İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, usta yönetmenlerin son filmleri, yeni keşifler ve kült yapıtların aralarında bulunduğu 135 uzun ve 22 kısa metrajlı filmden oluşan zengin programıyla 41. kez sinemaseverlerle buluşuyor. İki yılın ardından sinema salonlarına dönen festivalde 12 gün boyunca, 14 bölümde 43 ülkeden 164 yönetmenin filmleri gösterilecek. Gösterimlerin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek sohbetler, konser ve özel etkinlikler de festival kapsamında yer alacak.
Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 41. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin üçüncüsüyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Ev Ödevi
Her şey basit bir tanım sorusuyla başlıyor: “Ödev ne demek, biliyor musun?”
Bu soru ilk defa 1989 yılında Abbas Kiyarüstemi tarafından sorulmuştu. Ashkan Nejati ile Mehran Nematollahi ise tarihin ne kadar değişip değişmediğini, aynı soruyu günümüzde yeniden dillendirerek öğreniyor. Yönetmenlerin objektifinde yeri geliyor, bir aile dramına evriliyor; yeri geliyor, bizlere küçük kahkahalar attırıyor. Ama 78 dakikalık izleğin sonunda içimizde buruk bir “ayıp” kalıyor. Söylenmemesi gereken bir ayıp sanki, yahut kalbimizin ve vicdanımızın dile getirmekten utandığı bir insanlık ayıbı: çocuklarımız. 2021 yapımlı belgesel Ev Ödevi, İran’ın çeşitli sosyoekonomik tabakalarından gelen ailelerin çocuklarıyla yapılan röportajlardan oluşuyor. Dolayısıyla bu belgeselin sorumlusu yetişkinlerken kahramanları, başrolün yegâne sahibi çocuklarımız. Hepsi, içlerinde masumiyeti, naif bakış açısını, kirlenmemişliği sımsıkı tutan birer tohumken ne yazık ki kaderin gülmediği kesim, bugün pek çok yetişkin insanın deneyimlemediği acıların tadını pekâlâ biliyor.
Varlıklı kesimden gelen çocuklar, hayatlarının merkezlerinde yer alıyor çoğunlukla. Fakirlik kelimesinin anlamını bilmezken zenginlik, onlar için yaşamın olağan bir hâli. Yaşam mücadelesine girmelerine gerek yok; bu nedenle hayalleri var ve hayalleri büyük. Nitekim günün sonunda çoğu da bu hayallere zahmetsizce erişeceğinin farkında. Yoksul ailelerin çocuklarıysa yaşam mücadelesi içinde nefes almaya çalışıyor. Okul yönetiminin de dile getirdiği gibi, bu çocuklar okula “nefes almaya” geliyor. Yani işten, çalışmaktan, aile geçindirme yükünden ezilen küçücük bedenlerini dinlendirmeye. Biz yetişkinler, henüz nasıl bir kurtlar sofrasına adım attıklarını bilmeyen çocukların önündeki karanlık yolu gördüğümüzden başımızı kaldıramıyoruz karşılarında. Onlarsa dimdik duruyor her şeye karşı. Gözlerinde umut, yüzlerinde hiçbirimizin erişemeyeceği saflıkta birer gülümseme… Ve hayat şartları bu çocukları ne kadar büyük bir uçurumla bölerse bölsün ortalarında daim olacak bir köprü, aile.
Aile sevgisini her şeyin üstünde tutan çocukların karşısında yüzümüzün kızarması işten değil. Zira onlara sunduğumuz çile dolu bir geleceğe rağmen yine de büyük bir adanmışlıkla sevdiklerini görüyoruz bizleri. Ve çocuklardan öğrenecek çok ama çok şeyimiz olduğunu, kendi yetişkin olmaya çalışırken içimizde büyüttüğümüz eksiklikleri anlıyoruz. Evet, çocuktan almalı haberi. Nasıl bir gelecekte yaşamak istiyorsak, tohumlarımızı ona göre ekmeli, sulamalı, sevmeli. Her dakikasını büyük bir ilgiyle izleten belgesel, içinde insanlığa dair umudu kalan herkesin uğraması gereken bir durak. 11 ve 12 Nisan’daki gösterimler hakkında ayrıntılı bilgiyi buradan bulabilirsiniz.
Peter Von Kant
François Ozon, Reiner Werner Fassbinder’in Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları(1972) filminin serbest bir uyarlamasını koyuyor önümüze bu kez de. Uyarlamaya, ana kahramanların cinsiyetlerini değiştirerek başlayan Ozon, modacı Petra’yı yönetmen Peter’a çeviriyor. Şöhretinin gölgesinde bohem bir hayat yaşayan Peter’ın Köln’deki kocaman pencereli lüks evinden, camdan içeri bakan çekimler ve bir küçük telefon sahnesi dışında, hiç çıkmıyoruz. Fassbinder’in de orijinal filmde yaptığı bu seçim, başkarakterimizin histerik kişiliğini daha yakından gözlemlememizi sağlıyor. Atmosferdeki klostrofobik his ise Peter von Kant’ta Ozon’un mizahi dokunuşları ve evde kurduğu rengarenk dünya sayesinde kırılıyor.
Peter yeni keşfi, oyuncusu ve aşığı Amir ile yaşadığı olduğu tutku dolu -ama ne yazık ki tam anlamıyla toksik- ilişkinin içinde debelenirken, günlerini sinir krizi ve alkolizmin eşiğinde geçiyor. Bu takıntılı aşk, onun hayatında en yakın arkadaşının, öz kızının ve annesinin bile önüne geçiyor. Aslında tüm bu hareketleri, kendine karşı beslediği narsistik sevginin ilginç bir dışavurumu. Ama şairin de dediği gibi “Herkes öldürür sevdiğini.”. Oscar Wilde’ın bu dizeleri filmde bestelenmiş olarak çokça karşımıza çıkıyor ve filmle ilgili filmden daha çok şey anlatıyor bana kalırsa.
Film, her ne kadar Peter’ın öyküsünü anlatsa da anlatıyı tutkal gibi bir arada tutan şey aslında Peter’ın sistematik bir şekilde aşağıladığı uşağı Karl. Film boyunca tek kelime etmese ve çoğu zaman ekranın bir kıyısında kalsa da Karl, tüm sahnelerde görmezden gelinemeyecek, kunt bir varlık sergiliyor. Onun varlığıyla açılan film, yokluğuyla sona eriyor. Berlinale’nin açılışını yapan, İstanbul Film Festivali’nin ise Galalar seçkisinde yer alan filmin bugün ve yarınki son gösterimlerini kaçırmayın.
Oyun Alanı (Un Monde)
Belçikalı yönetmen Laura Wandel, ilk filmiyle büyük bir başarıya imza atıyor. Bu yıl Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde FIBRESCI ödülünün sahibi olan Oyun Alanı, aynı zamanda Belçika’nın bu yılki Oscar adayıydı. Oyun Alanı, ilkokula giden iki kardeşe odaklanıyor. Her ne kadar daha çok Nora’yı takip etsek de Abel’in trajedisi de en az Nora’nınki kadar can yakıyor. Nora’nın okuldaki ilk günü ile başlayan film, asla okulun sınırlarının dışına çıkmıyor. Üstelik kamera boyu Nora’ya göre ayarlanmıştır. Bu nedenle yetişkinlerin bakış açısı, filmin hiçbir anında perdeye yansımıyor.
Wandel, aslında ilkokulu, yaşadığımız hayatın bir alegorisi olarak planlıyor. Okul, içine bırakıldığımız, kuşatıldığımız ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse hapsedildiğimiz, belli kurallarla zapturapt altına alındığımız alan olarak karşımıza çıkıyor. Filmde işte tam olarak bu alanda hayatta kalmaya çalışan çocuklar, akran zorbalığına uğruyorlar. Şiddet, hakaret, ötekileştirme, küçük düşürme… Ne arasan var. Nora ve Abel, bir süre sonra yaşadıkları bu akran zorbalığına, ötekileştirmeye karşı bir savunma mekanizması geliştiriyorlar. Hayatta kalmak, kabullenilmek için güçlünün onlara yaptığını onlar da kendilerinden daha güçsüze yapmaya başlıyorlar.
Oyun Alanı, özellikle bir ilkokul öğretmeni olarak beni derinden etkiledi. Her gün akran zorbalığına, şiddete, yalnızlaştırmaya şahit olsam da Nora’nın bakış hizasına ayarlanmış ve genellikle de yakın çekim yapılan görüntüler, seyirciyi o acımasız dünya içerisinde nefessiz bırakıyor. İşin en zorlayıcı yanı ise filmde tüm izlenilenlerin aslında yetişkinlerin dünyasının bir temsili olmasıdır. Wandel, erk temelli dünyanın acımasızlıklarını, “bugünün küçükleri yarının büyükleri” üzerinden çarpıcı bir şekilde özetliyor. Tabii filmin bu kadar başarılı olmasında iki küçüğün takdire şayan oyunculuğunun da payını unutmamak gerek. Festivaller benim için en çok da keşif ise Laura Wandel, bu yılki en büyük keşfim olabilir. Önümüzdeki yıllarda gelecek olan diğer işlerini sabırsızlıkla bekliyor olacağım. Oyun Alanı’nın 13 ve 16 Nisan’daki gösterimlerini kaçırmayın!