Edebi bir eser ekrana uyarlandığında kendine ait bir kimliği olur. Her ne kadar kaynağına sadık kalmaya çalışsa veya yazarına hürmet duysa da her eser sonunda sadece kendine ve kendi vizyonuna sadıktır. Bazı uyarlamalar ise seyirciler tarafından hayranlıkla izlenip büyük bir kitleye ulaşsa da kaynak eserin yaratıcısı tarafından beğenilmemiş, hatta reddedilmiştir. Bu listede bu filmlerden bazılarının bu çalkantılı ve çoğu zaman eğlenceli geçmişine göz atmak istedim.
A Clockwork Orange (Yön. Stanley Kubrick, 1971)
Evrensel olarak sevilen ve övülen bir film olan A Clockwork Orange, Anthony Burgess’in aynı isimli romanından uyarlanmıştır. Neredeyse kendi dilini icat etmiş olan bu kitabın edebiyatta yeri ne kadar değiştirilemezse, Kubrick’in uyarlamasının sinemadaki yeri de aynı şekilde oturmuştur. Burgess ve Kubrick yolun başında her ne kadar birbirilerine saygı ve sevgi duysalar da filmin eleştirilerine farklı şekildeki yaklaşımlarıyla birlikte iki adamın ilişkisi gittikçe düşmanca bir şekil almıştır. Burgess, kitapta Alex’i tamamen farklı görmemizi sağlayan, neredeyse onu kefarete sürükleyen son bölümün filmde bulunmamasına bozulmuştur. Ona göre, bu filmin şiddeti yücelttiği suçlamalarına neden olmuştur ve Kubrick filmi bu suçlamalara karşı savunmak için çok da uğraşmamıştır. Burgess, anlatısını ahlakçı Hristiyanlardan ve filmi faşistlikle suçlayan eleştirmenlerden savunma görevini kendisi üstlenmiştir.
Burgess sonradan kendi kitabını tiyatroya uyarlamıştır. Oyunun sonunda doğru Stanley Kubrick’e benzeyen bir adam sahneye çıkar ve diğer karakterler tarafından sahneden atılır.
Solaris (Yön. Andrei Tarkovsky, 1970)
Bilim kurguya duygusal derinliği getiren Tarkovsky klasiği Solaris’in bile edebi kaynağının yazarı tarafından beğenilmemiş olması biraz şok edici olsa da, Stanislaw Lem’in aynı isimli romanının vizyonun tamamen farklı olduğunu gördüğümüzde yazarın hayal kırıklığını anlayabiliyoruz. Lem, kendi bir bilinci olan gezegen Solaris ve okyanusunun bilimsel anlamlarıyla insan dışı ve uzaya uzanan bir anlatı yaratmaya çalışırken, Tarkovsky bilim kurguyu insanın özüne inmek için kullanmıştır. Tarkovsky gibi bir ustadan başka bir esere ve yaratıcıya sadık kalmasını beklemek mantıklı değildir, fakat Lem ve Tarkovsky’nin bilim kurgunun amacına dair tamamen çatışan fikirleri iki adamın Solaris hakkında hiçbir zaman anlaşamamasına neden olmuştur.
Hatta, romanın haklarını satmadan önce, Lem oldukça isteksiz bir şekilde Tarkovsky’nin tarzını bilmediğini ve onun filmlerini izlemeye zamanı olmadığını söylemiştir.
Altered States (Yön. Ken Russell, 1980)
Bilim insanı John C. Lilly’nin izolasyon tanklarında gerçekleştirdiği duyusal yoksunluk deneyinin araştırma metninden esinlenerek Altered States romanını yazan Paddy Chayefsky, filmin senaryosunu da kendisi yazmış olsa da, ünlü İngiliz yönetmen Ken Russell’ın uyarlamasını hiç beğenmemiştir. Oldukça sürrealist olan filmin diyalog üzerinden yürüyen bir senaryoya sadık kalması çok da mümkün değildir. Ken Russell senaryoya sonuna kadar sadık kaldığını iddia etse de Chayefsky filmin her kısmında bir kusur bulmuş, hatta senarist olarak isminin geçmesini istemediği için jenerikte farklı bir isimle anılmak istemiştir: Sidney Aaron. Chayesfky’nin aşırı isteklerine uyamayan, daha doğrusu uymamayı tercih eden Russell, yazara filmi onun gözlerini kullanarak çekemeyeceğini söylemiştir. Oldukça sürrealist olan filmin diyalog üzerinden yürüyen bir senaryoya sadık kalması çok da mümkün değildir.
American Psycho (Yön. Mary Harron, 2000)
Bret Easton Ellis’in takıntılı ve psikopat bir seri katilin bakış açısından yazdığı romanı American Psycho, ekrana uyarlandığında seyirciler tarafından oldukça beğenilmiştir. Ellis ise filmin “fena” olmadığını fakat romanının ekrana uyarlanmasının imkânsız olduğunu savunur. Film bilinçaltıyla ilgili olduğu ve filmin katil Patrick Bateman’ın motivasyonlarını bir şekilde açıklamaya çalıştığı için başarısız olduğunu düşünmektedir. Filmin bir sanat olarak edebiyat eserlerini yansıtmak için uygun bir form olmadığını savunan Ellis, özellikle filmin sonunda Batemen’ın suçlarının gerçekten işlenip işlenmediğini sorgulayan sahneye karşı çıkmış ve bu filmin onun romanıyla alakası olmadığını söylemiştir. Filmde de kitapta da aşırı derecede şiddet vardır, fakat Ellis yönetmen kadın olduğu için filmdeki şiddetin onun kitabı kadar eleştiri almadığını iddia eder. Ellis’in kadınların yönetmenlik yapamayacağını söylediği yorumu da göz önüne bulundurulursa, filmi beğenmemesi çok da şok edici değildir.
Das Boot (Yön. Wolfgang Petersen, 1981)
Belki de İkinci Dünya Savaşı hakkında yapılmış en önemli filmlerden olan Batı Almanya yapımı Das Boot, Lothar-Günther Buchheim’ın aynı isimli romanından uyarlanmıştır. Buchheim’ın savaş sırasında U-96 adlı denizaltındaki deneyimleri hakkında yazdığı roman, denizaltı mürettebatını takip eder ve savaşın anlamsızlığına dikkat çeker. Buchheim, filmin bu savaş karşıtlığını arka plana attığını ve bunun yerine Amerikan aksiyon filmlerine benzeyen yüzeysel bir anlatısını olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda da İkinci Dünya Savaşı Almanya propagandası yapan bir haber filmini anımsattığını da eklemiştir. Filmi teknik açıdan kusursuz bulsa da, uyarlama olarak beğenmediğini ve romanıyla aynı mesajları taşımadığını savunmuştur. Film, tarihte en çok Akademi Ödülü almış olan Alman filmidir ve bu durum filmin Amerikan seyirci için yapılmış olduğu fikrini reddetmeyi zorlaştırır.
Cool Hand Luke (Yön. Stuart Rosenberg, 1967)
Don Pearce’in aynı adlı romanından uyarlanan Cool Hand Luke, Florida’da bir hapishanede mahkum olan İkinci Dünya Savaşı gazisi Luke’un sistem karşıtlığı hakkındadır. Don Pearce kitabı kendi yaşadıkları üzerine yazmıştır; ki kendisi de sabıkalıdır ve hükümlü yıllarını Florida’da bir hapishanede geçirmiştir. Pearce, Luke’u oynayan Paul Newman’ın kendisini yemeğe çağırdığını fakat yapımcıların uyarısından sonra vazgeçtiğini söyler. Yani, ona göre, Newman sabıkalı biriyle görünmemeyi tercih etmiştir. Pearce aynı zamanda oyuncunun bu karakteri canlandırmak için çok sıska olduğunu ve asla yollarda ve hapishanede hayatta kalamayacağını savunur. Oldukça ünlü olan “Burada bir iletişim eksikliği var,” sözünü bir gardiyanın asla söylemeyeceğini tartışır. Genel olarak, film uyarlamasının yazdığı gerçekçi anlatıyla yarışamayacağını düşünür.
Watchmen (Yön. Zack Snyder, 2009)
En çok sevilen ve okunan çizgi romanlardan biri olan Watchmen, 1980ler Amerikası’nın problemlerini ve insanların politik ve sosyal endişelerini süper kahraman anlatısını manipüle ederek inceleyen önemli bir iştir. Alan Moore tüm romanlarının uyarlamalarından nefret etse de, Watchmen’in özel bir yeri olsa gerek; ki en üstüne konuşulan ve ona göre de okuyucular ve seyirciler tarafından en yanlış anlanan eseridir. Süper kahramanların karanlık taraflarını ve şiddetin yüceltildiği bozuk bir sistemi incelemeye çalışan Moore, film (ve dizi) uyarlamalarının bu fetişizmden kurtulamadığını düşündüğü için bu işlerde adının geçmesini istemediğini söyler. Hatta, filmin hayal kırıklığından sonra Watchmen’ın 2019 dizi uyarlamasında yaratıcılar Moore’un fikrini almak için onunla iletişime geçtiklerinde Moore bunun onun için utanç verici olduğunu ve bu yapımla hiçbir şekilde bir ilişkisinin olmasını istemediğini dile getirmiştir.