29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında Ulusal Uzun Metraj kategorisinde yarışan Bir Zamanlar Gelecek: 2121 filminin yapımcı-yönetmeni Serpil Altın ve filmin başrol oyuncusu Selen Öztürk ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Herkese iyi okumalar…
Bir Zamanlar Gelecek: 2121 29. Adana Altın Koza Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştirdi. Bu, sizin uzun metrajlı ilk filminiz ve aynı zamanda Türkiye’nin ilk sürdürülebilir film girişimi. Bize bu fikrin ortaya çıkış sürecinden biraz bahsedebilir misiniz? Sürdürülebilir film nedir, filminizin yeşil film girişimi olarak anılabilmesi için neler yaptınız? Bu süreçte zorlandığınız anlar oldu mu?
Serpil Altın: Film fikri pandemi döneminde ortaya çıktı. Ben iklim krizine kafa yoran biriyim. On sekiz yaşında bir kızım var ve ona nasıl bir dünya bırakacağımızı sorguluyorum. Filmde bir araya gelen herkesin de aktivist bir tarafı vardı aslında. Ortak senarist ve yapımcımız Korhan Uğur’un bir başka projesi için kuşak araştırmaları yapıyorduk. Bu esnada insanların yaşam süresinin geçmiş yıllara oranla çok yükselmiş olduğunu gördük. Bu durum hâliyle dünya nüfusunun artmasına neden oluyor. İleride tarımsal alanların doğru kullanılamadığı bir kıtlık oluşsa, dünya üzerindeki insan sayısı sınırlı bile olsa, o az yemek kime verilirdi sorusundan yola çıktık. Fikirler başka fikirleri doğurdu ve süreç kendi kendine ilerledi. Belirli bir sistem tarafından yönetilen bir dünyaya yeni bir bebek geleceği zaman yaşlı neslin feda edilmesi gerekse, doğum yapan annenin kimi seçeceği sorusunu merkeze aldık.
Sürdürülebilir film kısmına gelince, biliyorsunuz ki setlerde her gün litrelerce içecek tüketiliyor. Kullanılan enerjiyi, benzini, çıkarılan atıkları düşündüğünüzde karbon ayak izinin çok yüksek olduğunu görüyorsunuz. Biz işin içindeki insanlar olarak yeşil film fikrini takip ediyorduk. Araştırırken gördük ki, Türkiye’de daha önce kimse yeşil film çekmeyi denememiş. Madem böyle bir film yapıyoruz, bu fikri set ortamına da taşıyalım istedik. Araç kullanımı, ışık, atık, enerji gibi başlıklarla bir liste oluşturduk ve kendimize “Neler yapabiliriz?” sorusunu sorduk.
Selen Öztürk: Mesela hiç plastik şişe kullanmadık. Bütün ekiplere mataralar dağıtıldı. Herkesin kendi bardağı vardı. Onları yıkayarak tekrar kullanıyorduk. Sette hiç karton bardak yoktu. Hiç atık çıkarmadan üç haftamızı tamamladık.
Serpil Altın: Pandemi dönemi olmasına rağmen bütün oyuncular aynı araçla evlerinden alınıp sete getirildiler. Hiç karavan kullanmadık. Oyuncular, sahneleri bittikten sonra birbirini bekledi ve setten hep beraber çıktılar. Belediyeyle anlaşma yapıp atıklarımızı ayırdık. Yemek atıklarımızı hayvan dostlarımıza verdik. Dekorumuzu da tamamen bu fikrin etrafında tasarladık. Sanat yönetmenimiz gittiği diğer setlerden kalan keresteleri ya da atık dekor parçalarını toplamaya başladı. Kıyafetleri de aynı şekilde satın almayıp kiralamaya çalıştık. Sürdürülebilirlik aslında tam olarak bu demek. Zorlandık ama becermeye çalıştık. Elimizden geleni yaptık. Bu fikrin öncülüğünü yapabildiğimiz için çok mutluyuz. Uyumlu insanlarla çalışmak ise en büyük şansımızdı.
Selen Öztürk: Bizim de böyle bir meselemiz olduğu için bu kadar çabuk uyum sağladık. Ben bütün pandemi boyunca Ömer Madra dinledim. Yeşil gazeteler okudum. Dünyada bu anlamda neler olduğuyla ilgili kafa yordum. Hâliyle böyle bir senaryo gelince kabul etmememin imkânı yoktu; çünkü benim derdimle ilgili bir derdi olan kişilerden gelen bir işti bu.
Bir Zamanlar Gelecek: 2121 günümüz dünyasında çok sık duyduğumuz iklim krizi konusunu Türkiye’de çok da aşina olmadığımız bir tür içerisinde anlatıyor. Festivallerde kadın yönetmen filmlerini daha çok izleyebiliyor olmaktan ötürü çok mutluyuz ama bilim kurgu çeken bir kadın sinemacı fikri bizi gerçekten heyecanlandırdı. Türkiye’de bilim kurgu türünde uzun metrajlı sinema filmi çeken ilk kadın yönetmensiniz. Sizce bu türün ülkemiz sinemasında kadın yönetmenler arasında yeterince popüler olmamasının sebepleri nelerdir?
Serpil Altın: Bu noktada ataerkil toplum düzeninin altını çizmek gerekiyor. Sonuçta bize dayatılan şeyler var ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin algılanabilir olduğu bir kültürel yapıda değiliz. Hepimiz başka bilgilerle yetiştirilen insanlar olarak o bilgilerin içerisinde hapsoluyoruz. Ben kadın ya da erkek yönetmen diye bir kavram olduğuna inanmıyorum ama ataerkil toplum düzeninin bize dayattığı şartlar nedeniyle bu ayrım maalesef konuşuluyor. Bunu da söyleme ihtiyacı hissediyoruz.
Selen Öztürk: Aslında ne kadar üzücü. Ama dünyada da durum aşağı yukarı böyle.
Serpil Altın: Bilim kurgu türü bizim kültürel kodlarımızda çok fazla üretimi yapılan bir alan değil. Bu tabii bütçelerle de alakalı bir durum. Türkiye’de bilim kurgu denildiğinde aklımıza daha çok teknik yoğunluğun olduğu filmler geliyor.
Selen Öztürk: Ana akımda daha komedi versiyonları var.
Serpil Altın: Geçmişte Dünyayı Kurtaran Adam (1982) gibi kült filmlerimiz var. Bu gibi filmler, bütçesel sıkıntılarla da kendinizi güldürebilme ihtimalinizin yüksek olduğu filmler. Bu da bir risk aslında.
İzleyici olarak da bu tür filmler her an absürt komediye evrilebilir diye düşünüyorsunuz.
Selen Öztürk: Evet, çok rahat. Çünkü işin içinde risk almak da var. O yüzden ortaya çıkan bu iş, kadın-erkek bir sürü insana cesaret ve ilham verecek diye düşünüyorum. Çünkü bağımsız alanda minimalist bir dünya kuruyorsunuz. Bir hikâyenin tek bir mekânda ne kadar gerçek ve yoğun anlatılabileceği mevzusuna kafa yormak bence çok farklı bir beyin fırtınası. Film bana bile ilham oldu, öncesinde neler yapabileceğimi merak ettim.
Serpil Altın: Bir taraftan da anlatacağınız hikâye zaten “Yüz yıl sonra ne olacak?” diye başlıyorsa, bilim kurgu dışında başka bir tür olması mümkün değil. Tür anlamındaki bakış açısının artık sinemamızda da genişlemesi gerektiğini düşünüyorum. Anlatacak farklı hikâyelerimiz var.
Filminizin festival yolculuğu devam ediyor. Bu süreçte seyirciyle kurduğunuz iletişim nasıldı? Söyleşilerde aldığınız etkileşimleri de düşündüğünüzde beklentilerinizi karşılayan ve/veya karşılamayan noktalar neler oldu?
Selen Öztürk: Ben Adana seyircisini çok sevdim. Çok ilgililer, filmleri iyi okuyorlar. Bu filmde, filmin dünyasına hiç giremeyip salondan çıkanlar da olacak; bunu kabul etmek lazım. Ama filmi gerçekten anlayan, o felsefeyi, bizim anlatmak istediğimiz meseleyi okuyanlar da olacak. Filmden sonra söyleşiye kalan ve soru soranların çoğu da filmin içine girebilenlerdi. Bu durum benim çok hoşuma gitti. Ben bile ilk başta bu kadar güzel sorular gelebileceğini hayal edemezdim. Seyircilerden aldığımız geri dönüşlerin iyi olduğunu düşünüyorum. Tabii negatif olanları da görüyorsunuz, bu her zaman kabulümüzdür. Seyirci “Bu filmin derdi ne?” diye düşündüğünde ya da “Bu renk, bu davranış, bu saç neden seçilmiş?” diye sormaya başladığında filmin içine giriyor. Dolayısıyla daha çok izlendikçe ve konuşuldukça dikkat çekecek bir yapım. Ben çok memnunum açıkçası.
Serpil Altın: Seyirciye dokunabilme duygusu festivallerin en kıymetli özelliği bana göre. Adana’da da çok kıymetli bir seyirci var. Bu ilgi benim çok hoşuma gidiyor.
Pek çok kısa filmin yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlenmiş, aynı zamanda belgesel filmler de çekmişsiniz. Sizi distopik bir bilim kurgu filmiyle kurgusal uzun metraja yönelten motivasyon neydi? Senaryonun yazım sürecinden ve bu hikâyenin ortaya çıkış serüveninden biraz bahseder misiniz?
Serpil Altın: Üniversite zamanında çektiğim projeler de bu türe dönüktü ve hocalarım bana Bayan Méliès derdi. Araya çok uzun zaman girdi ve yaptıklarım biraz daha drama evrildi. Mesela Cenaze İşleri’ni yönetmenim Korhan Uğur’la beraber yazmıştık. Kızkaçıran’da da payım var. Yapımcılık da yaptım evet; ama Avrupa’da “Mesleğiniz nedir?” diye sorduklarında “Filmmaker” derler. Orada her şeyi yapabilme kapasitesi olan, üreten kişi diye bir tanım var. Türkiye’de “Yapımcı, yönetmen ve senaristim” dediğinizde “Her şeyi de kendi yapıyor” diye düşünüyorlar. Bu, yanlış bir bakış açısı bana göre. Yönetmen orkestra şefi olduğu için her şeyden de anlamalı. Selen’le tanıştığımızda da söyledim: “İki yıl amatör tiyatro yaptım. Amacım oyuncu olmak değil; oyuncularımla doğru frekansı yakalayabilmek için teknik terimlere hâkim olmaktı.” Yönetmen derdi olan insandır. Benim motivasyonum da o dönemki dertlerimdi. Bunlar yoğunluklu olarak gelecek, yaş ayrımcılığı ve kültürel sistem gibi mevzulardı. Başlıkların hepsini topladığımda bu tür kendiliğinden ortaya çıktı.
Senaryo sürecinde Gülengül Altıntaş’la birlikte çalıştık. Kendisi, bilim kurgu konusunda tezleri olan harika bir senaryo doktoru. Çünkü kendinize ait bir dünya yaratıyorsunuz ve dışarıdan birinin o dünyayla ilgili sorular sorması gerekiyor.
Selen Öztürk: Çok soru sormuştuk biz de.
Serpil Altın: Oyuncularım o kadar soru sordu ki hiçbirini yanıtsız bırakmamaya çalıştım. Süreç onların da katkılarıyla devam etti. Senaryo biten bir şey değil. Karakterlerin ağzına uyacak diyaloglardan hareketlere ve mekâna kadar her şeyi defalarca düşünüyorsunuz.
Filmde karakter ilişkilerini kurarken size ilham olan filmler/karakterler var mıydı?
Serpil Altın: Yönetmenlerden Jean-Pierre Jeunet, Michael Haneke, Yorgos Lanthimos, Wes Anderson; yazarlardan Ursula Le Guin diyebilirim. 1984 ve Cesur Yeni Dünya kitaplarına da göndermeler var. Karakterler ise daha çok kendine özgü. Kadın, Adam, Çocuk ve Büyükanne var. Yazarken tabii ki karakterlerin bütün hikâyeleri ve arka planları belliydi ama onlar daha çok oyuncularla birlikte ortaya çıktı.
Filmin tamamına muazzam bir mekaniklik hâkim. Öyle ki, oyunculukları ve dekoru aynı anda düşündüğümüzde metinden çok mizansenin baskın olduğu sahnelerin varlığından söz edebiliyoruz. Bu buluşun, yönetmene de oyunculara da oldukça geniş ve özgür bir alan sağladığını tahmin ediyoruz. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? Çalışma süreciniz nasıldı?
Selen Öztürk: Biz bu stilize oyunculuğu beraber arayıp bulduk. Çünkü böyle bir dünyada karakterlerin hareketlerinin de günümüzden farklı olması gerekiyor. Zaten metin de yeni bir dilde oluşturulduğu için bu dili başka türlü aktarmamız gerekiyordu. Serpil bize öncesinde feyz aldığı yönetmenlerin filmlerini izlettirdi ve “Bu tarz bir şey istiyoruz” dedi. Biz de Onur’la bir arayışa girdik, denemeler yaptık. Kendi çapımızda bir dil bulduk. Sukeyna’nın oynadığı Çocuk karakteri sistemin içine doğmuş. Onur’un oynadığı Adam karakteri de sistem insanı ama kafası o kadar çalışmıyor. Tüm hareketleri buna göre belirledik. Benim oynadığım Kadın karakteri çok robotik ama bazı yerlerde arada kaldığını da görüyoruz. Başlangıçta bile sorgulayan bir karakter aslında.
Serpil Altın: Büyükanne mekaniklik konusunda diğer karakterlerden tamamen sıyrılıyor. Bizim gibi konuşuyor.
Selen Öztürk: Oyun provası gibi çalıştık. Bu yaptığımız, Türk seyircisi için sinemada büyük bir risk aslında. Böyle stilize anlatımlar tiyatroda çok sık yapılır. Tiyatro seyircisi olmayan insanlar için filmin hangi noktada duracağını merak ediyorum. Bence bu riski almak bu yüzden de çok güzel. Çalışma süreci çok keyifliydi. Her oyuncunun da eline geçecek bir şans değildir sinemada böyle bir iş yapmak. Bu nedenle de sayın yönetmenime çok teşekkür ediyorum.
Serpil Altın: Çalışma sürecimiz uzun ve meşakkatliydi ama hepimiz hikâyeye çok inandık. Bu işin masa çalışmasının güçlü olması gerekiyordu. Birbirimizi tercih etmemizin temel sebebi de aslında buydu.
Selen Öztürk: Ben her projede, yaratıcı ekiple performe eden ekibin bir süre sonra birleşerek yaratıcı bir ekip olarak büyümesi gerektiğini düşünüyorum. Birbirinden bağımsız, iletişimin olmadığı yapımlarda o kopukluk, samimiyetten uzaklık hissediliyor. Performansçıya fikir özgürlüğü ve alışveriş hakkı verilince yaratıcının da zihnini geliştirecek bir ürün ortaya çıkıyor. Bu nedenle ortak çalışmalara çok inanıyorum.
Film boyunca çok sayıda metaforla karşılaşıyoruz. Yemenin yasak olduğu elma, bir katalizör görevi gören ‘dört bacaklı’, turuncu tulumlar, satranç tahtasındaki umut taşı bunlardan bazıları. Hikâye dünyasını kurgularken bu metaforlar çerçevesinde neleri önceliklendirdiniz? Tüm bu kurgu evrenini bir ‘sistem’ eleştirisi olarak okumak mümkün mü?
Serpil Altın: Kesinlikle mümkün. Bu metaforların hepsi, doğru sistem eleştirisini getirebilmek adına ince işçiliklerle düşünülüp bulunmuş şeyler. Örneğin, satranç tahtasındaki umut, bizim biraz önce bahsettiğimiz çalışma esnasında ortaya çıktı. Selen’den çıktı fikir. “Buna şah demememiz gerekiyor” dedi. Benim bütün filmlerimdeki ortak tema umut. Bayram Harçlığı filminde çocuğun adı bile Umut. Yüzme Öğreniyorum filminde bir mülteci yüzmeyi öğrenip adaya tek başına yüzüyor.
Selen Öztürk: Çünkü bu sistemler hep var olacak. Bizi ayakta tutacak şey, iyi bir şeylerin olması hayali ve umudu.
Serpil Altın: Bu tarz filmlerde bazen klişe görünen şeyleri de kullanmak gerekiyor ki seyirciyle bağ kurabilesin. Tulum, hapishaneyi simgeliyor. Yasak elma ise din sorgusunu, Adem’le Havva’yı, insan hayatının başlangıcını… Dört bacaklı, insanoğlunun mu hayvanların mı daha tehlikeli olduğu sorusunu akla getiriyor. Yine George Orwell ve Yorgos Lanthimos göndermeleri var.
Sanıyoruz ki filmi izlerken hepimizin aklına pandemi sürecinde yaşadığı izole hayatlar geldi. Sokağa çıkma yasakları, hapsolduğumuz dört duvarlar, sürekli dezenfekte olma ihtiyacı, hatta kapılara bırakılan yemekler… Film boyunca kendisinden bahsedilen ‘sistem’ ile bildiğimiz dünya/modernleşme arasında bir benzerlik kurmak mümkün müdür? Yeni ve modern olanın daima iyi olarak etiketlendiği bu çağda ‘sistem’ metaforunu siz nasıl yorumluyorsunuz?
Serpil Altın: Modernizm ve kapital düzen tüketimi teşvik ediyor. Bizim bahsettiğimiz şey ise tam tersi: Geri dönüştürülebilen, sürdürülebilen, yerin altında, minimalist kurulmuş bir dünya. Bu kavramların altını çizmek gerektiği duygusuyla harekete geçtik. Film boyunca kendisinden bahsedilen sistem ve modernleşme arasında tabii ki bir benzerlik kuruyoruz. Bu çağdaki sistem metaforu çalışmak ve tüketmek üzerine. Hepimiz dönem dönem var oluşumuzu sorguluyoruz. “Biz bu dünyaya çalışmaya mı geldik?” diye düşünüyoruz. Çok para kazanmasanız bile işten çıktıktan sonra lüks bir restoranda yemek yemeyi ya da yeni çıkmış bir ürünü satın almayı hayal ediyorsunuz.
Selen Öztürk: Ama o ‘iyi’ mi acaba? ‘İyi’ olan o mu?
Serpil Altın: Filmdeki sistemde bunların hiçbiri yok. Bu ‘iyi’ mi? Her şeyi sorguluyoruz ama bu sorguladıklarımızdan arındığımız bir sistem oluşturduğumuzda da aslında hiçbir şeyin iyi olmadığını görüyoruz. Evlere hazır yemek geliyor. Yemek seçmek zorunda değilsin, kıyafet seçmek zorunda değilsin. Çocuğumu hangi okula göndereyim diye düşünmek zorunda değilsin. Söylemek istediğimiz şu aslında: Sistemleri yeniden kursak da kurduğumuz her sistem aslında yıkılmaya mahkûm.
Favori yönetmenleriniz kimler diye sorsak?
Selen Öztürk: Lars von Trier, Iñarritu, Tim Burton ve Ruben Östlund’u çok severim.
Bir Zamanlar Gelecek: 2121 festival yolculuğuna devam edecek mi?
Festival yolculuğuna devam ediyoruz. 31. St. Louis Uluslararası Film Festivali’ne ve 16. Lusca Film Festivali’ne davet edildik.
Nazlı Esen Albayrak
Hilal Önal