Pride Month (Onur Ayı) içerisinde; kuir sinemasının belli başlı konularına, aşkın ifadesine, politiğin yıkıcılığına, dünyada var olmaya dair bazı filmlerle konuşacağız. Sinemanın kuir olumunu ifade etme şekli, politik-etik alanın baskıladığı ilişkilerin işlendiği bazı filmler konumuz olacaktır. Sinemanın doğumundan bu yana şeyleri imleme şekli, ilişkileri, yönelimleri ekrana taşıma istemi ve çoğuyla hazırlanan özel dosya yazımızın dikkatleri çekmesini dileyerek başlayalım.
Mala Noche (Yön. Gus Van Sant, 1986)
Walt (Tim Streeter), Portland’ın kenar mahallelerindeki bir içki dükkanında çalışan, sıradan hayat süren bir gençtir. Yasa dışı bir Meksikalı göçmen olan Johnny (Doug Cooeyate) ile tanıştığında karşılıksız bir aşkın pençesine düşer. Maçoluğun çizgilerinde dolaşan Johnny ise Walt’ın eşcinsel duygularına karşı alaycı bir tavır sergiler. Johnny, kendisi gibi kaçak bir göçmen olan ev arkadaşı Pepper’ı (Ray Monge) yanında getirdiğinde ise üçlü arasında huzursuz bir aşk üçgeni canlanır. Yönetmen Van Sant, onların arzu ve reddedilme dansını yargılamadan, temkinli şekilde bir arada yaşamalarını gözlemler. Walt tamamen sevgi ile dolu iken; küçük iyilikler karşılığında Walt’la arkadaşlık etmeye tenezzül eden, ona karşı küçümseyici tavırlar sergileyen Johnny’nin örgü boyunca değişimi sergilenir. Âşık olduğu adama karşı bütün fedakarlıklara hazır olan Walt, Johnny’nin alaylarına ve hakaretlerine ona daha yakın olabilmek için katlanır.
Mala Noche (1986), aşık olma ve reddedilme, öfori ve hayal kırıklığı üzerine bir çalışmadır. Bunu yaparken aynı zamanda da sokaktaki yaşamın, sosyal merdivenin en alt basamağında hayatta kalmanın, tüm bunların yanında cinsel kimliğini yaşamanın absürt zorlayıcılığının bir portresini sunar. Şehrin en kötü yerinde, kötü bir işte çalışarak zar zor geçinen Walt bile; yasa dışı bir göçmen olan ve çalışabileceği herhangi bir işe bile tamah edebilecek Johnny ve arkadaşının yaşadıkları zorluklara kıyasla hayatının ayrıcalıklı göründüğünün farkındadır.
Van Sant’ın kariyerinin başlangıcından itibaren cinsel yönelimleri bir “sorun” ya da herhangi bir biçimde tartışılması ya da yargılanması gereken bir fenomen olarak ele almayı reddetmesi, film boyunca kendisini gösterir. Karakterlerinin cinsel yönelimleri, cinsel pratikleri ve cinsel kimlikleri, diğer sosyal nitelikleriyle birlikte ele alınır. Mala Noche’de Johnny ve Pepper’ın Meksikalı geçmişi, azınlık statüsü, sosyal sınıfı ve konumu, Walt’la yatıp yatmadıklarından veya kendilerini cinsel olarak nasıl algıladıklarından daha önemlidir.
Şehvet, dostluk ve inişli çıkışlı duyguların arasındaki karşılıksız aşk üzerine modern bir vuruş filmi olan Mala Noche, aynı zamanda eşcinsel karakteri bir kahraman olarak gelişigüzel kabul etmesi sayesinde, kendi döneminde kuir sinema adına önemli bir dönüm noktası olma niteliği taşır. Hem seksenlerin kültürüne geri dönüş hem de kuir sinemaya dönemin filmlerinden daha modern ve ileri görüşlü bir yaklaşım olarak Mala Noche, dikkate değer bir film ve etkileyici bir yapım olarak nitelendirilebilir.
I’ve Heard the Mermaids Singing (Yön. Patricia Rozema, 1987)
Çok kültürlülük, modern sanat, ırk, temsiliyet ve postkolonyalizm gibi söylemlerin modern dünya insanının hayatına girmesi aslında dünyanın kişinin etrafına dönmediğinin açık bir kanıtıdır. Öte yandan modern sanatın klasik anlatı kadar çözümlenemeyişinin en önemli sebebi de yine kuşkusuz sahip olduğu teminolojidir. Farkındalık bireyin kendi tinselliği ve çevresiyle olan harmonisi etrafında oluşur. Bu şiddetli farkındalığa sanat denir. Üstelik sanat, heteronormatif yapının dayattığı kadın ve erkek oluşun izlerini homonormatif boyutlar üzerinden imha edebilecek güce de sahiptir. İçinde bulunduğumuz çağda kuirler artık bir alt kültür değildir.
Fotoğraf sanatıyla ilgilenen Polly eserlerini herhangi bir türe bağlı kalmadan icra eder. Çünkü o hiçbir kalıba uymayacak kadar sonsuzdur. Henüz otuzlu yaşlarının başında olsa da cinsel kimliğini, kariyer hedefini ve toplumun önüne hunharca çıkardığı sorunları üzerine tutarlı bir edimsellik göstermemiştir. Sanat asistanı olarak çalışmaya başladığı bir atölyede patronuna âşık olabilme potansiyelini fark ettiğinde aslında bu ilginin sapyoseksüel kaynaklı bir haz mı yoksa cinsel bir çekim mi olduğunun ayırdında değildir. Bir kadın başka bir kadını romantik duygularla seksüel iletişim olmadan da sevebilir. Bu cinsellik iletişimini bedenden öte sanatsal bir uyumlanışla da gerçekleştirebilir. Polly’nin nahif ruhu, gördüğü her şeyi fotoğraflama duygusu onu çağdaş akım sanatçılarının çok daha ötesine taşır. Yetersizlik duygusu yaşadığı her an rol modeli Gabriel’e daha çok bağlanır. Aslında Polly bir kadının aktif rolde olmasını; sanatçı, güçlü, iktidar sahibi yönünü çekici bulur. Kendi yarattığı aşk imgesiyle Gabriel’in iskeletini arzular. Ta ki uzaklardan gelen yabancı bir kadının bu romantik ilişkiye dâhil olmasıyla Polly yaşadığı kıskançlığın aşk nedenli olduğundan emin olmaya başlar.
I’ve Hear the Mermaids Singing (1987) kuir teori filmlerin öncülerinden sayılabilecek bir yapım olarak listemizde yerini almaktadır; çünkü edindiği konu itibariyle de kuir teorinin bir önceki basamağı olan feminist sinema teorisi ve kendinden hemen sonraki ırk teorisi filmlerine güçlü bir zemin oluşturmaktadır.
Not: 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında, kadın çalışmaları ile birlikte yürütülen cinsiyet çalışmaları alanı, aynı zamanda gey ve lezbiyen çalışmalarını (sonradan queer çalışanları) da kolaylaştırdı. Bu alanlarla ilişkilendirilmiş birçok teorisyen cinsel kimlikler arasındaki sınırların son derece geçirgen ve yapay olduğu fikrinin önemini belirttiler. Akabinde önceden aşağılayıcı olan queer’i olumlu ve gururlu bir terim olarak yeniden düzenlediler. [1]
Hayat gördüğümüz en tuhaf şey, değil mi?
[1] STAM Robert, Sinema Teorisine Giriş, Ayrıntı Yayınları, 2000.
Paris is Burning (Yön. Jennie Livingston, 1990)
Jennie Livingston’ın altı yıl gibi uzun bir sürecin sonunda tamamladığı Paris is Burning (1990), çoğunluğu Afro-Amerikalı, Latin kökenli ve trans bireylerin katıldığı drag balolara ve bu baloların bir nevi mimarı olan bireylerin hayatlarına odaklanıyor. 1920’li yıllarda beyaz trans bireylerin tekelinde olan ve daha çok moda yönü ağır basan temsillerin hâkim olduğu kültür, altmışlı yıllardan itibaren beyaz olmayan bireylerin kendi balolarını yaratmasıyla bambaşka bir yöne evrilir. Daha geniş bir topluluğa hitap eden ve daha özgürlükçü olan bu balolar, özellikle seksenlerde ve doksanlarda adeta altın çağını yaşar. Belgesel, drag baloların yapıldığı salonların önünden içine, oradan da evlerin anneleri ya da bireyleriyle yapılan röportajlardan sahnedeki mücadelelerine kadar birçok şeye tanık eder seyirciyi. Bir yandan da sahne geçişlerinde kullanılan görüntülerle hâkim dünyadaki topluluğun yaşantısını dönemin popüler dizileri, dergi kapakları ya da reklamları vasıtasıyla takip etmemizi sağlar. Böylece iki farklı dünya arasındaki ayrışmayı net bir şekilde gözler önüne sermiş olur.
Paris is Burning, dönemin drag balolarının sadece bir eğlence ya da direniş hali olmaktan çok daha önemli bir misyonu yerine getirdiğini gözler önüne serer. Bu balolara katılanlar, sadece cinsiyet anlamında değil birçok açıdan ötekileştirilmiştir. Siyah, yoksul ve straight olmayan bireylerin ana akım dünya tarafından ne kadar köşeye sıkıştırıldığını ve bu nedenle de bu ötekileştirilmiş bireylerin kendilerine yeni bir dünya icra ederek yaşamaya devam ettiğini görürüz. Bu ötekileştirilmiş bireyler, anne ve babadan oluşan biyolojik aile yerine kucaklayıcı aileler, biat edilmesi istenilen hâkim dünya yerine özgürlükçü bir toplum yaratır. Ve en önemlisi ise o toplumda herkes istediği her şey olabilme hakkına sahiptir.
Belgeselin bir yerinde balolar “Alice Harikalar Diyarında” eseri ile özdeşleştirilir. Aslında belgeselin yapmaya çalıştığı ya da bu alt kültürün inşa ettiği en önemli şeyi de biraz buradan ele almak gerek. Alice, tavşan deliğinden düştükten sonra hiç olmayacak, imkânsız diyebileceğimiz şeyleri çok rahatlıkla olabilir. Tavşan deliğinin ardında olmayacak hiçbir şey yoktur. Ama günün sonunda Alice, tavşan deliğinden çıktıktan sonra daha da güçlenmiş bir şekilde yine kendisi olur. İşte balolara katılan insanlar da öyledir. O kişiler kesinlikle ne olduğunu, nasıl yaşamak istediğini bilen bireylerdir. Sahnede ise farklı görünmeyi başarırlar. Ama günün sonunda olduğu gibi yaşantısına devam ederler. Hem de daha emin bir şekilde. Heteronormatif dünyada birçok insan olduğundan farklı görünür. Kendiyle barışık değildir. Ya da ötekileştirilmemek için tüm hayatını bir yalan üzerine kurar. İşte drag balolar, bir yandan da koca bir yalanın içinde yaşayan “ideal” topluma da bir ayna tutar aslında.
New York’un arka mahallelerine itelenmiş LGBTİQA+, renkli, yoksul bireylerinin hayata tutunma, alternatif bir dünya yaratma, direniş sergileme halinin belgeselidir Paris is Burning. Tüm o dünyanın bireylerinin farklı farklı kategorilerde giyinip sahnede yürümeleri, eril dünyanın kurallarına nanik yapmaları, dayatılan cinsiyet rollerini, “ideal” yaşamı ters-düz etmeleri bir direniş, bir karşı duruş değil de nedir?
Happy Together (Yön. Wong Kar Wai, 1997)
Siyah beyaz görüntünün renk ile tango yaptığı bir film Happy Together (1997). Lai Yiu-fai ve Ho Po-wing ilişkilerine yeniden başlamak üzere Hong-Kong’dan Arjantin’e, beraber göremeyecekleri Iguazu şelalesine bir yolculuğa çıkarlar. Ancak yola çıktıkları andan itibaren devamlılığı kuşkulu olan ilişkilerini bu uzun yolculuk darmadağın edecektir.
1997 senesinde Cannes Film Festivali’nde Happy Together ile en iyi yönetmen ödülü alan Wong Kar Wai ise filmi hakkında şöyle demiştir:
“Happy Together, eşcinsel bir film değil. Biriyle beraber yapayalnız hissettiğimiz aşk hikâyelerinden; mutlu olmak aynı zamanda kendinle ve geçmişinle mutlu olmayı getirir.”
Happy Together, Wong Kar-Wai’nin de dediği gibi kuir mücadele üzerine bir film değildir. Bu anlamda yorumu bize ilişkileri ve filmleri değerlendirirken çokça düştüğümüz bir hatayı anımsatır: güç ideolojisini ve önceden bize dikte edilmiş kimlikleri kabullenmek. Düşünsek de tartışsak da pek bir yere varamayacağımız bir noktadan filmi olduğu gibi izlemek, ilişkiyi olduğu gibi deneyimlemek ve kendisinin bizi yönlendirmesine izin vermek bu anlamda doğru seçim olacaktır. Sonuçta aşk da sanat da aynı dili konuşmak için ne kadar çaba harcarsak harcayalım bize kendi dilinden konuşacaktır.
Zenne (Yön. Caner Alper ve Mehmet Binay, 2011)
Ahmet Yıldız 15 Temmuz 2008 günü İstanbul’da kendi babası tarafından vurularak öldürüldü. Medyaya bir namus cinayeti olarak yansımış olsa da bir namus cinayeti olduğu kadar bir LGBTIQA+ nefret cinayetiydi. Türkiye’de sonraki yıllarda devamı gelecek nefret cinayetlerinin ilkiydi.
Zenne (2011) filmi, Ahmet Yıldız’ın hikâyesini kurgu ile gerçeği harmanlayarak ekrana taşıyor. Bu hikâyeyi yazıp yönetenler ise Ahmet Yıldız’ın arkadaşları olan Caner Alper ve Mehmet Binay. Ahmet’in beklenmedik ölümünden oldukça etkilendiklerini belirten yönetmenler, bu filmi yapmayı kendilerine borç bildiklerini de söylüyorlar. Hikâye, üç ana karakter etrafında gelişiyor: İstanbul’da erkek dansözlük (bkz. zennelik) yapan Can, İstanbul’a fotoğraf çekmeye gelen Alman sanatçı Daniel ve Ahmet Yıldız’ı temsil eden, ailesinden homoseksüelliğini gizleyerek üniversite okuyan Şanlıurfa asıllı Ahmet. Bu üç karakterin yolları kesişir ve tek ortak noktaları üçünün de homoseksüel olmasıdır. Onları birbirlerinden ayıran ise kimliklerini nasıl yaşadıklarıdır. Daniel, hayatı boyunca bu kimliğinden ötürü hiçbir ayrımcılığa maruz kalmamıştır ve Can ile Ahmet’in yaşadıklarının ve hissettiklerinin ehemmiyetini film boyunca anlamaya çalışsa da hiçbir zaman anlayamaz. Can, kimliğini en ön planda yaşayandır. İstanbul’un göbeğinde dansçılık yaptığı kadar, giyimi ve davranışlarıyla da benliğini insanlara dikte eder. Ancak bundan ötürü günlük hayatta en çok hakarete ve şiddete maruz kalan da odur. Ve son olarak Ahmet, kimliğini ve kim olduğunu bir mıh gibi saklar. Aile namusunu korumanın sosyal baskısı üzerindedir. Yalnızca kapılı kapılar ardında ve yakın çevresine karşı olduğu kişi olabilmektedir.
Filmin oyuncu kadrosu Kerem Can, Erkan Avcı, Tilbe Saran, Tolga Tekin ve Esme Madra gibi iddialı ve başarılı oyunculardan oluşuyor ve hemen hemen hepsinin performansları dikkat çekiyor. Görüntü yönetimi ve Demir Demirkan ile Paolo Poti tarafından hazırlanan film müzikleri de seyir zevkini yüksek kılıyor. Film, 2011 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde beş ödül kazanarak başarısını tescillemiştir.
Zenne, Ahmet Yıldız’ın hikâyesini ekrana taşıması ve görünür kılması bakımından mühim ve durduğu politik zemin de güçlü olan bir film. Filme yapılabilecek belki de en doğru eleştiri, senaryonun dağınıklığı ve her şeyi demeye çalışırken aslında hiçbir şey diyemiyor oluşu. LGBTIQA+ probleminin yani sıra; ülke ekonomisi, Orta Doğu savaşları, muhafazakârlık eleştirisi, zorunlu askerlik problemi, şehitlik kavramı gibi uzayıp giden bir liste Türkiye sorunlarının da öylece ortaya konulmuş olması filmi tam bir çorba yapıyor. Ancak unutulmamalıdır ki bu film, aşağı yukarı on yıl öncesinin filmidir. Türkiye’nin sorunları ise hâlâ aynı ve devam etmekte. Bugün bu sorunları merkezine alan yapımlara baktığımız zaman aklıma ilk gelenler Hayaletler (2020) filmi ve Netflix yapımları Bir Başkadır (2020) ve Uysallar (2022). Bu yapımların hepsinde de Zenne’deki problemlerin hemen hemen aynıları hâlen mevcut. Bu yapımlar da ülke sorunlarını derinleş(e)meden araya serpiştiriyor ve bütün sorunlara değinmeye çalışırken oradan oraya savruluyorlar. Belki de asıl sormamız gereken soru Zenne’nin niye problemli olduğundan ziyade, Türkiye sinemasının aradan geçen bunca zamanda sorunlarını beyazperdeye yansıtmakta nasıl hiç yol kat edememiş olduğudur.
Tomboy (Yön. Céline Sciamma, 2011)
“Doğayla baş başayken kendimizi öylesine rahat ve keyifli duymamızın nedeni, doğanın bizim hakkımızda bir görüşü olmayışıdır.” Nietzsche’nin bu sözü belki de Tomboy (2011) için tersten bir şekilde onaylanabilir. Yeni taşındıkları yerde kendisini Michael olarak tanıtan Laura, trans erkek çocuk olarak bir yandan kendisini yaşamaya çalışırken diğer yandan kimliğini gizlemeye çalışır. Ailesi Laura’nın Michael ismini kullandığını bilmezken mahallede edindiği yeni arkadaşları da Michael’in Laura olduğunu bilmezler.
Michael diğer çocuklarla var olmak adına onların “doxa”sına dahil olmaya çalışır. Bir yandan da özellikle erkek çocukların rutinlerini taklit etmeye başlar. Bu süreçte kendisini diğerlerine kanıtlamaya çalışırken Lisa ile duygusal yakınlık kurar. Film çoğunluğun söylem gücünün yani bir başka deyişle -film nezdinde- heteronormatif kalıpların yahut heteroseksist performansın, toplum ve aile ile bireyi daha çocukluktan nasıl baskıladığını aktarır.
Bir bakış olarak kısaca aileye değinmek de gerekir. Michael’in, yani ebeveynler için Laura’nın, kimliği deşifre olduğunda babanın “zamanla her şey düzelecek” lafı ve annenin Michael’e tokat atıp “kız elbisesi” giydirerek arkadaşlarından özür dilemek zorunda bırakması ailenin genel olarak devletin baskıcı yanının çekirdeği olduğuna delalettir. Bugün birçok coğrafyada gerek queer gerek başka kimliklerin varoluşu görünürlük anlamında yol katedilmiş gözükse de toplumların/ülkelerin büyük bir kısmı hâlâ birey/aile/okul/kültürel kodlarda “normale” endeksli durumdadır. Tolerans göstermek de yapılagelen bir yanılgıdır. Öznenin hâkim kimlikten kurulması meselesi tıpkı diğer konularda olduğu gibi “Kuir Sinema” ele alınırken dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
Tomboy’da aile ve çevredekilerin ötekileştirici tavırlarına karşın Michael’in en büyük destekçisi beş buçuk yaşındaki kardeşi Jeanne’dir. Onun şefkati, duygudaşlığı, bir beden üzerinden tekil bir örnekle, yargılanmadan anlaşılmanın gücünü gösterir. Ayrıca film finalinde Lisa’nın tüm olanlardan sonra Michael ile görüşmek istemesi umut barındırır. Ayrıca Michael’in ormanın içerisinde “kız elbisesi”ni üzerinden çıkartması tekrar diğer kıyafetiyle kalmayı seçmesi belki de girişteki deyişle dolaylı yoldan örtüşme şeklinde görülebilir.
In the Family (Yön. Patrick Wang, 2011)
In the Family (2011), eşcinsel çiftten biri ölünce diğerinin yasal hakları için mücadele etmek zorunda kalmasını konu edinir. Altı yaşındaki Chip, iki babası Cody ve Joey ile mutlu bir aileye sahiptir. Biyolojik baba Cody bir araba kazasında hayatını kaybeder. Joey bir yandan hayat arkadaşının yasını tutarken diğer yandan bebekliğinden beri babalık yaptığı Chip’in velayetini alabilmek için Cody’nin ailesiyle bir velayet savaşına girer.
Cody’nin ailesi, Joey’nin velayeti almasına karşıdır fakat bu durum herhangi bir ön yargıdan kaynaklı değildir. Cody’nin Joey ile olan birlikteliğinden önce yazdığı vasiyetnamesine göre Chip’in velayeti Cody’nin kız kardeşine verilmiştir. Ve aile, ölen oğullarının (yıllar öncesine ait olsa bile) isteğine saygı duyulmasını ister.
Film boyunca Joey’ye karşı açık bir şekilde homofobik davranışlar sergilenmez fakat hastane ve mahkeme sahnelerinde aile dışından biriymiş gibi davranılır. Oysa ki Cody hayattayken Joey aileden biridir. Hikaye, Tennessee’nın kırsalında geçer ve filmin çekildiği 2011 yılında Tennessee eyaletinde eşcinsel çiftler için evlilik yasağı vardır. Film ilerledikçe Joey’nin hiçbir yasal dayanağı olmadığı anlaşılır. Görüştüğü avukatlar kazanma ihtimalinin olmadığı üzerine hemfikirdir. Joey, Chip’in babası olduğunu hem Cody’nin ailesine hem de devlete göstermek zorundadır. Bu noktada film melodrama başvurmadan bir baba-oğul hikâyesine evrilir. Yönetmen Wang’ın yavaş yavaş ortaya çıkarttığı psikolojik dramasını, sadelik ve üslup açısından Kramer vs. Kramer (1979) filmine benzettim. Fakat Wang, melodram yüklü anlar yerine sessiz sahnelere yer vermiştir.
Patrick Wang’ın yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı ilk uzun metraj filmi, yüz yetmiş dakika gibi iddialı bir uzunluğa sahiptir. Eşcinsel çiftlerin yıllardır birlikte yaşamasının hiçbir yasal karşılığı olmaması, Joey’nin mülksüzlük ve aidiyetsizlik hâlini geniş bir zamana yayarak vurgular. Birlikte yaşadıkları ev dahil her şeyin Cody’nin ailesine geçmesi, Joey’nin temel haklarından yoksun kalmasına yol açar ve agresif bir şekilde kimlik arayışına girmesini sağlar. Böylece yönetmen Wang, ilk filminde LGBTİQA+ bireylerin yaşadıkları yasal yoksunluklara ve sosyal düzende görülmediklerine atıfta bulunur.
Serbest Düşüş (Yön. Stephan Lacant, 2013)
Yönetmenliğini ve yapımcılığını Stephan Lacant’ın üstlendiği Serbest Düşüş (2013) derdini sessiz ancak vurgulayıcı bir şekilde anlatan kuir filmler arasında yerini alıyor. Eğitim kursundaki bir polis memurunun üzerinden giden film, Marc’ın, cinsel kimliğini özgürce yaşayan polis memuru Kay Engel ile arasındaki ilişkiye odağını çekiyor. Ancak film her ne kadar karakter odaklı gidiyor gibi gözükse de ufak donelerle birleşerek en sonunda kulakları sağır edici bir çığlıkla bitiyor. Esasında ismini de hikâyeden alan Serbest Düşüş, Marc Borgmann’ın hayatı oldukça iyi gidiyor gibi görünüyorken karşısına Kay’in çıkmasıyla hızla düşüşe geçiyor. Ancak burada bir noktaya parmak basılması gerekiyor; hamile olan sevgilisiyle birlikte ailesinin yanına taşınan Marc’ın hayatı esasında karşısına Kay çıkmadan önce de kendisine ait değilmiş gibi: mükemmel bir eş, mükemmel bir aile, mükemmel bir iş ve çocuklar… Hayat her ne kadar bu çember içerisinde anlam kazanacakmış gibi görünse de konu kişinin öz benliği ve öz mutluluğu olunca dengeler alt üst olabiliyor. Kişinin toplum baskısı ve sorumluluklar altında ezilmişliği, özünü bulabileceği ve kendini özgür kılabileceği bir ruhla karşılaşınca serbest düşüşe geçebiliyor. İşte Marc’ın hayatı da öz güveni yüksek ve ne istediğini, kim olduğunu çoktan bulabilmiş olan, sevgisini korkmadan dile getirebilen Kay ile birlikte değişim gösteriyor. Aralarında geçen ilişki sonucunda Marc’ın kendisini sorgulama süreci “Her şey mükemmelmiş gibi görünüyorken aslında öyle mi?” sorusunu da beraberinde getiriyor.
Bana kalırsa filmi özel kılan derdini yüksek sesle değil de sessizce anlatabilmeyi başarmasıdır. Öncelikle Kay’in eşcinsel kimliğinin ortaya çıkışı polis memurlarından yalnızca bir tanesi için sansasyonel bir etki yaratmaktadır. Yönetmenin burada eril bir meslek grubu üzerinden yola çıkması hikâyeyi bu anlamda da desteklemektedir. Kay’in gay olması karşısında çok da büyük bir tepki gösterilmemektedir. Aksine arkadaşlarından bir tanesi Kay’in aksine ötekileştiriliyor: “Yoksa kıskandın mı?” Çünkü gerçek aşkı bulabilmek kıskanılacak şeydir. Marc ile Kay arasındaki ilişkinin ortaya çıkması sonucu Marc’ın ailelerinin de verdiği tepkiye yönelebiliriz. “Aslında biz homoseksüelliğe karşı değiliz yalnızca Marc’ın hayatını mahvedeceksin, bu sebeple ondan uzak dur!” demeleri de konuyu farklı bir boyuta taşımaktadır. Aileler her zaman çocuklarının mutlu olduğundan emin olmasa da düzenli bir aile hayatı yaşamasını ister. Bu sebeple de Marc’ın ailesinin Kay ile arasındaki ilişkiyi değil de hamile eşini terk edeceğinden mi korktukları büyük bir soru işareti olarak kalıyor.
Gelelim Marc’ın eşine… Aslında burada hikâyenin kilit noktasını Marc’ın sevgilisi oluşturuyor. Sevgilisinin Kay ile olan ilişkisi üzerine yıkılan Bettina, izleyicinin gözüne sokulmasa da tam bir homofobik diyebiliriz. Sevgilisinin bir başkasıyla yaşadığı ilişkiyi yüzeyselleştirerek olayı “Arkadan mı seviyorsun?” diyerek çirkinleştiriyor. Onun Kay’e duyduğu sevgiyi kıskanamıyor bile. “Seni kıskanmama bile izin vermedin.” derken de aslında mevzunun kendisi için yalnızca bir erkeğin bir erkekle sevişmesi durumundan öteye gitmemesi içler acısı.
Marc da aslında Kay’in şehri terk etmesinin ardından ve sevgilisinin bu tepkisi üzerine kimliğini bulabilmek adına bir gay bara gidiyor. Karşısına çıkan ilk kişiyle sevişmeyi denese de mevzunun cinsel kimliğinden öte olduğunu fark ediyor. Asıl mevzu onu Kay’e duyduğu sevgi olduğunu çok sonra anlıyor anlamasına ancak iş işten geçmiş oluyor. Çünkü onu sevdiğini ailesinin karşısında dahi tüm cesaretiyle söyleyebilen Kay artık hayatında olmayacak.
Serbest Düşüş, tüm LGBTIQA+ filmlerde olduğu gibi duygular üzerinde ortak bir dil olan sevginin insanlar üzerindeki boyutunu tüm benliğiyle ele almaktadır. Hayatın bize sunmuş olduğu sorumluluklar doğrultusunda yaptığımız seçimlerin, yaşamak zorunda kaldığımız hayatın her daim bir bedeli vardır. Bu bedel doğrultusunda mücadeleyi kazanabilen ve hayatını özgür yaşama dönüştürebilen bireyler özgür birey olarak hayatta varlığını sürdürür. Önemli olan da bu değil midir?
Carol (Yön. Todd Haynes, 2015)
Pek nadir film insanın aklına yer edinir. Yer edinirler çünkü zihninde veya kalbinde olan bir hisse keskin oklarla isabet etmeyi başarırlar. Orayı deşerler, reçine gibi usulca o düşünce kabuğunun dışına doğru akmaya başlarlar. Carol (2015) yukarıda bahsettiğim filmlere güzel bir örnek.
50’ler Amerika’sı, Büyük Buhran sonrası aldığı yaraları yeni yeni sarmakta; 30’lar öncesi şatafatlı hayata yeniden dönmektedir. Carol (Cate Blanchett) kocasından ayrılma aşamasında olan varlıklı bir kadındır. Giyinmesinden kişiliğine kadar oldukça zarif bir tarzı vardır. Noel zamanı, çocuğuna oyuncak almak için girdiği bir dükkânda çalışan Therese (Rooney Mara) ile tanışır. Therese, fotoğrafçı olmak isteyen bir gençtir. İkili arasında ilk görüşten itibaren oluşan kimya, kameraya sığmaz; ekrandan dolup taşar. Dönem şartları gereği herhangi iki kadının aşk yaşaması ahlaksızlık ve kanunsuzluk olarak görülmektedir. Bu sebeple birbirlerinin isteklerine-davranışlarına kontrol kalemi ile dokunarak kontrol eden bir elektrikçi misali ürkekçe yaklaşırlar. Geride her şeylerini bırakarak çıktıkları Noel tatilinin Carol’ın boşanma sürecini olumsuz etkileyecek biçimde şantaj olarak kullanılması sebebiyle uzun bir süre görüşmemek üzere ayrılırlar. Bu ayrılığa dayanmak çok zordur.
Çıktığı günden beri olumlu eleştirilere boğulan ve Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu dalında Rooney Mara’ya ödül getiren Carol, son dönemde çekilmiş en başarılı kuir temalı işlerden biridir.
Film, aynı zamanda ticari alanda da oldukça başarılı olmuş ve yaklaşık 40 milyon dolar hasılat elde etmişti. Bu gerçek, aslında çok önemli mesajlara gebe. Halen daha kuirfobi ile mücadele etmek zorunda olan ilkel dünyamızda aşk kavramının yalnızca heteroseksüel bireylere ait olması gereken bir kavram olduğu düşüncesinin aslında çok önemli bir kitle tarafından umursanmadığını gösteriyor. Ayrıca hem biletli izleyenlerin hem de dijital platformlarda sürekli yer alan bir yapım olması da her kesim tarafından kuir temalı bir film olmasının yanında bir “aşk” filmi olduğunu da haykırıyor bir yandan. Carol başta olmak üzere bu listede olan/olmayan bu tarz başarılı filmlerin varlığı, heteronormatif toplumun artık dönüşmeye başladığını gösteriyor bana kalırsa.
Carol, eşitlik kavramı hakkında çok büyük sözler sarf etmiyor belki ama şu sözü mümkün olan en naif biçimde haykırıyor: Aşk, aşktır.
Una Mujer Fantástica (Yön. Sebastián Lelio, 2017)
Marina Vidal, kendisi olarak yaşamak için büyük mücadele vermek zorunda kalan bir kadındır ve yeni kimliğine kavuşmayı beklemektedir. Erkek arkadaşının ani ölümü sonrası, onca özveriyle inşa ettiği hayatına devam edebilmek istemektedir. Aslında Marina’nın tek istediği, diğer herkes gibi normal bir yas tutabilmektir. Oysaki ötekilerin gözünde o, transseksüel bir kadın olduğu için sevdiği kişinin yasını bile tutmaya hakkı olmayan birisi, bir kimeradır.¹
Una Mujer Fantástica (2017), Şili-Almanya-ABD-İspanya ortak yapımı drama türünde olup 2017 Berlin Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Senaryo dalında Gümüş Ayı ödülünü, 2018’deki 90. Akademi Ödülleri’nde ise Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü kazanmıştır. Pek çok uluslararası film festivalinde gösterimi yapılan ve ödüle adaylıkları bulunan filmin başrolü olan Marina Vidal karakterini Daniela Vega canlandırmış ve performansıyla büyük beğeni toplamıştır. Vega aynı zamanda 90. Akademi Ödülleri’ndeki performansıyla, Akademi Ödülleri tarihinde sunuculuk görevi üstlenen ilk trans birey olmuştur.
Gerek yaşamın akışında “doğalmış” izlenimi uyandırılarak normalleştirilen ve kökünden değişmesi gereken ayrımcılığı ve nefret söylemlerini olay örgüsüne incelikle işlemesi, gerekse bireylerin farklılıkları normatif pencerenin yeterince dışında olduğunda karşılaştıkları acımasız şiddeti ve her türlü dışlanmaya rağmen toplumsal yaşamın içinde kalabilme çabalarını son derece sakin bir üslupla dile getirişiyle Una Mujer Fantástica, kuir sinemada kendine özgü ayrı bir yer edinmiştir. Filmin söylemindeki en güçlü noktalardan biri, Marina’nın karşılaştığı tüm engellenmelere ve aşağılanmalara rağmen büyük bir kararlılık içinde sevdiği insanın kaybının yasını tutabilmesidir. Marina bunu ne yazık ki tam olarak istediği şekilde, yani içinde bulunduğu kültürel bağlama uygun gerçekleştiremese bile kendi olanakları içinde deneyimler. Böylelikle karakterin kendisiyle olan güçlü ilişkisinin onu hayata nasıl bağladığını seyrederiz. İnsanlar, yalnızca insan oldukları için hak ettikleri pek çok temel şeyin pek de farkında olmadan yaşarlar. Günümüzde ayrımcılığın ve damgalanmanın en yoğun gerçekleştiği heteronormativite dışı olma olgusu ise adı geçen hümanist söylemlerin büyük ölçüde yetersiz kaldığı bir varoluştur. Marina’nın bir parçası olduğu toplumdan bu anlamda bulamadığı desteği, kendisiyle olan ilişkisiyle her gün yeniden yaratma çabasını izlerken, yasını tamamlayacağına olan inancımız da artar. Una Mujer Fantástica, bu karanlık günlerin geride kaldığı ve herkesin bir sebeple öteki olmadığı onurlu bir dünyaya dair umut dolu bir film olarak yorumlanabilir.
¹Kimera: Yunan mitolojisinde tek bir vücutta çeşitli canlıların kimi uzuvlarına sahip, ağzından ateş püskürten yaratık.
Supernova (Yön. Harry Macqueen, 2020)
“…
Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.”*
Tüm derdimiz, ereğimiz eşit olmak değil mi? İstiyoruz ki bu dünyada yaşayan kimse milliyeti, cinsiyeti, cinsel yönelimi, dini inancı ve sosyal sınıfı nedeniyle ayrımcılığa uğramasın. Hatta insanın, hayvandan veya bir ağaçtan hiçbir üstünlüğü yok, eşitlik yalnızca insan türü arasında değil, türler arasında olmalı demiyor muyuz? Ne yazık ki demiyoruz. Bu neden ile bu kadar eksik kalıyoruz. Bu neden ile yüzünü batıya döndüğünü iddia eden, seksen küsur milyonluk bu ülkede, bugün hala tüm iller bazında 26 Haziran tarihinde yapılacak onur yürüyüşlerini yasaklıyoruz. Kimi, kimden koruyoruz, neden sakınıyoruz? 2013 yılında Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen yüz bin kişilik görkemli onur yürüyüşü hepimizin onuru değil miydi? Ne diyor Ruhi Su, “Öyle bir Istanbul gördük, sorarlar bir gün sorarlar.** Bir gün yine LGBTİQA+’lar ve tüm fobi karşıtları olarak Taksim Meydanı’nda buluşacağız ve hepimizin eşit olduğunu haykıracağız. Üstelik o günün çok yakında geleceğine inancımız tam olarak. Bugün tek dileğim, bu yazının yazım tarihi itibariyle henüz gerçekleşmeyen Istanbul Onur Yürüyüşü’nün yapılan tüm tehditlere karşın sorunsuz ve hak ettiği şekilde çok renkli bir şekilde gerçekleştirilmesi. Bu kez de bu onur hepimizin olsun ve gökkuşağı renklerimizle omuz omuza ahenkle yürüyelim!
Pride gününe özel olarak hazırlanan bu dosyamızda ben Supernova (2020) filmini kaleme almayı tercih ettim. Filmden kısaca bahsetmek gerekirse, yaklaşık yirmi yıldır birlikte olan ve çoktan orta yaşı deviren Sam ve Tusker çifti İngiltere’nin göller bölgesine doğru karavanlarıyla bir geziye çıkarlar. Gezinin amacı hem Sam’in ailesiyle bir araya gelmek hem de onun uzun bir aradan sonra ilk kez vereceği piyano resitalinin gerçekleşeceği yere gitmektir. Çiftin yolculuklarında hüzünlü bir hava vardır. Bu hüznün nedeni çok geçmeden ortaya çıkar ve Tusker’a iki yıl önce erken demans teşhisi konduğunu ve belirtilerin giderek arttığını öğreniriz. Çiftin belki de ortak anılar biriktirebilecekleri son tatil olması, bu geziyi daha da önemli kılar. Sam ve Tusker, sakin İngiltere manzaraları eşliğinde ilerleyen yolculuklarında nihayet Sam’in kız kardeşi olan Lily’nin evine gelirler. Bu ev aynı zamanda Sam’in de büyüdüğü evdir. Sam ve Tusker’ı çok sıcak bir ilgiyle karşılayan Lily ve ailesi ikiliye sürpriz yapıp en yakın arkadaşlarını çağırdıkları bir davet verirler. Davet sırasında Sam, Tusker’ın rahatsızlığının düşündüğünden hızlı ilerlediğini ve hayat arkadaşının sandığından daha zor durumda olduğunu öğrenir. Yazar olan ve halen son romanının üstünde çalışan Tusker’ın çalışma notlarını karıştıran Sam, Tusker’ın acı planıyla yüzleşir ve ikili arasında çatışma ve hesaplaşma başlar. Filmin başrollerinde usta aktörler Colin Firth ve Stanley Tucci bulunmaktadır.
*Orhan Veli, Aşk Resmi Geçidi
**Ruhi Su’nun 1 Mayıs 1977 olaylarından sonra yazdığı türküden bir dize.
Deserto Particular (Yön. Aly Muritiba, 2021)
Shakespeare, Hamlet’in o meşhur cümlesini kaleme alırken şüphesiz çağının zaman sınırlarından çıkıp geçmişle geleceğe aynı anda hükmetmiştir: “Olmak ya da olmamak, bütün mesele bu!” İnsan kavramını coğrafyadan coğrafyaya, tarihten tarihe, kültürden kültüre taşırken her seferinde yeniden tanımlamak zorunda kalır kelimeler. Ama mesele herhangi bir zamana, ideolojiye, sıfata mensup olmak değildir; asıl mesele yalnız ve yalnız “insan olmak ya da olmamak”tır. Aly Muritiba’nın 2021 yapımı filmi Deserto Particular da ilk dakikasından sonuna dek hem izleyiciye hem karakterlerine aynı soruyu sorar: Peki sen nesin? Ve cevabını da gizlemez. “Ben, benim,” der açıkça, kendinden başka bir şey olma zorunluluğunu yıkmaya çalışır. Kendinden başka hiçbir şey değildir onun “insan”ı.
Filmde başkahraman Daniel’in, sosyal medya üzerinden tanıştığı Sara adlı biriyle yüz yüze gelme hikâyesi anlatılır. Sara, kendini bir kadın olarak tanıtmış ve Daniel ile duygusal bir erkek-kadın ilişkisi kurmuştur. Ancak Daniel, günün birinde Sara’yı bizzat tanımak üzere yola çıkıp onun gerçekte, biyolojik anlamda, erkek olduğunu öğrenince tepeden tırnağa sarsılır. Zira o zamana değin insanı tanımlayan sosyal normlar konusunda daima katı bir duruş sergilemiştir. Hatta kendi kız kardeşi, kadın sevgilisinden söz ettiğinde büyük bir öfkeye kapılmıştır. Ne ki söz konusu tutkulu bir aşkla kapıldığı insanın cinsiyeti olunca… Daniel bütün normları yıkıp aşkı bu hâliyle kucaklamak ve aşktan bütünüyle vazgeçmek arasında kalır.
Kuir sinemaya melodramatik bir örnek sunan Muritiba, tesadüf ve tekerrür eden bir kaderin, yüzyıllarca kök salmış kabulleri dahi nasıl yerle bir edebileceğini dokunaklı bir öyküyle anlatmıştır. Asla ile başlayan her cümle günün sonunda erimiş; insan, aşkın dilinde yepyeni, saf ve masum bir anlam kazanmıştır.