Charlie Chaplin ve Buster Keaton gibi yönetmenler, sık sık kendi filmlerinde oynamışlardır. Aklımıza, kendini yöneten yönetmenler dendiğinde, bu auteurler gelir. Aynı zamanda Hitchcock da neredeyse tüm filmlerinde belirmiş, fakat önemli bir rolde yer almaktansa sadece birkaç saniyeliğine gözükmeyi tercih etmiştir. Bu listede kendi filmlerinde önemli roller almış yönetmenlerden bazı filmleri sıraladım. Özellikle bu tür çok yönlü yönetmenlerin yapımlarının kontrolünü hep elinde tutmak istediklerini göz önünde bulundurursak, kendi filmlerinde başrol veya yardımcı rolü oynayan bu dehalara bu durum bir ödül veya lanet olabilir.
Touch of Evil (Yön. Orson Welles, 1958)
Belki de akla gelen ilk isimlerden birisi Orson Welles’dir. Tüm zamanların en iyi filmi olarak bilinen Citizen Kane’de (1941) de gizemli Charles Foster Kane karakterini canlandıran Welles, Touch of Evil filminde yolsuz bir polis karakterini canlandırır. Çoğunlukla Amerika-Meksika sınırında geçen film, bu eşiktelik durumunu tüm karakterlerine yansıtır. Özellikle polis karakteri, Hank Quinlan, vakaları çözmek için genelde çeşitli yerlere delil yerleştirerek ve suçları Meksikalıların üstüne yıkarak büyük makamlara gelmiş olan bir karakterdir. Bir suç filminde en önemli şeylerden birisi o filmin kötü karakteridir; Orson Welles ise bu derece sevmesi zor bir karakteri başarılı bir şekilde canlandırarak akıllardan çıkmayacak bir performans sergilemiştir. Bariton sesi de şüphesiz ki bu tür karakterlere uygundur.
Love is Colder Than Death (Yön. Rainer Werner Fassbinder, 1969)
Fassbinder, Fox and His Friends (1975) filminde başrolü oynamıştır. Yönetmenin ilk uzun metraj filmi olan Love is Colder Than Death, ilk çıktığında seyirci ve eleştirmenler tarafından çok beğenilmemiş olsa da yönetmenin külliyatı şimdi göz önünde bulundurulursa erken sinemasının önemli işlerinden biri olarak ortaya çıkar. Fassbinder filmde Franz karakterini oynar. Franz, kartele katılmayı reddeden bir suçludur ve kendini mafya çekişmesinin arasında bulacaktır. Franz Walsch karakteri Fassbinder’in üç yapımında bulunmaktadır: Love is Colder Than Death, Gods of the Plague (1970) ve The American Soldier (1970). Bu isim aynı zamanda Fassbinder’in kurgucu olarak kullandığı adıdır. Böylelikle, Franz Walsch karakteri Fassbinder’in filmlerinin içeriğini ve formunu birleştiren bir isim olarak ortaya çıkar.
The Holy Mountain (Yön. Alejandro Jodorowsky, 1977)
Jodorowsky’nin sürrealist stilini en çok tanımlayan filmlerden biri olan The Holy Mountain’de yönetmen simyacı karakterini canlandırmıştır. Kült sinema deyince akla gelen ilk isimlerden olan bir yönetmenin etkisinin film dünyasının içine de uzanması çok şaşırtıcı değildir. Jodorowsky’nin kendi inanç biçimi vardır—hatta bu konuda çokça ders vermiş ve konuşmuştur. Bu inanca psychoshamanism adını veren Jodorowsky, simyadan, budizmden ve psikanalizden yola çıkarak bu inanç sistemini bir nevi “kurmuş,” filmlerinde de bundan yola çıkmıştır. Filmindeki önemli simyacı karakterini kendisinin canlandırması şüphesiz ki yönetmenin büyük egosuna ve yaratıcı kontrolü elinden bırakamamasına yorulabilir.
Love Streams (Yön. John Cassavetes, 1984)
Cassavetes’in sondan bir önceki filmi olan Love Streams, eşi Gena Rowlands ile yaptığı son filmidir. Sık sık kendi filmlerinde beliren John Cassavetes, bu filmde sevmeyi beceremeyen—daha doğrusu sevdiğini gösteremeyen—Robert adında bir adamı canlandır. Filmin prodüksiyon aşamasında yakında öleceğini öğrenen Cassavetes’in bu performansındaki çaresizlik ve veda etme acelesi açıkça görülüyor: özellikle filmin son sahnesinde, kardeşinin ona verdiği köpeklerden birinin insana dönüşüp ona el salladığını hayal ettiği sırada. Sanki, yönetmen Robert karakteri üzerinden seyirciye ve eşine veda ediyor. Film ise Cassavetes’in diğer filmlerinin stilinden farklı bir yerde duruyor. Elle çekimleriyle bilinen bağımsız yönetmenin bu teknikten ayrılmasının külliyatı içinde ne anlama geldiğini ve stilinin neye evrileceğini bilemeyiz; fakat Love Streams, Cassavetes’in filmleri içinde şüphesiz ki başlarda yer alıyor.
The Watermelon Woman (Yön. Cheryl Dune, 1996)
1930’lu ve 1940’lı yılların Hollywood filmlerinde mammy, yani siyahi dadı, tiplemesiyle ilgilenen ve orada gördüğü, adı sadece “karpuz kadın” olarak geçen Fae Richards adındaki siyahi kadınla ilgili bir belgesel çekmeye karar veren Cheryl, yönetmenin kendisi tarafından oynanmaktadır; hatta, yönetmen ve oyuncu arasındaki çizgi oldukça siliktir. Siyahi bir lezbiyen olan Dune’un bu kimliğiyle ilgili silinmiş bir tarihi ortaya çıkarmaya çalışmasını izleriz. Karakter olan Cheryl de aynı şekilde, kurgusal olsa da Fae gibi birçok figürün gizlenmiş tarihini ortaya çıkarmaya çalışırken aynı zamanda kendiyle ve dünyadaki yeriyle ilgili çok şey öğrenir. Belki de mammylerle ilgili sadece kurgusal bir dünyada belgelere dayanan bir belgesel çekebilecektir—ki yönetmen Cheryl’in filmi bir romantik komedidir—fakat şüphesiz ki hikâyesi yazılamayan onlarca aktrisin hayatına ışık tutmaya çalışmıştır.
İklimler (Yön. Nuri Bilge Ceylan, 2006)
Nuri Bilge Ceylan’ın eşi Ebru Ceylan ile yer aldığı İklimler filmi, yönetmenin Uzak (2002) gibi diğer filmlerinden ayrılır ve kasabalarda değil şehirde geçer. İki insan arasındaki uzaklık filmin sinematografisine de yansımış, Ceylan sinemasını belirleyen başarılı planlar ve ses kurgusuyla pekiştirilmiştir. Karakterlerin iç dünyalarına genelde diyaloglardan değil mimiklerinden ve davranışlarından girebildiğimiz için doğal olarak oyunculuk bu filmde çok önemli bir yerde duruyor. Nuri Bilge Ceylan da aktör olmadığı için bu biraz karakterin dünyasının içine girmemizin önünde engel oluyor. Duygularını ve düşüncelerini ifade etme konusunda kıt bir karakter izlediğimiz için bu çok filmin önünde durmuyor, fakat yine de birtakım sahnelerde bu eksikliğin hissedildiğini söylemek gerek.
Faces Places (Yön. Agnès Varda, 2017)
Varda’nın sondan bir önceki projesi olan Faces Places, yönetmenin fotoğrafçı ve sokak sanatçısı olan JR ile kırsal Fransa’da farklı insanlarla ve topluluklarla tanışıp onların portrelerini yaptıkları bir belgeseldir. İki sanatçı film boyunca geçmişlerinden ve sanatlarından bahsederler ve samimi arkadaşlıklarını izleriz. Varda film boyunca birkaç kere Godard’la yaptığı bir filmden ve arkadaşlıklarından bahseder. Doksan yaşına gelmiş büyük yönetmeni kendisiyle ilgili bu projede izlemek oldukça duygusaldır. Filmin sonunda ise Godard onları evine almayınca neredeyse gözyaşlarına boğulması akıllarda en çok kalan sahnedir. Yönetmenin filmlerini sevenler için Faces Places çok önemli ve etkileyici bir iştir. Ölmeden önce 2019 yılında çektiği Varda by Agnès de bu film gibi kendisiyle ilgilidir. Yönetmeni tanımak için oldukça önemli belgeler sunan bu iki film, onun yaratıcı zihnine ışık tutar.