkebi ile kaydeden günahkâr yazı, bu söylemin sahibi olan ve onu yazan insan için geçerli olmamıştır.
İnsan, hikâyesine inanmayan ya da uymayan bir yazar mıdır? Yabani diyarlarda düzenin ve ahlakın kodları olmadığı için mi Aguirre’nin, kâşiflerin ve keşişlerin başı dönmüştür? Eğer öyle ise, sömürgeci insanın beraberinde “medeniyet” götürmesi ne açıdan eleştirilebilir?
Aguirre’nin ciddiyeti, egoist bir ‘güç istenci’nin yarattığı bir tür körlüğe dayanıyor gibi görünür. Ama aynı anda kişisel olmaktan öte, saf bir ırk, sonsuz zenginlik ve huzur, sarsılmaz ahlaki düzen gibi söylemlerle kavramlaşıp somutlaşan ‘türün yüceliğini ve devamlılığını’ sürdürme eğilimi de taşır.
Aguirre bir sebep midir, sonuç mudur?
Herzog’un hikâyesinde, bir zamanlar halkındaki insanların kafalarını kaldırıp gözlerinin içine bakamadığı yerli bir prens ve yabancı diyarlardan yakalanıp ehlileştirilen bir köle vardır. Prens şimdi kendi dilini sömürgecilere çeviren bir aracıdır. Köle ise özgür olmayı arzular ve bu arzusunu efendileriyle aynı nesneye, El Dorado’ya bağlar.
Prens ve köle tutsak insan mıdır? Yoksa kaçabilecekken kaçmayan, çünkü yapacak başka işi, gidecek başka yeri olmayan “uyumlu insan” mıdır? Güçsüzlüklerini saklamak için güç gösterisinden kaçınmaktalar mıdır? Onlardaki ciddiyet -bir tercüman ve bir hizmetkâr olarak- şimdi sahip oldukları statünün gücüne mi dayanır? Hikâyeye ve çaresizliklerine inanmaktalar mıdır? Kalabildikleri için mi kaçmazlar, kaçamadıkları için mi? Prensin ve kölenin ciddiyetlerinin ölümle kurduğu mesafe nedir? İnsanın ciddiyeti, rolünün gerektirdiği beklentilerin içinde tutsak olması mıdır?
Bu tragedyayı izlerken Aguirre’nin bir yerde durumu değerlendirerek ilerlemekten vazgeçip geri dönmesini beklenebilir miydi? Ursua’nın gururlu sessizliğini bozarak sona doğru yaşamak için bir hamle yapmasını, şaibeli yargılama esnasında keşişin “haklı” olandan yana tavır almasını, Prens’in kaçmasını, İnez’in susmasını, bekleyebilir miydik?
Hiçbir karakter için sunduklarından farklı bir rol, farklı bir kader yok gibi görünür.
Sadakat (royalty), bu tragedyanın yapım ve bozum noktaları. Keşif ekibi olarak tüm topluluğun (Aguirre’nin, Armando’nun ve İnez’in); Ursua’ya, Ursua’nın Pizzaro’ya, Pizzaro’nun ve nihayet tüm ekibin Kraliyete (Royalty) olan bağlılık ilişkileri Aguirre’nin bu hiyerarşideki yerini reddetmesi ile bozguna uğrar. Şimdi yeni sadakat ilişkilerinin inşa edilmesi gerekecektir. Sal, deyim yerindeyse yüzen bir batık haline geldiğinde bile Aguirre’ye sadık kalan tek kişi, Perucho, Aguirre’den bile daha inançlı bir karakter portresi sunar. Aguirre’nin isyan ederek bozulan sadakat ilişkilerini yeniden kurmakta ihtiyacı olan korku atmosferi ve ardından gelen sorgusuz sessizlik, Perucho’nun itaatkârca döktüğü kan ile sağlanır. Oluşan yeni ilişkiler ağında, Aguirre’deki delirium ve Perucho’nun belirgin kötücüllüğü Ursua, İnez ve Armando üçgeninin oluştuğu tarafa seyirciyi yakınlaştırır.
Anlatılarda oluş(turul)an bu tür yönlendirmelere direnmek yoruma neler vadedebilir?
Çılgınlık ve cesaret arasında ince çizgi. Aguirre’yi akıldışılığın ucunda yaşayan, rasyonel zihin açısından sakat bir karakter olarak sunan eleştiri, mantığını elbette deneyimcilikte değil, nesnellik iddiası güden natüralist gözlemci düşüncede temellendirir. Bu sebepten son derece özneldir. Sadece deliliğin deneyimleyebildiği bir dünyaya olan küçümseme, dolayısıyla bu türden bir dünya görüşünün “ilerlemeciliğine” olan inançsızlık söz konusudur. Kendi bedenini bile dik tutamayan kaypak bir kişilik olarak Aguirre gerçekçi bir gelecek vadetmez. Anlaşılan o ki, Aguirre’yi sallanıp duran bir sarhoş gibi oynayan Kinski’ye ve onu sanrı gören bir çılgın olarak “böyle” yazan Herzog’a göre de durum bundan farklı değildir. Aguirre’yi taraf seçen keşişin “din, her zaman güçlülerin tarafında kalarak yaşayabilmiştir” söylevi, Ursua’nın idamı ve ardından İnez’in de sahneden çıkışlarındaki suskun (v)eda ve şiirsel ton, tragedyanın kendi ‘merkez’ini hangi tarafın yanında kurduğunu da iyice belli eder.
Öte yandan Aguirre’de (tıpkı yumruğunda ve dilinde gizlediklerini asla göstermeyen Ursua gibi) son ana kadar pes etmez. Herkes yılmışken o hala ayaktadır ve sahneyi işgal eden maymunları kendi ordusuna katmaya çalışmakla uğraşır: ‘Kimler benimle?’ (yerlem: 01:31:30). Bu iki karşıt kişiliğin ve kutbun benzeştiği ciddiyet, onları ve hikâyeyi iyinin ve kötünün ötesinde konumlamamızı gerektirir. Kimi seyirci taraf tutmaz.
Oyunun başından beri zehirli oklarıyla saldırgan ve görünmez vahşiler olarak sunulan düşman yerlilerle ilk karşılaşma (yerlem: 00:59:10), topluluğun Aguirre’ye olan inancında bir kıpırdanma anı yaratır. Yerlinin boynundaki altın kolye alınır ve altının adresi sorulur. Karşılığında kutsal kitap verilir. Bu dönüm noktasından itibaren, içine düştükleri korku atmosferinin de etkisiyle başından beri isteksizce peşinden sürüklendikleri Aguirre’ye ve elbette Altın Diyarına olan inanç birden güçlenir. Aguirre’nin iç dünyası, onların da deneyimlemeye başladıkları bir gerçeklik haline gelir. Keşiş, imparator ve köle arasında geleceğe yönelik temennilerin paylaşıldığı diyaloglar (yerlem: 01:02:40) saf inancın hemen ardında yatan kötücüllüğü de sunar.
Atın ciddiyeti ne ile ilgilidir? Ne tür bir anlam alanında dolanır?
Absürt bir dekordan ibaret olarak uzun süre sahnede dolanan at, beklenmedik anlarda başlayan isyanı ile dönüştürücü bir karakter rolüne bürünür. Atın harcanması (yoksa gemiyi terk etmesi mi?) tragedyanın at ile temsil edilen karayla bağlantının kopup suya mahkûm oluşu sahneler. Aguirre, emrindeki insanların tüm geri dönüş umudunu yok etmeden ileriye gitmeye mahkûm bir topluluk yaratamayacağının bilincindeydi, oysa şimdi kendi hikâyesine kendisi de mahkûm olmuştur. Aguirre’nin bir generalden beklenen soğukkanlı iradesi ve rasyonel idaresi atın gidişiyle sona erer. Çıkış planı olmayan bu cepheden tek kurtuluş yolu hücumdur. Hedefe varmayı umarak bilinmeze ilerlemeye devam etmekten başka yol kalmaz (kâşifin kaderi). El Dorado’nun herkes için kader haline geldiği an atın ciddiyeti ile netleşir. İmparatorluğun sürüklendiği artık sahnedekilerce fark edilmektedir.
İnsanın bulunduğu her mekân ve zaman güç istencinin yaşayıp yayılabileceği uygun ortamı devamlı yaratır. ‘Onun’ olduğu her yerde bir iktidar mücadelesi de kendini yeniden ve yeniden var eder. Bu tarihsel hikâyede her bir karakter çeşitli özellikleri bakımından yakın tarihteki ve günümüzdeki versiyonlarına bağlanabilir. Her birindeki bu çatışan soruları birleştirmeye gidilerek çelişkisiz hiçbir insanın veya rolün olmadığı, ciddiyetin, görev bilincinin, adanmışlıkların ve sadakat ilişkilerinin bu çelişkileri maskeleyip gizlediği de söylenebilir. En yüce yorum bile sorulacak soruların artık kalmadığı öte bir alan yaratmaz.
Aguirre’nin imparatorluk ilan ettiği acınası bir sal üzerinde tarihin kendinden geçtiği bir sallanan sahne. Kader, insanlık ve onun kaygan medeniyeti üzerine kırmızı film şeridi.
Aynayı tutan? Werner Herzog.
Selahaddin Eyüp Tan