Sinema, keşfedildiği ilk günden bu yana eğlendirme amaçlı bir sanat dalı olarak görülürken günümüzde artık insan hayatını ve duygularını şekillendiren bir işleve sahip olmaya başlamıştır. Sinema aracılığıyla seyirci karakterlerle özdeşleşerek kendi hayatlarındaki maneviyatı sorgulamaya başlar. İnsan doğası gereği belirli bir topluma ait olmakla birlikte aynı zamanda manevi anlamda da aidiyet hissi yaşamak ister. Toplumların kendi kültür ve geleneklerine göre şekillenen ve insanların arasında ruhsal bağdaştırıcı niteliği gören din de doğrudan ve dolaylı olarak sinemanın konusu olmuştur. Sinemanın din ile olan ilişkisi bu zamana kadar senaristlerin kaleminden yapıcı ya da yıkıcı bir unsur olarak çıkmış ve beyaz perdeye aktarılmıştır.
Din ögesi bu bağlamda yönetmenliğini Antonio Campos’un yaptığı ve Donald Ray Pollock’un romanının uyarlaması olan The Devil All The Time (2020) filminin bana kalırsa ana karakteri olarak karşımıza çıkıyor. 400 kişinin yaşadığı ve yolunuzun düşmesini pek istemeyeceğiniz Knockkemstiff kasabasında yaşanan yozlaşma, şiddet ve çarpıklığın anlatıldığı filmin ana unsurlarından olan dinin, yozlaşmanın ve şiddetin karakterlerin üzerindeki etkisini incelerken din ve sinema ilişkisini, savaş sonrası insan psikolojisini ve dinin toplumlar üzerindeki ilişkisine hâkim olmak gerekiyor.
Savaşın İnsan Psikolojisi Üzerindeki Etkisi
The Devil All The Time, imgesel bir anlatıyla birlikte filmin başından sonuna dek seyirciye katmanlı bir anlatım sunar. Filmin ilk etapta ana karakteri olarak görebileceğimiz Willard, Vietnam savaşından dönmüş ve savaşın yıkıcı etkisiyle birlikte dinden uzaklaşmıştır. Esasen filmin içinde savaştan bahsedilen tek noktalardan bir tanesi Willard’ın zihnindeki savaş görüntüleri ve ileride karşımıza çıkacak olan Carl ve Sandy adındaki yem ve nişancının arabalarına aldıkları kurbanla ilgili söyledikleri diyalog oluyor: “Şimdi ölmese bile nasıl olsa savaşta ölecek.” Bu anlamda nasıl ki savaş sonrasında yapılmış filmler bu savaşlardan nasibini alıyorsa; karakterler de 2.Dünya Savaşının sona erip Vietnam Savaşı’nın sürdüğü zamana denk gelen hikâyenin içinde suçun, şiddetin ve yozlaşmışlığın portresini yansıtıyor.
Bir diğer deyişle filmin içinde bulunan ve karakterleri etkileyen otoritelerden bir tanesi dinse, diğerine de savaş ve ekonomik buhran desek yanılmış olmayız. Bu anlamda iki dünya savaşının ekonomik buhranı ve temelinde oluşan para ve kapitalizmin etkisi hikâyenin içine gizli bir şekilde yediriliyor. Bu süreçte kimileri dinden uzaklaşıyor kimileri ise sapkınlık derecesinde yaşıyor. Nitekim klisede Prestan adındaki rahibin filmin ana karakteri diyebileceğimiz Arvin’in büyük annesinin yaptığı yemeği aşağılaması ve iyi niyet göstergesi olarak yemeği kendine kurban etmesi bu küçük kasabada dahi kapitalizmin ve eşitsizliğin göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Kapitalizmin etkisinin Tanrının unutmuş olduğu yer diyebileceğimiz Knockemstiff’te yansıması ise dine tapınacak derecede bağlılık ve çarpıklık olarak etkisini gösteriyor. Bu sebeple karakterlerin davranışlarını incelerken onların altında yatan nedenleri, psikolojilerini etkileyen durumları ve dönemin insanlar ve toplum üzerindeki etkisini değerlendirmek gerekiyor. Örneğin; Willard’ın savaşta en yakın arkadaşını kaybetmesi ilk etaplarda dinden uzaklaşmasına neden olurken, sonra görüyoruz ki haçın üzerinde ölü olarak bulduğu arkadaşını yüceleştirerek aslında bir nevi dini aracı yaparak oğlu Arvin ile birlikte evinin önündeki haçın karşısında dini ritüeller gerçekleştiriyor.
Ne Düşlersen Ona İnanırsın: Kendiliğinden Gelişen İnanç ve Sömürge Sistemi, Sekülerleşme
Her toplumun kendine ait bir inanç sistemi olduğu gibi aynı zamanda toplumu oluşturan bireylerin de hayatlarını şekillendiren ve bir nevi totem niteliği taşıyan bir inanç sistemi vardır. Bu inanç sisteminin içinde insanlar, karşılarına çıkan durum ve olaylar neticesinde belirli şeylere inanır ya da inanmamayı tercih ederler. Bu bağlamda din, fanatikleşmeye müsait her olgu gibi sömürüye de açık bir kavramdır. The Devil All The Time filmindeki karakterleri tek tek ele aldığımızda bu sömürünün kendilerine ve çevrelerine olan yansımasını aslında net bir şekilde görebiliyoruz.
Dinin sömürgeleşmesi anlamında örnek verebileceğimiz karakterler kilise rahipleri oluyor. Rahiplerin çılgınca fantezileri ve koyu dindarlıkları verilen yüksek sesli ve sapkın vaazlerle birlikte seyirciyi rahatsız etmek üzerine kurulmuştur. Karakterlerin kişiliklerine göre oluşan düşünce tarzları kimi zaman nahif ve saf bir anlatıyla kimi zamansa pedofilinin ve şiddetin yansımasıyla birlikte film içinde yerini bulur. Önceden bir yumurta bile kıramayan ve Tanrı’dan gelen doğaüstü bir güçle mükemmel yemekler yapmaya başladığına inanan Emma’dan, ‘Kutsal ruhu bulmadan önce örümceklerden korkardım. Artık korkmuyorum.’ diyen ve onlarca örümceği yüzünde gezdiren sapkın rahip Roy’a ve pedofilinin altına dini yerleştiren ve ‘yolumuzu günaha çıkaran şey sanrılarımızdır.’ diyip Lenora’yla aralarında cinsel birlikteliğin olmadığını öne süren Prestan’ın sapkınlığına kadar birçok sahne aslında bir bakıma seyirciyi sekülerleştirmeye yönlendirir.
Filmin en başından beri karakter yolculuğuna şahit olduğumuz Arvin, bu sömürge sisteminin içinde *sekülerleşen ve olayları dinden bağımsız, mantık çerçevesinde yorumlayan ender karakterlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Babasının dini ritüellerine eşlik eden Arvin, kendi değer yargılarını aslında küçük yaşlarından itibaren oturtuyor. Annesinin hastalığının haç sembolünün önünde dua ederek geçmeyeceğini içten içe sezinliyor. Baskı altında yapmış olduğu dualara karşılık gelmemesi üzerine annesinin ölümü bunu doğruluyor. Ancak Willard’ın gitgide sapkınlaşan inanç sistemi karşısında Arvin’in sekülerleşmesine attığı ilk adıma şahit oluyoruz. Kendi kültürümüzden aşina olduğumuz kurban etme ritüelini Arvin’in çok sevdiği köpeğinde gerçekleştiren ve eşinin bu yolla iyileşeceğine inanan Willard, en sonunda kendi ritüelinin içinde kurban rolü oynuyor.
Sekülerleşme deneyimine şahit olduğumuz bir başka önemli karakter olarak Arvin’in üvey kız kardeşi Lenora’yı örnek gösterebiliriz. Lenora, rahip olan babası Roy’un karısını tıpkı Willard’ın köpeği kurban vermesi gibi kurban ederek Tanrı’yı göreceğine inanmıştır. Pagan kültüründe de sıkça gördüğümüz insan kurban verme ritüelini gerçekleştiren ve seri katil çiftimiz tarafından bir nevi aynı döngünün içinde kurban edilen Roy’un kızı Lenora, Arvin’le aynı kaderi paylaşmaktadır. Ancak Arvin’in aksine ailesini affederek dine yönelen Lenora, intihar sahnesinde son anda vazgeçerek babaannesi olsa bunu yapmayacağını söyler. Ancak son anda gerçekleşen sekülerleşme deneyimi işe yaramaz ve altından yaşam umudu kayar ve gider. Nitekim bu sapkınlıkların arasından sıyrılan ve en sonunda kasabayı terk edip yeni bir yolculuğa çıkan Arvin’in dinginliği seyirciyi sekülerleşen yeni bir dünyanın yolculuğuna kapılarını araladığını söylemek çok da yanlış olmaz.
*Batı Avrupa’da dindarlığın ölçülmesinde ‘Tanrı’nın varlığına inanma’ ve ‘kiliseye gitme’ gibi iki kriter ele alınarak geçmişten günümüze bu bölgelerin büyük ölçüde sekülerleştiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla batılı araştırmacılar için Tanrı’nın varlığına inanan ve kiliseye giden bir insanın oldukça dindar olduğunun kabul edilmesi, algılanan ve yaşanılan din anlayışının hangi düzeylerde gerçekleştiğini bizlere göstermektedir. Bu çerçevede ABD’de kiliseye üyeliğin ve katılımın yüksek olması, kiliseye giden insanları dindar olarak tanımlamamıza yetmemektedir. Bu bakımdan hem kiliseye gidip hem de din dışı birçok olumsuz davranış sergileyen bireylerin varlığı, bize söz konusu dindarlık değerlendirmelerinin açmazını göstermektedir.
The Devil All The Time Aslında Bize Neyi Anlatıyor?
Paralel kurguyla birlikte katil bir çift olan Carl ve Sandy akabinde savaş psikolojisiyle dönen Willard’la başlayan hikâyenin içinde yolumuz Knockemstiff’e düşüyor. Yer yer Tarantino sahnelerini andıran silah patlamalarının da ötesinde, aslında The Devil All The Time, bir intikam ya da suç hikâyesi değil. Bu filmde aslında Hollywood sinemasında sıkça rastladığımız karakterler üzerinden sekülerleşmenin, seyircinin sekülerleştirilmesinin yolculuğu anlatılıyor diyebiliriz.
Çoğunlukla klisede ve etrafında şekillenen hikâyenin ana temalarından bir tanesi, Hristiyan bireylerin Tanrı’yı yalnızca kilisede ve belirli günlerde hatırlamaları ve varlığı fiziksel olarak hissedilen kötülüğün altında yatan şeyin dinsel sapkınlık olduğu fikri açıkça ortaya koyuluyor. Nitekim yönetmenin tasarlamış olduğu şey şiddeti göstermek değil, aksine şiddetin altında yatan sebeplerin ve şiddetin sıradanlaşmasının asıl sebeplerini aramak oluyor. Özellikle din bağlamında oldukça büyük bir tartışma yaratan sekülerleşmenin dinin sömürgeleşmesinden kaynaklandığını ve maneviyattan arınıp gerçek yolculuğa çıkma fikri tartışmaya açık bir unsurdur. Bu sebeple yönetmenin anlatısı her ne kadar tartışmaya açık bir unsur olsa da bu yolculuğu karakterler bazında ele alış/anlatış şekli bana kalırsa takdire şayan. Bu noktada rüşvet alan polis şefinden diğer yan karakterlere kadar hepsinin yolculuğuna tanıklık etmek ve bunu pürüzsüz bir anlatıyla sunmak zor olsa gerek.
Şiddetin Normalleşmesi
Şiddetin sıradanlaşması ve filmin ilk sahnelerinde seyircinin şaşırdığı sahneleri sonradan içselleştirmesi sinemanın etik olarak değerlendirilebileceği ayrı bir konu. Hollywood filmlerinde sıkça karakterlerle özdeşim sağlayarak şiddete seyircinin gönüllü olarak teslim olması ve içselleştirmesi belirli bir kitle tarafından eleştirilebilir. Lakin The Devil All The Time filminde bana kalırsa şiddet her ne kadar normalleştiriliyor gibi görünse bile Arvin karakteriyle ahlâki bir katarsis yaşayabiliyoruz. Şiddetin ve sapkınlığın normalleşmesine karşılık Arvin, babasından miras kalan silahı kendince ve artık seyirciyle birlikte bir etik ahlâkı belirleyerek doğru bildiği durumlar karşısında kullanıyor. Böylece sapkın diyebileceğimiz karakterlerin aksine ayakta kalan yine Arvin oluyor. Şiddetin normalleşmesinin aksine Arvin, şiddet unsurlarını ortadan kaldırarak adaleti sağlıyor.
İmgesel Gösteri: Hiçbir Ayrıntıyı Kaçırma!
*Hollywood sinemasının sunduğu yaşama bakıldığında sıklıkla seyircinin karşısına çıkan kilise, çan, çan sesi, haç, İncil, istavroz, vaftiz, rahip, rahibe, dua, kilisede nikâh ve ilahiler gibi Hıristiyanlığa ait dini sembollerin yer aldığı görülmektedir. Ancak filmlerdeki karakterlerin bu sembollerle kuşatılmasına rağmen seküler bir yaşamla iç içe olmaları, bu dini sembollerin onlar için bir etki oluşturmadığını ve onların dinlerini canlı bir şekilde yaşamalarına katkı sağlamadığını göstermektedir. Bunun nedeni, içi boşaltılmış ve anlamını kaybetmiş sembollerin birey üzerinde herhangi bir etkisinin olmamasıdır. Bu anlamda dini sembollerle kuşatıldığı için dini gibi görünen toplumun aslında pratikleriyle sekülerlikle çevrelenmesi, dini sembollerin bireylerin bakış açılarına göre farklı anlamlar kazanacağını göstermektedir.
The Devil All The Time da ise bu mesajlar filmin yapıtaşını oluşturuyor. Kilisenin etrafında çerçevelenen filmin içinde dini sembollerle karşılaşmamız kaçınılmaz oluyor. Örneğin; Willard’ın barda otururken garson kadının moralini düzeltmek için kendisini davet ettiği arka odanın üzerinde gördüğümüz birçok kültürde ve mitolojilerde dişil sembolün karşılığı olan kült hayvan olan geyik simgesi, Anadolu’nun Kibele’sinden dönüşen Ay ve Avcılık Tanrıçası Artemis’in, Hitit, Hurri kültürünün, Noel Baba’nın, arketipsel sembolizm açısından da kişisel yolculuğuna çıkan kahramanın içindeki kendi anima’sıdır. Kahramanı dönüştürücü bölgeye sürükleyen bu sembol Willard’ın karısının iyileşmesi için Tanrı’dan yardım beklediği sırada ortaya çıkar. Filmin başından sonuna dek tanık olduğumuz Tanrısal bakış açısını empoze eden dış sesle birlikte Willard’ın yolculuğunu daha iyi anlarız. ‘’Duaları ve samimiyetinden fazlasının gerekebileceği kafasına dank etti. Tanrı’nın insanların inancını kanıtlaması için onlardan kurban isteme gibi bir alışkanlığı vardır.’’ Neticede geyik simgesi Willard’ın eşini iyileştirmek için kurban vermesi gerektiğine inandığı bir aracı sembol olarak görülür.
Filmde kaçırılmaması gereken bir başka imgesel anlatım ise Arvin’in babasının intiharının sinyallerini veren turta sahnesidir. Öyle ki; annesinin ölümünden sonra komşuları tarafından ikram edilen ve Arvin’in eline, yüzüne bulaşan ve kan lekesini andıran turta, Arvin’in bağlantısal olarak babasının intihar edeceğine yönelik imgesel bir anlatımı oluşturur.
*Bu bağlamda sinema, hem kendisinin inşaa ettiği anlamlar ile hem de seyircinin bu anlamlara bağlı kalarak ürettiği yeni alımlamalar/anlamlar ile ideolojisini seyirciye empoze edebilmektedir. Bu bakımdan filmlerde yer alan her bir karenin ve söylenilen her bir sözün, basit bir görüntü ve cümle dizini olmadığını; bunların kendilerine has ruhlarının olduğunu, yani belli bir ideoloji, düşünce biçimi ve hayat algılayışına dayalı olarak oluşturulduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Bu öğelerle birlikte filmin alt metninin derinliğinde yer alan her bir unsurun da seyirciyle etkileşime geçmesini sağlayabilmektedir.
Sonuç olarak müzik kullanımından romanı yazan Donald Ray Pollock’un dış sesine, sanat yönetiminden oyunculuklara kadar pürüzsüz bir anlatıma ve yansımaya sahip The Devil All The Time, aslında seyirciye vermek istediği mesajlarla birlikte unutulmaz filmlerin arasına giriyor. 35 mm ile çekilmiş film, dönemi yansıtan sinematografisi ve iç mekan sahnelerindeki etkileyici sinemasal diliyle birlikte eşsiz bir sanat eseri olarak yerini alıyor.
KAYNAK:
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/91936
*Sekülerleşme kuramı, öz olarak, dönüştürücü bir etkiye sahip olduğu ileri sürülen modernleşme ile birlikte, din ve metafiziksel inançların hem toplumsal, politik ve ekonomik anlamda hem de bireyin zihin dünyasında yitime uğrayacağını ileri sürmektedir.