Şiir izlemek, müzik okumak, sahnenin ezgisini dinlemek… Ayrı his dünyalarına hitap eden bu deneyimler, Giuseppe Tornatore’nin objektifinde onlarca efsaneye bedel bir öykünün kelimelerini oluşturuyor. Tornatore, bir masal nefesiyle can verdiği öyküsünün gerçekçiliğini yine aynı masalsı üslupla oluşturuyor. Bu da gerçekçilik akımının ayrıntılarda gizlenen güzelliklerini, düş ile gerçek arasında da bulabilmeyi sağlıyor bizlere. Bir başka deyişle, anlatılan öykünün etkileyiciliği karşısında Tornatore masalının gerçekliğini, fizik kanunlarının yazdığı gerçekliğe değişmeye can atıyoruz. Nitekim sanat eserini değerli ve eşsiz kılan da farklı sanat türlerinden esintileri tek bir üslupta yoğurmak ve böylelikle kendine özgü gerçekliği yaratmak olsa gerek. Tornatore’nin sanat üslubunu bilenler, 1998 yapımlı The Legend of 1900’ın ilk sahnesinden itibaren kaliteli sanat eseri tadını duyumsayacak, filmin sonunda da bu tadı damaklarından hiç silemeyecektir.
Film, adı üzerinde 1900 isimli bir adamın karaya hiç ayak basmayan hayat hikâyesini anlatır. Kahramanımız, zamanının en lüks yolcu gemilerinden birinde unutulmuş bir bebektir. Gemide çalışan kömür işçilerinden Danny bulur onu. Ailesinin dahi unutmak istediği zavallı bebeğin adını unutulmaz kılmak için ona T. D. 1900 ismini verir. Etrafı denizlerle çevrili dünyayı Danny’nin anlattıklarıyla kurgulayan ve onun dimağıyla gören, işiten, konuşan 1900, karaya hiç adım atmasa da ona anlatılan öykülerden şehirler, sokaklar, anıtlar, coğrafyalar biriktirir kendine. Sınırsız hayal gücü ile keskin hisleri bir araya geldiğinde diğer insanların göremediği sokak aralarını, kent maceralarını, fabrika dumanlarından park yeşillerini bir şiir dilinde, adeta ezbere anlatır küçük çocuk. Ne var ki Danny’den aniden ayrılmak zorunda kalan 1900, artık su üzerindeki dünyasında bir başına kalmıştır. Danny’nin gözleriyle tanıdığı kara dünyasıyla bağı böylece tamamen kopmuştur. Toprağın kara gerçekliklerine küskün ve sitemli yetiştirilen 1900, deniz suyunun dalgalı ve belirsiz, değişken ve yumuşak öykülerini diğer her şeye yeğlemiştir.
Tornatore, burada kara ve deniz imgelerini ustaca kullanarak kurgu ile realist üslubun savaşını resmeder. 1900’ün sıra dışı öyküsünü anlatmayı ve ebedi kılmayı kendine borç bilen en yakın arkadaşı, trompetçi Max, karadaki insanların dünyasına 1900’den söz ettikçe tuhaf karşılanır, ciddiye alınmaz. Zira ömrünü bir gemide geçirmiş olan çılgın bir adam hakkında anlattığı bu öyküler, kara hayatına ve gerçekliklerine alışmış insanın hayal dünyasının kabul edebileceği türde şeyler değildir. Sözüm ona 1900 gemideki hayatı sırasında eşsiz bir müzik yeteneği geliştirmiş, piyano çalmayı öğrenmiş ve hatta “cazı yaratan adam”ı bir piyano düellosunda yenmiştir. Onu parmaklarından yayılan müzik aynı zamanda bir şiirdir, masaldır, efsanedir, insanlık portresinden kesitler sunan bir resimdir. 1900’ün öyküsü kelimelere değil, ancak efsanelere sığabilecek olağanüstülüktedir. Bu da Max’in anlattıklarını inanması güç kılar; tıpkı suyun belirsiz, şekilden şekle giren isimsiz yapısı gibi. Oysa toprağın sert ve belirli şekli, modernite çağının esir aldığı Amerika’nın gerçekliğini yansıtır. Bu gerçeklikte özgürlük, filmin en başında Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmek üzere gemiyle düşler ülkesine seyahat edecek insanların yer aldığı sahnede Özgürlük Anıtı’nın hudutları kadardır. 1900’ün sular üzerindeki dünyası ise uçsuz bucaksız bir ufka bakar.
Öte yandan Max, öyküsünü inandırıcı kılmak için kimseye ısrarcı olmaz. O, yalnızca bir anlatıcıdır; bu masala inanıp inanmamak dinleyicilerine bırakılmıştır. Tornatore, düşle gerçek arasına kurduğu bu ayrım noktasıyla yine imzasını atmıştır. Gerçekçiliği zorlamak için mümkün olabilecek en uç noktalardaki rastlantıları tek bir kaderde tesadüf ettirerek ilk başta biz izleyicilere her şeyin kurgu olduğu izlenimini uyandırır. Fakat usta yönetmenin, becerisini konuşturduğu yer, öyküyü anlatma biçimindeki etkileyiciliktir.
Edebiyatta da geçerlidir aynı ilke; sanat eserinin değerini ve tadını belirlemede önemli olan neyin anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığıdır. Tonratore, tek bir kişinin hayat hikâyesi gibi görünen öyküye çok farklı kişilerin bakış açısını ve anlatısını, neredeyse hissedilmeyecek yumuşaklıktaki geçişlerle verir. Max’in bir enstrüman dükkânına girip satıcıya anlatmaya başladığı 1900 efsanesinde yeri gelir, sözü gemide çalışan Danny alır. Daha sonra kelimeler gemi kaptanının, yolcuların, müziğin ve 1900’ün dudaklarında devam eder yolculuklarına. Anlatıcılar arasındaki geçiş, üslup farklarına rağmen sezdirilmeden, usulca yapılmıştır, ki bu da farklı tatlarla aynı öyküyü anlatan sahneleri zenginleştirir.
Bunun yanı sıra film, birden fazla öykü katmanı üzerine kurulmuştur. Max, bir yandan 1900’ün efsanesini enstrüman dükkânı sahibine anlatırken diğer yandan aynı öykünün bir başka parçasını oluşturan kendi mücadelesi sürmektedir. 1900’ün yaşadığı gemi yıllar sonra kullanılmayan atıl bir harabeye dönüşmüştür. Bunun üzerine limanda yer işgal etmemesi için mühendisler, gemiyi patlatarak yok etme kararı alır. Max, bu haberi alır almaz geminin bulunduğu bölgeye gider ve içeride en yakın arkadaşı 1900’ün hâlâ yaşıyor olduğunu anlatır. Hikâye, burada tekrar başlar; bu kez dinleyici dükkân sahibi değil, patlatma ekibindekilerdir. Hikâye ve anlatıcısı değişmese de dinleyen kitledeki bu değişim, hikâyenin de bağlam değiştirebilmesini ve farklı yönleriyle yeniden alevlenmesini sağlar. Bir yandan patlatma ekibinden adamları ikna edebilmek için gemide tekrar arama yapan Max, diğer yandan hikâyesini geminin her bir bölmesinde yeniden canlandırır. Kelimeleri, içi harabeye dönmüş gemiye yeniden can verir adeta. Anlattığı her bir sahne, yaşandıkları âna geri döner; geçmişi tüm gerçekliği ve ayrıntısıyla şimdiki zamana taşır. Bu geçişlerle Tornatore, Aristoteles’in zaman ile mekân arasındaki kopmaz bağını tümden değiştirmiş, lineer öykü zincirlerini koparmıştır. 1900, belki bir efsaneden öteye gidemeyecektir; ancak dilden dile anlatılmaya değer bir öykü olarak kendini ebedi kılacaktır.
Tornatore’nin film boyunca bu şekilde gösterdiği postmodern dokunuşlar, filmin son sahnesinde küçük bir dürbün görüntüsüne sığdırılıp karanlığa karışan Max ile üç noktasını koyar. Bu sonlandırma tekniği boşa değildir; Max’in tanık olduğunu iddia ederek anlattığı öyküye bir de ikinci bir bakış etkisi vererek sanatın ve kurgunun gerçekliğini/geçerliliğini bir kez daha sorgular. Anlatılan tüm hikâyeye inanmak, biz izleyiciler için büyük bir keyif olsa da Tornatore bu son sahneyle aslında izlediğimiz her şeyin, yine sadece bizim gözümüzde ve biz inandığımız müddetçe var olduğunu ifade eder.
Elbette Tornatore deyince sahnelerin ustalığını müzikle besleyen Ennio Morricone de akıllara ilk gelen bestecidir. Yine bir Tornatore filmine ezgisel dokunuşunu yapan Morricone, 1900 karakteri üzerinden kendi yeteneğini de konuşturur.
Unutmamak gerekir; efsaneler, anonim oldukları kadar anlatıcılarının ve inananların da imzasız eseridir. Tıpkı dünya üzerinde hiçbir aileye, kimliğe ve isme sahip olmayan, fakat dünyanın en gerçek kurgusu 1900 gibi.