Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nden belgesel kategorisinde mansiyon ödülü kazanan Bu Ben Değilim’in yönetmenleri Jeyan Kader Gülşen ve Zekiye Kaçak’la birlikte bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz.
Bu filmin yaparken misyonunuz neydi, neden eşsinsel kişilere dair bir film yapmak istediniz?
JKG: Benim yakın bir arkadaşımın yanında çalışıyordu Mustafa. Ben onunla sohbet ederken, gidip gelirken gelişti. Konuşurken “Benim sevgilim evli, çocukları var, biliyor musun?” dedi. Bu bende merak uyandırmaya başladı. Nasıl, kaç çocuğu var, nasıl davranıyor, kaç senedir birliktesiniz gibi gayri safi bir merak oldu bizim meslekten dolayı. Sabahları simit alıp onun yanına gitmeye başladım. Sonra şu an söylemeyeceğimiz şiddete de varan durumlarla karşılaştığını söyleyince sevgilisinin iç çatışmalarından, pişmanlıklarından dolayı aralarında tutkulu ama travmatik bir ilişki olduğunu görünce çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Bir bütün olduğunuz, kalben ve ruhen bu kadar birleştiğiniz bir yerde daha sonra şiddete maruz kalıyorsunuz çünkü karşı tarafta homofobik bir eşcinsel var. Sonra Zekiye’ye bu hikâyeyi anlatırken, “Bana böyle bir hikaye gelse çok güzel filmi olurdu, çok güzel bir hikaye ama hiç kuvvetimiz yok” dediğim anda, Zekiye “Neden biz yapmıyoruz; hadi birlikte yapalım, ben de yapalım, tek başına değilsin” dedi. Ardından gizli eşcinsellik, hetero evlilikler yapmış, eşleri olan, çocukları olan eşcinseller üzerine düşünmeye başladık. Bu kişilerin sosyokültürel yapısı da çok önemliydi bizim için. Hikayedeki karakterlerin bizim alışkın olduğumuz geylerin dışında olduğunu görüyorum. O da beni çok etkiledi. New York’ta okuyup, Nişantaşı’nda oturan, ailesinin destek verdiği ya da eğitimle kendini erken keşfetmiş eşcinsellerin dışında bir eşcinsellik vardı. Toplum, gelenek, aile baskısı daha fazlaydı. Çaresizliklerin, çatışmaların, git gellerin daha fazla olduğunu görünce böyle bir film çekmeye karar verdik.
ZK: Jeyan ilk bahsettiğinde gerçekten birdenbire çok heyecanlandım. Bunu yapmamız gerekiyordu. Mustafa’nın hikayesi üzerinden bu konuyu anlatmamız gerekiyor, hissine kapıldım. Bir konuyu duyduğumda beni heyecanlandırması ve kalbimde hissediyor olmam benim için çok önemli. Sonra birlikte araştırmaya başladık çünkü doğru tespit etmek, anlamak ve iyice bilgi sahibi olmak gerekiyordu. Ve birtakım uzmanlardan danışmanlık almaya başladık.
JKG: Karakterleri bulduktan ve tamamen o kurguyu kurduktan sonra biz arka planlarını düşünmeye başladık. Ön ekspoze ve ön senaryosunu yazarken bu konuda farklı görüşleri olan uzmanları bulduk. Onlar da kendi aralarında ikiye ayrılmış durumdalar, bunu fark ettik.
Bu tür queer sinemada çocuk oyuncuların yer almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
ZK: Bu konuda Jeyan’la duygu birlikteliğimiz var. Bu benim çok tercih edebileceğim bir şey değil. Bir anne olarak çocuğun görünmesini istemem. Çünkü o, onların özeli.
JKG: Ben çocuklarla ilgili çok hassasım. Sinemada çocuk kullanımı ve çocuk karakterin üzerinde anlatılan her şeyin çok iyi düşünülmesi ve iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. O hassasiyette ilerlemesi gerekiyor. Özellikle docu-drama dediğimiz belgesel sinemada ileride zor duruma düşmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu yüzden parkı bile uzaktan, çocuklar yokken çekmeye çalıştık. Anlatmak istediklerimizi başka bir dille ifade edebilirdik. Örneğin töreyi, gelenek ve baskıyı güvercinlerle verdik. Sinematografisini oluştururken yaprak hışırdamasından, doğanın kendisinden yararlandık. Bunlar tabi ki kasıtlı yapılan şeyler. Dramaturjiyi, ön çekimi ve çekim senaryosunu oluştururken kendi aramızda konuşup netleştirerek; ama onları manipüle etmeden, yanıtlamadan, yönlendirmeden oluşturduk metinleri.
Bu karakterler belki bir psikoloğa bile gitseler rahatça anlatamayacakları şeyleri, hiç tanımadıkları binlerce insana anlatmış oldular. Bu nasıl gerçekleşti?
ZK: Müdahale etmeden, minimum ekiple yapıldı o uzun röportajlar. Daha sessiz, sakin, bir psikolojik terapi gibi, çok yakın bir arkadaşına anlatıyormuş gibi bir ortam vardı. Yakın hissetmek ve hissettirmek önemli.
JKG: Bunu kurgulayarak gitmiyorsun zaten. Sen onun sıkışmışlığını, çaresizliğini, travmalarını hissettiğinde zaten bu oluyor. Karşı taraf canlı ve gerçek biri olduğu için de sen ne kadar gerçek ve samimiysen o da öyle oluyor ve kendi hikayesini anlatırken, kendisini seninle dertleşirken buluyor. Bu sırada çekimi durdurduğumuz da çok oldu. Karakterlerin çok travmaları var. Bizim de bundan etkilenip çekimi iptal edip prodüksiyonu eve gönderdiğimiz çok oldu. O anı tabi ki kamera çekebilirdi ve filme koyabilirdik ama bu duygu sömürüsü ve ajitasyonlar çok korkutuyordu bizi. Biz hep insan olmayı, orta noktaya koyduk. Kendi dengemizi koruyarak gitmek için ara vererek zaman zaman ilerledik.
ZK: Denge çok önemliydi. Yanlış anlaşılmaktan korktuk. Sen anlatırsın ama anlaşılmaktır değerli olan. O yüzden hep tartışarak, her sahneyi uzun uzun düşünerek ilerledik çekim ve kurgu sırasında.
JKG: Çekime de uzun bir zaman ayırdık bu yüzden de birden fazla görüntü yönetmeniyle çalışmak zorunda kaldık. Çünkü kendi içimizde, sınırlarımızla, homofobimizle, hoşgörümüzle, insani duygularımızla ve sevgi anlayışımızla yüzleştiğimiz bir rehabilite dönemi oldu. Çünkü çokça durum analizi yapmak zorundaydık. Kamera bazen durum analisti gibi bazen gözlemci gibi yer aldı.
Gerçek karakterler var ve bunlardan ikisi görünmüyor olsalar da sesleri var. Burada karakterlerin vazgeçme noktasına geldiği oldu mu?
JKG: Onların da çok inandığını, pes etmeyeceğini ve hem onların hem bizim sabrımızı kontrol ederek yola çıktık. Bize çok inandıkları ve kendi durumlarında da bir sürü insanın olduğunu bildikleri için kalben bir şey yapmak istediler. O karakterleri de organize etmek zor oldu. Eşiyle yaşıyor, çocukları var. Sabah saat beşte normal bir insan gibi, “Atla gel, Galata’da çekimimiz var.” diyemedik. Onları zora koymadan, sabırla bekleyerek yaptık.
ZK: Projenin prodüksiyon sürecini uzatan şey de karakterlerin gerçek kişiler olmasıydı. Örneğin Mehmet’in gerçekliğini Mustafa biliyor, biz biliyoruz. Başka da kimse bilmiyor. Ailesinden kimse bilmediği ve kendini gizlediği için her zaman çekimlere gelmesi kolay olmuyordu.
JKG: Oyuncu oynatmanın ne kadar kolay olduğunu gördük bu süreçte. Docu-dramayı gerçek karakterlerle yapmak çok zor. Bir de kendi içlerinde dalgalanmaları var. O gün mahremini konuşmak istemiyor örneğin. Senin için de onun için de ağır bir yük oluyor. Çekim anlamında da zor bir projeydi ama bizim için her hâli çok heyecan verici geçmişti ve çok inanmıştık.
ZK: O ilk baştaki balık tutulan sahnede Galata’da, yandaki balıkçılar, bunlar ne konuşuyor, diye baktılar mesela. Her kesimin merak ettiği bir şeydi.
JKG: Hepsine bir kısa metraj çekiyormuşuz ve replik söylüyorlarmış gibi yansıttık, müdahaleleri olmasın diye.
Nasıl finanse ettiniz filmi?
JKG: Aslında yapımcı bulup yönetmenliğini yapmak istediğim bir projenin yapımcısı da olmak zorunda kaldım. Hikaye, üzerime kaldı çünkü. Kendimi bunun için bir çaba içinde buldum. Sabahlara kadar bir sürü vakfa ve çeşitli Alman konsolosluklarına mail atmaya başladım. Bizi ilk destekleyen ve motive eden de Rosa Luxemburg oldu. Onlar bize post prodüksiyon evresinde destek olabileceklerini söylediler. Ardından araştırmalarımız devam etti. Sonra bir yoğun bir hazırlanmanın ardından Avrupa Birliği’nden destek aldık.
ZK: Bağımsız sinema yapmak zor. Ama fikir aşamasından geldiğimiz noktaya kadar filmin gösteriliyor olması bizim için çok güzel. Bu sonuca ben hala inanamıyorum… Ama şimdi perdede seyirciyle birlikte izliyor olmak, bana her seferinde çok mutluluk veriyor. Bir hayal gibi geliyor bana hala. İnanınca, çalışınca, sabredince oluyor…
Filmde pek çok metafor mevcut. Örneğin Mehmet, Mustafa’yla olan ilişkisini anlattığı sahnede gülleri buduyordu.
JKG: Mehmet karakteri, çok sert ve maço bir karakterdi başından beri. Ama zamanla bu durumun, çaresizlikten ve çatışmadan kaynaklandığını anladık ekipçe. Mehmet’in böyle bir adam olmadığını fark ettik ve onu daha yumuşatmak istedik. Mehmet’in yaptığı işe ve sosyokültürel yapısına yakın, sinematografik ve şiirsel bir anlatımla bunu vermek istediğimizde bu sahne ortaya çıktı. Menekşe de vardı aslında. Menekşenin çekiminden memnun kalmadık ama. Dikenleri var ama dikenlerine rağmen onu kopartarak bir gül gibi seviyor Mustafa’yı. Onlar hep üzerine düşündüğümüz sinematografik karelerdi.
Sizce bir belgeselde dramatik anlatımla gerçek arasındaki ince, hassas çizgi nasıl olmalı?
JKG: Belgesel sinemayla haberin ortasındadır. Gerçek bilgiyi vermelidir ama sinematografik dille kurgulanmalıdır. Örneğin anlatılanlar gerçekti ama biz mekanları belirledik. Dışarıda bir handa değil de evlerinde çektik. Çünkü öyle bir sohbeti dışarıda insanların arasında kendilerini rahat hissederek yapamazlardı. Onlarla görüşüp karar verip yine biz kurguyu oluşturduk.
Filmde bir de İstanbul’un dahil ediliş biçimi var. Kendini göstermek istemeyen karakterlerin genelde sırttan takip edildiği ve şehirde yürüdüğünü gördük. Bu filmde İstanbul bir şehir olarak her yanıyla ele alınıyor ve bir bütün olarak işleniyor.
ZK: Gecesiyle gündüzüyle boğazıyla, kalabalıklığıyla, sakinliğiyle… Gerçekten aslında İstanbul, karakterlerin bütünleştiği bir film.
JKG: İstanbul’u katmer katmer bir karakter gibi koyduk filme. Arka planda bir kitap gibi açılsın istedik her seferinde. Özellikle Yusuf karakterini bilerek yürüttük. Yusuf karakterinin kaybolmuşluğunu, kalabalıktaki yalnızlığını hissettirebilmek için sırttan takip ettik. Çoluk çocuğu var, eşi var ama âşık olduğu bir adam var; kaybolmuş. O kaybolmuşluk hissini, İstanbul’un içinde konumlandırdık. Bunlar hep bilinçli oluşturulan sinematografiler. Her şeyin tesadüfmüş gibi görünmesini, gerçekle bağdaşan çekimler ve kurgularımızla sağladık.
Filmin ismine gelelim: Bu Ben Değilim. “Bu” var olması gereken ideal bir karakter mi?
ZK: Bu filmle ilk haşır neşir olmaya, üzerine çalışmaya başladığımız dönemde gece bir rüya gördüm ve “Bu Ben Değilim” diyerek uyandım. Hemen Jeyan’ı aradım. Sonra başka dillerdeki tınısına baktık. Jeyan da çok beğendi. Böylece filmin ismi belli oldu. Kendini hayatta olduğun gibi hissetmekle ilgili. Çok farklı şeyler yaşamak istiyorlar ama kendilerini gizliyorlar sosyal yaşamlarında. Sosyal yaşamlarında yakın çevrelerinde var oldukları kişi bu ben değilim, ben çok farklıyım diyor aslında.
JKG: Ailesinde de bu değil. Diyoruz ya işte bir aile babası, bir eş ama yanı sıra tutkulu bir aşık. Bambaşka bir hayatı var. “Bu”nun altına isteyen istediğini koyabilir. Hatta bazen biz de kendimizi çatışırken bu ben değilim derken buluyoruz.
Son olarak eklemek istediğiniz şeyler nelerdir?
ZK: Çok insana ulaşsın, çok seyredilsin. Aslında çok yaygın bir sorun. Bu yüzden empati kurdurmak bizim en büyük amacımız. Bunun dışında güzel bir festivaldi, güzel ağırlandık, festival ekibi de çok sıcak. Adanalılarla filmi paylaşmak çok güzeldi. Çok teşekkür ederiz festival ekibine.
JKG: Umarım hayat müsaade eder ve bağımsız sinema projeleri yaparız. Ayrıca güzel bir haberimiz var: Filmimiz, ekimde Selanik Thessaloniki Film Festivali’nde gösterime çıkacak. Umarız festival yolculuğu güzel olur. Burada, bize bu alanı sunan Adana’ya da çok teşekkür ediyoruz.
Öncü GÜLMEZ