Tecrit ya da izolasyon, sinemada dramaturjiyi perçinleyen bir tema olarak anlatılagelmiştir. Bireyin/toplulukların kimi zaman tercihen kimi zamansa mücbir sebeplerle karşılaştıkları bu durumun, hikâye anlatımında ilgi çekici bir yanı olduğu düşünülebilir. Ben de pandemi döneminde bizlere çok da uzak olmayacak bu kavramı, kimi trajikomik tarafı olan kimi de disiplinlerarası alt okumaları haiz, farklı perspektiften hikâyelerin anlatıldığı yedi filmlik bir “tecrit” filmleri listesi hazırlayarak ele almaya çalıştım. Keyifli okumalar.
Bad Boy Bubby (Rolf de Heer, 1993)
Listenin ilk sırasındaki film, annesi tarafından otuzlu yaşlarına kadar “Dışarıda zehirli gazlar var.” denilerek eve kapatılmış Bubby’nin hikâyesinin aktarıldığı Bad Boy Bubby, Nicholas Hope’un takdire şayan oyunculuğuna şahit olduğumuz yarım saatlik distopik bir “kapatılma” sekansıyla açılan film, izleyicinin değer yargılarını daha en başından sınamayı başarıyor. Filmin ileri bölümlerindeyse, olay örgüsünün belli klişelerle şişirilmesine karşın, yaşadığımız çağda bireyin aileyle ve toplumla kurduğu ilişkilenme şablonları mesnetli bir şekilde tenkit ediliyor. Bubby, bizleri (yaşadıklarının etkisiyle olsa bile) “Normal insan kurgudur.” söylemini sarsıcı bir biçimde düşünmeye sevk ediyor.
Simón del desierto (Luis Buñuel, 1965)
Luis Buñuel’in, bir önceki filmi Viridiana (1961) yüzünden İspanya’dan ikinci kez sürgün edilip Meksika’dayken çektiği filmi Simón del desierto (1965), kendisini dünyevi hazlardan arındıran Aziz Simon’un çilekeş yaşamına odaklanıyor. Şeytanın türlü alicengiz oyunlarına karşın nefsini ve iradesini güçlü tutmaya çalışan Simon, Buñuel’e has bir dokunuşla anakronik bir şekilde çağlar ötesinde kendisini buluyor. Yönetmenin seyirciyi şok edecek bir şekilde farklı dönemleri kesiştiren yaklaşımı filmde kırılma noktası olarak göze çarpıyor. Böylece, insanlığın ilk çağlardaki dünya kavrayışıyla günümüzdeki halinin farklılığına vurgu yapılıyor. Dini mitolojilerdeki yaratıcıya teslim olarak günahlardan arınma çileciliğinin karşısına histerinin başka bir biçimini yaşayan “esrik1 modern çağ insanı konuluyor. Zamana nasıl sıkışıp kaldığımız, yaşadığımız dönemin birer göstergesi olduğumuz sorgusu filmin kudretini yükselten etmenlerin başında geliyor.
Lord of the Flies (Peter Brook, 1963)
Issız bir adaya düşme metaforu tecritin bir başka hâli olarak edebiyat ve sinemada sıklıkla kullanılagelmiştir, Peki, bu tema, henüz toplum tornasından yeterince geçmediği varsayılan çocukların hayatta kalma çabaları üzerinden ele alınırsa neler yaşanabilir? Lord of the Flies, William Golding’in aynı isimli romanından uyarlanan filmlerden ilki olarak romana olabildiğince sadık kalmış bir yapım. Ancak yaygın kanının aksine film, insanın doğuştan kötü olduğu savı yerine, çocukların halihazırda yetiştikleri toplulukların anlayışından nüveler taşıdığını, savaşın, ulusçuluğun ve doğaüstü inanışların dünyayı kavrayışımıza ne denli etki edebileceğini hassas bir şekilde yansıtıyor.
Cast Away (Robert Zemeckis, 2000)
Chuck Noland (Tom Hanks), zaman konusunda obsesif denilecek kadar hesaplı ve titiz bir karakterdir. Uluslararası bir kargo şirketinde, sık sık seyahat etmek zorunda kaldığı bir pozisyonda çalışıyor. Seyahatlerinden birinde geçirdiği uçak kazası sonucu tek başına ıssız bir adaya düşen Noland’ın zaman algısı bu olayla beraber kökünden sarsılıyor ve hayatı bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde değişiyor. 2000 yılında vizyona giren Cast Away, izleyiciye ıssız adada mutlak bir yalnızlığın psikolojisini sunuyor. Modern dönemin Robinson Crusoe’su olarak Chuck Noland’ın macerası, listede ana akım filmlerden birisi olarak yer alıyor.
The Virgin Suicides (Soffia Coppola, 1999)
The Virgin Suicides, Amerikalı yazar Jeffrey Eugenides’in aynı isimli romanından Sofia Cappola tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Filmde yaşları 13 ve 17 arasında olan 5 kız kardeşin aile, gelenekler ve çevre aracılığıyla kendi bedenlerine, kendi dünyalarına ve dört duvar arasına kapatılmaları aktarılıyor. İçlerinden en küçüklerinin intiharıyla başlayan filmde kadın oldukları için kapatılan karakterlerin neler yaptığını, intiharı ve sonrasında yaşananları ise kasabada yaşayan başka erkekler aracılığıyla öğreniyoruz. Film boyunca kadınların neler hissettiğini ya da düşündüğünü tam anlamıyla bilmiyor; dünyalarını gerçekten görme şansı bulmuyoruz. The Virgin Suicides, çekildiği dönemin toplumsal ve ekonomik sorunlarını kısa kesitlerle bizlere sunmakla beraber, temelde kadınların günümüzde maruz bırakıldığı kapatılmaların ve denetimlerin birçoğuna da ayna tutmaktadır.
Jeder für sich und Gott gegen alle (Werner Herzog, 1974)
On yedi yıl boyunca bir ahıra kapatılan Kaspar Hauser’in hikâyesi, listedeki Bad Boy Bubby ile benzerlikler taşır. Yaşadıkları çağlar farklı olmasına karşın, hem dil hem de toplumca kabul edilen normatif kavrayışlarla karşılaşmaları sınırlı bu iki karakterden Kaspar Hauser, yabanıllığını farklı bir biçimde sergiler. Gerçek bir olaya dayanan film, adımlarını sessizliğe tutunarak yükselen çığlıklarla atar. Kaspar Hauser, 19.yüzyıl Almanya toplumu için hem bir merak unsuru hem de sakıncalı yanları olan bir yabanıldır. Werner Herzog’un keskin gözlem gücünü bir kez daha yansıttığı film, olayların yaşandığı dönemi başarılı bir şekilde aktarmakla beraber, sinemanın felsefe yapma etkinliğine dair önemli bir örnek olarak kabul edilebilir.
Kynodontas (Yorgos Lanthimos ,2009)
Listenin son sırasında, izlemesi oldukça rahatsız edici bir yapım yer alıyor. Avrupa Sineması’nda öncülleri Lars Von Trier, Michael Haneke gibi seyirciyi zorlayan filmler yapan Lanthimos, Kynodontas ile Yunan Tuhaf Dalgası’nın kemik işlerinden birisini yapmıştır. Ailesi tarafından yüksek duvarlarla çevrili bir eve kapatılan üç kardeşin dünyayı ve kavramları algılama şekilleri ebeveynleri tarafından manipüle edilmiştir. Dili, evreni babalarının despotik iktidarını içselleştirerek öğrenen kardeşler, farklı bir karşılaşmayla çatallanmalar yaratarak filmsel evrende bir yarık oluşturmaya çalışacaklardır. Kynodontas, tecriti ele alma biçimiyle listedeki en sarsıcı filmlerden birisi olarak değerlendirilebilir.