Her yıl heyecanla beklediğimiz Oscar Akademi Ödülleri bu yıl 95. kez sinemaseverlerle buluşuyor. Fil’m Hafızası yazarları olarak bu görkemli gecenin nabzını tutuyor ve kendi tahminlerimizi okurlarımızın huzuruna sunuyoruz. İşte karşınızda Benim Oscar’ım özel dosyası.
Keyifli okumalar.
En İyi Film
Everything Everywhere All at Once: Daniel Kwan- Daniel Scheinert
Popülerliğinin yanı sıra geçtiğimiz senenin en çok konuşulan, öte yandan neden bu kadar yüksek ses getirdiğine de anlam verilemeyen, listemizin bana kalırsa en karışık ve en iyi filmi Everything Everywhere All at Once. Tam on bir dalda aday gösterilen yapım bu sene Akademi Ödülleri’ne damga vuracak gibi görünüyor. Zamanın ve mekânın özgürce kullanıldığı, geçmişin ve geleceğin zihinsel birer aktiviteye indirgendiği ve seyirciye verdiği özgürlük hissi kapsamında oldukça iddialı olan film hâlihazırda En İyi Film Dalı’nda Gotham Bağımsız Film Ödülü’nün sahibi oldu. Tabii ki Everything Everywhere All at Once’ı benim görüşümde en iyi film kategorisine taşıyan gösterildiği adaylık sayısı değil; ancak yine de yılın en sevdiğim filmlerinden on bir dalda adaylık duymak azımsayamayacağım bir başarıyı da beraberinde getiriyor. Eğer bu sene büyük bir sürpriz gerçekleşmezse Everything Everywhere All at Once’ın En İyi Film Ödülü’nü alması kesindir diyebilirim. Çünkü yıllardır alışık olduğumuz “Oscar” kavramının iskeleti bu ve bu tarz filmlerin kitlelerce desteklenmesiyle oluşuyor. Oscar’ın düşünce tarzını merkeze aldığımda benim En İyi Film adayım kesinlikle Everything Everywhere All at Once oluyor. Ama yine de aday listesine değinmeden edemiyorum. Bu hususta diğer aday filmler için de kısaca fikirlerimi belirtmek istiyorum.
Adaylar:
All Quiet on the Western Front, Edward Berger
Erich Maria Remarque’nün romanından ilk kez 1929 yılında uyarlanan All Quiet on the Western Front, Oscar adaylığını 2022 yılı yapımıyla ilan ediyor. Edward Berger’ın yönetmenliği ve James Friend’in muhteşem sinematografisiyle buluşan yapım, savaş kavramının yıkıcılığına ve anlamsızlığına değiniyor. Batı Cephesi’nde ve dünyanın diğer cephelerinde savaşın ideolojik işlevinde değişen hiçbir şeyin olmayışını satirik bir şiir edasıyla işliyor.
Avatar: The Way of Water, James Cameron
Su kültü ve yaşamın özü gibi mitsel anlatıları başarıyla işleyen Avatar: The Way of Water bu kez seyirciyi 2009 yılında yarattığı öykünün başlangıç noktasına götürüyor. Jake ve Neytiri etrafında gelişen hikâye, Pandora gezegenini koruma görevine dönüşüyor. Avatar: The Way of Water, senenin merakla beklenen filmlerinden biriydi.
The Banshees of Inisherin, Martin McDonagh
İrlanda iç savaşının yarattığı yıkımı grotesk bir anlatıyla aktaran The Banshees of Inisherin, Inisherin adındaki kurgusal bir adada geçer. İki eski dostun aralarının anlamsız bir şekilde bozulmasıyla gelişen hikâye, özünde günümüz modern dünya insanlarının ruhsal iskeletini oluşturur. Ait olunamayan bir dünyanın içinde sıkışmışlığı güçlü sinematografik anlatıyla destekleyen film, güçlü Oscar adaylarından biri olarak karşımıza çıkıyor.
Elvis, Baz Luhrmann
Filmin adını duyar duymaz belleğimizde Jailhouse Rock’ın ritimlerini hissetmeye başladığımız Elvis, Rock’n Roll’un Kralı unvanıyla anılan Elvis Presley’nin hayatına odaklanıyor. Güçlü bir müzikalite sunan film Baz Luhrmann’ın yönetmenliğiyle yeni nesil bir efsaneye dönüşüyor.
The Fabelmans, Steven Spielberg
Spielberg’ün sinemaya saygı duruşu olan son filmi The Fabelmans, yedinci sanata âşık olan Sammy’nin karakter yolculuğuna odaklanıyor. Aile bağları, kimlik arayışı ve idealizmi sinema üzerinden büyük bir tutkuya dönüştüren Spielberg, Oscar’ın bu yılki en nostaljik yapımlarından birini listeye ekliyor. Ayrıca David Lynch’i hikâye bağlamında yönetmen koltuğunda izlemek sinefiller için heyecan verici bir selamlaşmaya dönüşüyor.
Tár, Todd Field
Cate Blanchett’i orkestra şefi olarak izlediğimiz Tár, 57. Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği’nin En İyi Film Ödülü’nü çoktan göğüslemiş bir yapım. Üstelik 95. Akademi Ödülleri’nin de önemli adaylarından biri. Lydia Tár’ın hayatının önemli bir kısmına bakış atan film hazırlanan büyük senfoninin arka planında yaşanan kasveti, stresi ve sorunları tabiri caizse sinemasal bir melodi üzerinde işliyor ve Todd Field’ın yönetmenliğinde görsel bir şölene dönüştürüyor.
Top Gun: Maverick, Joseph Kosinski
75. Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan Top Gun: Maverick, efsanevi pilot Maverick’in otuz yıl aradan sonra yeniden Top Gun sınırlarında gelişen öyküsüne odaklanıyor. Kıdemli eğitmen olarak görevlendirilen Maverick, gelişen uçak teknolojisi ve azimli öğrencileriyle birlikte yeni bir maceraya atılıyor. 1986 yapımı ilk Top Gun ile güçlü bir filmlerarasılık yakalamayı başaran yapım, aradan geçen yılları filmi riske atmadan kotarmayı başarıyor.
Triangle of Sadness, Ruben Östlund
İç içe üç hikâyeden oluşan Triangle of Sadness, zengin anlatısıyla birlikte sistem eleştirisinin olmazsa olmazı kapitalizmi merkeze alıyor. Lüks bir gemiyle seyahate çıkan Carl ve Yaya’nın tanımadıkları insanlarla ıssız bir adada mahsur kalışını anlatıyor. Ruben Östlund’un bu başarılı hiciv sanatı 75. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’nin sahibi oldu.
Women Talking, Sarah Polley
Roman uyarlaması olarak karşımıza çıkan Women Talking Oscar’ın diğer önemli adaylarından biri. Miriam Toews’un aynı adlı romanından uyarlanan yapım dini bir atmosferde geçen kadın kolektifine odaklanıyor. Erkek otoritesinin, cinselliğinin ve tacizlerinin kıskacında mücadele veren kadınlar bir araya gelerek isyan etmeye başlayınca kolonideki erkeklerin gerçek kimlikleri açığa çıkıyor.
İrem Yavuzer
En İyi Yönetmen
Everything Everywhere All at Once: Daniel Kwan- Daniel Scheinert
Akademi, her yıl ödül adaylarını açıklamasından sonra topa tutulur: Bu niye aday, bu filmin yönetmeni nasıl liste dışı… Akademi’nin bu konuda genelgeçer bir kalite tutturduğunu söylemek güç. Ama gerçek olan şu ki son dönemde yönetmen kategorisinde ödül alan yönetmenler sayesinde “ilklere” şahit oluyoruz. Nomadland (2020) ile ödülü kucaklayan Chloé Zhao, ödülü kucaklayan ikinci kadın ve Asya kökenli ilk kadın olmuştu. 2019 senesine damgasını vuran Bong-Joon Ho’nun Parasite (2019)’ı, En İyi Film kategorisinde ödül alan ve İngilizce olmayan ilk filmdi. Bunlar gibi birkaç tane örnek vermek mümkün.
Hâl böyle olunca bu tarz magazinel haberler, kişiler ve içeriklerin kalitesinin önüne geçmiş gibi oluyor. Halbuki En İyi Yönetmen kategorisi, birkaç sene dışında hep çok güçlü adayların yarışına sahip olmuştur. Öyle ki, kazanamayan adayların yarattıkları filmlerle başka bir senede yarışsalardı kazanabilecekleri söylenir. Bu sene de Akademi üyeleri, 5 kişilik kısa liste arasından yalnızca tek kişiyi seçecekler. Bu senenin adayları ve ilgili filmler hakkında dikkatleri çeken kesişim kümesi, Dünya sinemasının kaleleri sayılan Venedik ve Cannes’da ödül alan kişilerin adaylıkları. Palme d’Or’u kucaklayan Triangle of Sadness ile Ruben Östlund, En İyi Senaryo alanında Venedik’te ödülünü The Banshees of Inisherin ile kucaklayan Martin McDonagh ve yine aynı festivalde dünya prömiyerini gerçekleştiren Tár’ın yönetmeni Todd Field bu konuda verebileceğimiz en majör örnekler. Hollywood’un pazar payının kayda değer bir bölümünün Asya’ya kaydığı bu dönemde Akademi’nin izlediği strateji ve ABD dışı yönetmenleri de oraya entegre etme çabaları gayet yerinde gibi duruyor.
Yarışmanın favorilerine baktığımız zaman Daniel Kwan- Daniel Scheinert ikilisinden Everything Everywhere All at Once ismi öne çıkıyor. Çoklu evrenler teorisini odağına alan filmde, hikâyesi ve yenilikçi kurgusuyla yönetmen ikilisine heykelciği kazandıracak gibi duruyor. The Banshees of Inisherin ile Martin McDonagh ve The Fabelmans’ın usta yönetmeni Steven Spielberg ise en önemli alternatifler olarak gözüküyor.
Adaylar:
Daniel Kwan- Daniel Scheinert, Everything Everywhere All at Once
Martin McDonagh, The Banshees of Inisherin
Steven Spielberg, The Fabelmans
Ruben Östlund, Triangle of Sadness
Todd Field, Tár
Bora Taşçı
En İyi Erkek Oyuncu
Aftersun: Paul Mescal
Paul Mescal, birçok yaşıtına kıyasla kariyerini oldukça sağlam temeller üzerine inşa etme şansını yakalamış bir oyuncu. BBC yapımı Normal People (2020) isimli TV dizisi ile seyircinin radarına giren genç oyuncu, çok kısa bir sürede hatırı sayılır yapımlarında yeteneğini gösterme şansını elde ediyor. Açıkçası Mescal’in liseli bir çiftin ilişkisine odaklanan TV dizisindeki “genç kızların gönlünü fetheden” aktör etiketini yıllarca üzerinden atamayıp kör bir noktada kapana kısılması hayli mümkündü. Zira bu tarz bir işle çıkış yapan bir oyuncunun oyunu kuralına göre oynamaktan ziyade risk alması gerekmektedir. İşte Mescal, satranç tahtasındaki en makul hamleyi yapmak yerine rakibini şaşırtacak bir tercih yapıyor.
Mescal’in ne yapması, nasıl davranması gerektiğine bile henüz karar verememiş liseli gençten oldukça büyük sorunlarla boğuşan baba figürüne dönüşen bir rota izleyen oyunculuk kariyerini sadece şansa bağlamak haksızlık olur. Normal People ile BAFTA’dan En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanan Mescal, Aftersun ile birçoğumuzun tahmin dahi edemeyeceği şekilde Oscar adaylığına uzanmayı başarıyor. A24 yapımı, Fethiye’de çekilen oldukça mütevazı bir yapım olan Aftersun, her ne kadar yıl boyu en çok konuşulan yapımlardan biri olsa da Oscar adayları arasında isminin geçmesi asla beklenmiyordu. Ki film, Mescal’in adaylığı dışında Akademi’nin dikkatini hiçbir şekilde çekmeyen, bağımsız bir yapım. Aftersun’ın Oscar adayları arasında adının geçmesinin sebebi, Mescal’in doğal oyunculuğu diyebiliriz.
Calum (Paul Mescal) otuzlu yaşlarında, evlenip boşanmış, ruhsal anlamda sıkıntılı bir dönem yaşayan, hayatta genelde kaybeden tarafta olmuş bir babadır. Kızıyla Türkiye’nin Ege kıyılarında mütevazı bir otelde tatil yapan Calum, yaşadığı ruhsal sıkıntıları kızı Sophie’ye belli etmeden tatili geçirmeye çabalamaktadır. Aftersun, büyük problemlerin ve çatışmaların yaşandığı bir baba-kız hikâyesi değildir. Seyirciye yüksek perdeden bir katarsis yaşatmak gibi bir amacı yoktur. Aftersun, yalnızca bir hatırlayış eylemine ortak eder seyirciyi. Filmde izlenilen her şey otuzlu yaşlara gelmiş olan Sophie’nin, babasıyla, o on bir yaşındayken çıktığı tatilden aklında kalanlardan ibarettir. Sophie’nin hatırladığı kadarıyla babası Calum’un, bir kahraman olmadığı anlaşılıyor. Anılardaki baba, çoğu birey gibi eksikleri, hataları, zaman zaman da bencil davranışları olan sıradan biridir. Calum’u gerçekçi yapan ve Sophie ile babasının hikâyesini etkileyici yapan da tam olarak budur. Calum, çok nadiren espri yaparak kızını güldüren ama bunun yanında yersiz çıkışları olan, anlaşılması güç bir babadır. Herkesin babası gibi…
Aftersun’ın ondan nefret edenler kadar ona bayılanların olmasına sebep olan yanı da bu “Herkesin babası gibi…” noktasıdır aslında. Özellikle babasını erken yaşta kaybeden, babası ile çocukken özel bir ilişkisi olan, çocukken babasına hayran olan kadınlara incitmeden dokunan bir film olan Aftersun, tıpkı Sophie gibi şu an otuzlu yaşlarda olup da her fırsatta babasını hatırlayan, onu her an anılarıyla diri tutanlarla yaşayacaktır. Mescal ise tam da o baba hissini hiçbir abartıya başvurmadan yarattığı için sadece adaylığı değil ödülü de hak etmektedir. Lakin biliyoruz ki, Mescal 12 Mart’ta Oscar heykelciğini -Akademi büyük bir sürprize gebe değilse- kucaklayamayacak ama bu rolüyle hak ettiği Oscar adaylığıyla uzun yıllar hatırlanacaktır.
Adaylar:
Austin Butler, Elvis
Colin Farrell, The Banshees of Inisherin
Brendan Fraser, The Whale
Paul Mescal, Aftersun
Bill Nighy, Living
Tuba Büdüş
En İyi Kadın Oyuncu
Tár: Cate Blanchett
“Buradaysanız, kim olduğunu muhtemelen biliyorsunuzdur. Zamanımızın en önemli müzik figürlerinden biri.” cümleleriyle yapılan girişte, çok yönlü usta şef Lydia Tár’ın, ortalama uzunluktaki tanıtım metinlerine sığması güç başarılarını dinlerken, ona kelimenin tam anlamıyla hayran kalmamak elde değildir. Mahler’e olan belirgin yakınlığıyla adından söz ettiren Tár, Berlin Filarmoni Orkestrası’nın ilk kadın şefidir ve Mahler’in Beşinci Senfonisi’nin performansıyla hatırı sayılır bir süredir birlikte olduğu orkestradaki Mahler döngüsünü tamamlamayı arzulamaktadır.
Başrolünde Lydia Tár’a hayat veren tecrübeli oyuncu Cate Blanchett’in yer aldığı Tár, yönetmenliğini Todd Field’ın üstlendiği dram türünde bir yapıt olup katıldığı pek çok festivalden ödülle dönmüş ve dönmeye devam etmektedir.
Lydia Tár, filmin başlarındaki uzun sekanslarda Blanchett’in büyüleyici ve izleyiciyi daha ilk andan ele geçiren performansıyla, karizmatik ve otoriter bir karakter olarak resmedilir. İlerleyen bölümlerde onun hayatına dahil oldukça, ilişki kurma stillerini gözlemledikçe ve aslında rutin yaşamının ayrıntılarına odaklandıkça daha iyi özdeşim kurabildiğimiz, sıradan kırılganlıklarının yanı sıra hayatında çok çeşitli çatışmaların ve kimlik meselelerinin belirleyici olduğu bir Lydia’yla birlikte filmin akışında sürükleniriz. Bugünün dünyasında “çeşitlilik” kavramının biraz kirli olduğunu söyleyen Lydia için zaman her şeydir ve yaratımın asıl parçası zamandır. O, zamanı başlatandır ve kimlikleri çok çeşitlidir: Bir orkestra şefi, bir partner, bir baba, bir eğitmen, bir müzisyen…
Tercihleriyle ve kendine özgü yöntemiyle hayatını sürdürürken karşılaştığı tüm zorluklara rağmen Lydia, hep baştan başlar gibidir. Bir diğer deyişle, geçmişi yarım kalmış olanlarla doludur. Müzik, tüm yalınlığıyla, onu dinlerken hissettiklerimizdir derken, Lydia Tár’ın varoluşuna dair bir şeyler duyar gibi oluruz: Hayat da, tüm yalınlığıyla, onu yaşarken hissettiklerimizdir.
Derinlemesine ilişki kurulması güç gibi görünen bir karakterin değişken durumlarını ve duygularını son derece gerçekçi bir tutarlılıkla sergilediği oyunculuğuyla Cate Blanchett, Lydia Tár rolüyle En İyi Kadın Oyuncu olarak layık görüldüğü ve aralarında Venedik Film Festivali ile BAFTA Film Ödülleri’nin bulunduğu pek çok ödüle bir yenisini 95. Akademi Ödülleri’nde ekleyecek gibi görünüyor.
Adaylar:
Cate Blanchett, Tár
Ana de Armas, Blonde
Andrea Riseborough, To Leslie
Michelle Williams, The Fabelmans
Michelle Yeoh, Everything Everywhere All at Once
Selin Tanyeri
En İyi Animasyon
Guillermo del Toro’s Pinocchio: Guillermo del Toro, Mark Gustafson
Floransalı yazar Carlo Collodi’nin 1883 yılında kaleme aldığı klasik eserde gerçek bir çocuk olmak isteyen ahşap bir kuklanın maceraları anlatılıyordu. Bu filmin bir adaptasyondan ibaret olmasını istemeyen Guillermo del Toro ise hikâyeyi İkinci Dünya Savaşı’nın geçtiği döneme taşıyarak kendi yorumunu katmıştır. Guillermo, filmin perde arkasının gösterildiği röportajında ise şöyle der: “Çektiğim çoğu film o veya bu şekilde babam ve benimle ilgili. Bu film de bir istisna değil.”
Geçtiği dönem itibariyle özgün hikâyeden ayrılan film, savaşın gölgesindeki İtalya’nın küçük bir kasabasında küçük oğlu Carlo ile yaşayan Geppetto Usta’nın oğlunu kaybetmesinin ardından kendine ahşaptan ve hiç ölmeyecek bir evlat yapmasını konu ediniyor. Filmin konusunu tüm dünya çocukları olarak tabii ki biliyoruz. Bilmediğimiz, stop-motion tekniğiyle ve her şeyin elle yapıldığı bu filmin yapım sürecinin tam on beş yıl sürmesi! Bu süre gerçekten muazzam ve yapılan işin kalitesini arşa taşıyor. Filmdeki her ayrıntının onu gerçek hayata yaklaştırma çabası bu filmi benim gözümde Oscar’ın en büyük adayı kılıyor. Örneğin bir karakterin kukla yapımı bir yılı bulurken, tek plan bir sahnenin çekimi ise üç ay sürebilmiş. Her karakter için farklı bir teknik kullanıldığı için filmdeki kuklalar protez ve mekanik kuklalardan oluşturulmuş. Bir karakter bir şey düşünüyorsa, düşünme sürecini gözlerinde görmek isteyen Guillermo, sıradan gibi görünen o ufacık değişimin animasyona döküldüğünde ortaya olağanüstü bir sonuç çıktığını belirtiyor. İşte o ufacık değişim ise kocaman Oscar’ı eve götürmenin farkını yaratıyor. The Shape of Water (2017) ile En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalında Oscar kazanan Guillermo del Toro’nun yönetmen koltuğunda oturduğu filmin senaryosunu da yine yönetmen ve Patrick McHale birlikte kaleme almıştır.
Adaylar:
Turning Red, Domee Shi
Guillermo del Toro’s Pinocchio, Guillermo del Toro, Mark Gustafson
Marcel the Shell with Shoes On, Dean Fleischer Camp
The Sea Beast, Chris Williams
Puss in Boots: The Last Wish, Joel Crawford, Januel Mercado
Ezgi Ulukoca
En İyi Uluslararası Film
All Quiet on the Western Front (Almanya): Edward Berger
Uluslararası kategoride yarışan beş filmin tümü dram ağırlıklı. Kazanma olasılıklarının sırasıyla All Quiet on the Western Front (Almanya), The Quiet Girl (İrlanda), Argentina 1985 (Arjantin), EO (Polonya) ve Close (Belçika) olacağını düşünüyorum.
95. Akademi Ödülleri’nde All Quiet on the Western Front’un dördü teknik dalda olmak üzere toplamda dokuz adaylığı bulunuyor. “En İyi Film” kategorisinde yer almasıyla uluslararası kategorinin en güçlü adayı. “Sadece birkaç yüz metre almak için üç milyondan fazla insan öldü.” diyerek savaşın anlamsızlığını ve yıkıcılığını eleştirmesiyle zamansız bir konuya sahip. Nitekim 1930’da bir beyazperde uyarlaması daha bulunuyor. Aynı dönem, hem En İyi Film hem de En İyi Yönetmen Oscar heykelini kazanmıştır.
The Quiet Girl, tam bir sevgi filmi. Geçim derdi olan ve kalabalık bir ailede ihmal edilen Cait, yaz tatilinde varlıklı bir çiftin yanına gider. Aralarında derin bir bağ oluşur ve eve döndüğünde artık değişmiştir. İrlanda’nın Oscar adayı olan film, Berlin Film Festivali’nde Kristal Ayı’yı kazandı.
Argentina 1985, Venedik FIPRESCI Ödülü’nün sahibi. Arjantin’de 1976 Darbesi sonrası askeri diktatörlük yönetimindeki sistemli işkencelerin sivil mahkemece gerçekleşen yargı sürecine odaklanıyor. Konuyu dramatize etmeyen yapım, mizah duygusuyla politik içeriği öne çıkartıyor.
EO, bir eşeğin Polonya sirkinde başlayıp İtalya’daki bir mezbahada biten hikâyesini konu ediniyor. Minimal bir anlatıma sahip olmasının yanı sıra öne çıkan kırmızı renkleri, hareketli kamera kullanımları ve yoğun duygusal müzikleriyle bir kontrast oluşturuyor. Ve Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nün sahibi oluyor.
Close, Cannes Film Festivali’nde Grand Prix Ödülü’nü aldı. 13 yaşındaki Léo’nun “çoğunluğa” katılma isteğiyle başlayan süreci konu ediniyor. Bir çocuğun homofobik akran zorbalığı yüzünden davranışlarını ve arkadaş çevresini değiştirmesi konu itibarıyla oldukça ilgi çekici. Fakat mevsimlerin/ ışık kullanımının duygulara paralel olarak değişmesinin teknik olarak yenilikçi bir fikir olmaması sebebiyle son sırada yer verdim.
Adaylar:
All Quiet on the Western Front (Almanya), Edward Berger
The Quiet Girl (İrlanda), Colm Bairéad
Argentina 1985 (Arjantin), Santiago Mitre
EO (Polonya), Jerzy Skolimowski
Close (Belçika), Lukas Dhont
Büşra Soylu Küçükkaya
En İyi Özgün Senaryo Kategorisi
The Banshees of Inisherin: Martin McDonagh
The Banshees of Inisherin (2022), İrlanda anakarasını uzaktan gören farazi bir adadaki iki arkadaşın trajik hikâyesini anlatmaktadır: Colm yıllardır adadaki tek barda saat 2’de buluşup içki içtiği arkadaşı Padraic ile vaktini bu denli sıkıcı bir insanla geçirmek istemediği ve ardında değerli bir eser bırakmak istediği gerekçesiyle konuşmayı keser.
En İyi Özgün Senaryo Kategorisini bence The Banshees of Inisherin kazanmalıdır. Her film bir noktada alegorik bir anlatı kurar veya en azından bu amaçla yola çıkılmamış olsa da seyirci tarafından atfedilen sembolik ögeleri anlatısında barındırabilir. Ancak pek azı tarihsel, mitolojik, sembolik, dini, edebi ögeleri bir arada bünyesine katarken aynı zamanda bu denli evrensel bir konuyu merkezine alabilir.
Filme ismini veren beste üzerine konuşurken Padraic Colum’a der ki: “Ama Inisherin’de hiç banshee yok ki.” Bir bakıma haklıdır da Inisherin adasındaki ölüm çığlıkları atan haberci periler; iç savaşın, depresyonun, melankolinin tezahürüdür. Adanın gölgesinde boğulan çığlıkları sadece bir müzisyen duyabilmiştir. O da bu uzak çığlıkların tamamını duyamamış, sadece s ve h harflerini duymuştur.
Macbeth’ten Kelt mitolojisine, iki arkadaşın anlaşmazlığından İrlanda Sivil Savaşına Banshees of Inisherin, adeta senaryosu ile modern bir mitoloji yaratıyor.
Adaylar:
Everything Everywhere All at Once, Daniel Kwan- Daniel Scheinert
The Fabelmans, Steven Spielberg
Tár, Todd Field
The Banshees of Inisherin, Martin McDonagh
Triangle of Sadness, Ruben Östlund
En İyi Orijinal Müzik
Babylon: Justin Hurwitz
Geçtiğimiz sene Dune (2022) ile En İyi Orijinal Müzik (Academy Award for Best Original Score) kategorisinin gediklisi olarak ödülü kucaklayan Hans Zimmer’in ardından, bu seneki adaylara bir göz atalım.
Adaylar:
Justin Hurwitz, Babylon
Son Lux, Everything Everywhere All at Once
Carter Bulwell, The Banshees of Inisherin
John Williams, The Fabelmans
Volker Bertelmann, All Quiet on the Western Front
Adaylara baktığımız zaman favori olarak gözümüze çarpan ilk isim tabii ki John Williams. En İyi Orijinal Şarkı da dahil olmak üzere bu dalda Akademi Ödülleri tarihinde 53 adaylığı bulunan Williams, bu ödülün 5 kez sahibi oldu. Bu sayı, onu aynı zamanda Akademi Ödülleri’nde herhangi bir dalda en çok aday gösterilen isim unvanının da sahibi oluyor. Dolayısıyla Akademi’nin bu kariyeri bir ödülle daha taçlandırması pek sürpriz olmaz. Aksine, tam da onlardan bekleyeceğimiz bir hareket olur.
Öte yandan, benim kişisel favorim Justin Hurwitz ve Babylon’un olağanüstü müzikal yönetimi. Damien Chazelle ile ortaklığına alışık olduğumuz Hurwitz, bu ödülü ve City of Stars şarkısına giden ödülü La La Land (2016) ile kazanmıştı. Ancak Babylon ile hâli hazırda Chazelle ile birlikte tutturdukları nakışı bir kez daha, ayrı bir ustalıkla işliyor. Filmin işlediği, sinemanın doğduğu 20’li ve 30’lu yıllardaki Hollywood ve California atmosferi, şehrin gece hayatına mükemmel oturan müzikleri ile yalnızca yedinci sanatın kendisine değil, film müzikleri tarihine ve prodüksiyonlara da yazılmış bir aşk mektubu aynı zamanda.
Bu listenin en şanssız adayı kim diye soracak olursanız ise tartışmasız Carter Bulwell olacaktır. The Banshees of Inisherin gerek alegorisi gerek atmosferi gerekse de senaryo katmanlarıyla bu yılın en iyi filmlerinden biri. Müzikleri de bu başarıda önemli bir pay oynuyor. Bulwell daha önce Todd Haynes’in Carol (2015) filmi ve yine McDonagh yönetimindeki Three Billboards Outside Ebbing, Missouri (2017) ile bu ödülü kazanmaya oldukça yaklaşmıştı. Bu seneki şanssızlığı ise John Williams ve Justin Hurwitz gibi bu ödülü daha önce kazanmış veteran bestecilerle ayni gemide olması.
Diğer adaylara gelince, Son Lux’un adaylığı sanıyorum ki herkes için sürpriz oldu. Deneysel müzik, electronica ve post-rock türlerinde müzik üreten Amerika orijinli bir grup olan Son Lux, Everything Everyhwere All at Once’in müziklerinde kesinlikle iyi bir iş çıkarıyor. Ancak türe yeni bir şey katıyorlar mı sorusuna cevap vermek zor. Bir benzer durum Alman piyanist ve besteci Volker Bertelmann için de mevcut. Müzisyenliği asla tartışılmaz, ancak günün sonunda All Quiet on the Western Front bir savaş filmi ve bu kategori bu türün ezberlerini bozan nice yapıtlara ev sahipliği yaptı. All Quiet on the Western Front ne yazık ki onlardan biri değil.
Neticede görüşlerimi özetleyecek olursam:
Kim kazanır: John Williams (The Fabelmans)
Kim kazanmalı: Justin Hurwitz (Babylon)
En İyi Kurgu
Tár: Todd Field
Benim için insan psikolojisine odaklanan ve karakterin en ince ayrıntısına kadar ilmek ilmek işlenmiş olduğu özelliklerinin senaryoya titizlikle yedirilmiş olması ve seyirciyi hiç beklemediği anda ters köşe yapması, filmi en etkileyici kılan noktalardan bir tanesidir. Hikâye konuşur, karakter en iyi performansını olay örgüsünün mükemmel işleyişiyle birlikte gösterir, kendini olay akışına bırakır.
Aslında hepimiz için evrensel olan şey sestir, müziktir. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın ilk kadın şefi Lydia Tár’ın hayatını anlatan Tár, belki de Oscar adayları arasında en güçlü adaylardan olma yolunda bu evrenselliği içine alır, karaktere ve dolayısıyla seyircinin ruhuna işler.
Ego ve arzunun dizginlenememesinden doğan sonuçların üstün başarılara sahip olan ana karakterle uyumu takdire şayandır. Buna bir de evrensel olan müziğin tınıları eklenince seyirciye arkasına yaslanıp eserin keyfini çıkarmaktan başka bir şey bırakmaz.
Yasak ilişkilerle ve bin bir türlü fedakârlıklar edilerek elde edilmiş başarının, elleri terleten bir heyecanla ip üzerinde duran cambazın sallanışını ve her an düşebilecek olduğunu hissetmenin korkusunu gözlemlercesine sallanıyor oluşunu izlemek, bu korkuya Lydia Tár’ın hikâyesiyle birlikte katılmak, filmin akışına da kendini öylece bırakır.
İnsanoğlunun tüm başarılarını, egosunu ve kırmızı çizgilerini insani içgüdüsüne ve atalarından gelen ilkel dürtülerine teslim edebilmesi aslında müzik kadar evrensel bir şeydir.
Hepimiz gerçeği biliyor olmamıza rağmen yalanlara teslim edebiliriz kendimizi. Ancak Lydia’nın filmin güçlü kurgusu içerisinde hangi yöne gideceğini kestiremememiz, akabinde gelen tehlikeyi şaşkınlıkla ve özdeşim sağlayarak izleyebilmemiz bizim de zaaflarımızı açığa çıkarıyor.
Filmin senaryosunu yazan Todd Field, bana kalırsa mükemmel bir karakter çalışması olarak Lydia karakterine can veriyor, iç çatışmayı dışa yansıtmayı başarıp bizi ikna ediyor. Peki Tár’ın En İyi Kurgu Oscar Ödülü’nü kazanacağına da neden ikna olmayalım?
Adaylar:
The Banshees of Inisherin, Martin McDonagh
Elvis, Baz Luhrmann
Everthing Everywhere All at Once, Daniel Kwan, Daniel Scheinert
Tár, Todd Field
Top Gun: Maverick, Joseph Kosinski
Göksu Ertüren
En İyi Kısa Belgesel
The Elephant Whisperers: Kartiki Gonsalves
Aralarında The Elephant Whisperers, Haulout, How Do You Measure a Year?, The Marsha Mitchell Effect ve son olarak Stranger at the Gate filmlerinin olduğu kısa belgesel türü, 2023 yılında ekoloji, savaş ve oluşum hâlindeki insan temalarına öncelik veriyor. Filmler arasında bizce hem müzikleriyle hem sıcacık öyküsüyle ödülü Kartiki Gonslaves yönetmenliğindeki The Elephant Whisperers hak ediyor. Güney Hindistan’ın kırsallarındaki bir köyde yaşanıyor her şey. Tıpkı masallardaki gibi kendi hâllerinde yaşayan ihtiyar çift, Bomman ile Bellie, terk edilmiş bir fili âdeta evlat edinerek “kocaman” bir aileye dönüşüyor. Raghu adını verdikleri fil, hayvanlarda ne kadar saf ve adanmış bir sevginin yatabileceğini, daima tebessümle karşıladığımız sahnelerle ortaya koyuyor. Minik filimiz büyüdükçe yüreği de kocaman oluyor üstelik; belki iki insan arasında dahi kurulamayacak muhteşem bir dostluğa ev sahipliği yapıyor bu dev gövdesi. Birbirimizden, okuduklarımızdan, izlediklerimizden öğrendiklerimiz bir yana, insan eli değmemiş bir doğada insanlığın en çok ibret alacağı hikâyelerin gizli olduğunu anlatan film, sevgiye ve birlikteliğe hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde sıcak bir dost eli gibi sarmalıyor.
The Elephant Whisperers bu yılın Oscar’ını da kucaklar mı, bilemeyiz; ancak seçki içerisinde hepimizin yüreğine dokunduğu ve bu sıcaklığıyla adından epey bahsettireceği aşikâr.
Adaylar:
Haulout, Maxim Arbugaev, Evgenia Arbugaeva
How Do You Measure a Year?, Jay Rosenblatt
The Elephant Whisperers, Kartiki Gonsalves
The Martha Mitchell Effect, Anne Alvergue
Stranger at the Gate, Joshua Seftel
Rabia Elif Özcan
En İyi Görüntü Yönetimi
All Quiet on the Western Front: James Friend
Genç bir Alman askerinin I. Dünya Savaşı sırasında batı cephesinde yaşadığı dehşet verici deneyimler ve sıkıntıları anlatan All Quiet on the Western Front, tema olarak savaşın anlamsızlığını ele alan bir yeniden çevirimdir. 95. Oscar Ödülleri’nde tam dokuz alanda adaylığa sahip. Başta En İyi Uluslararası Film kategorisi olmak üzere hemen hemen tüm dallarda yapım adaylıklarının arkasında durmaktadır.
Bu yazıya konu olan “En İyi Görüntü Yönetimi” alanı ise seçim yapması oldukça zor bir disiplin. Nitekim listede yer alan aday filmlerden hepsinin tınısı birbirinden ayrıksıdır. Ancak genel olarak film eleştirmenlerinin kritiğinde All Quiet on the Western Front bariz bir şekilde ipi göğüslüyor. Bunun birinci nedeni filmin yalnızca kullandığı renk paleti değil aynı zamanda savaş atmosferinin yani filmin gerçekleştiği fiziksel konum (mekân), savaşın geçtiği arka fon (dekor), oyuncuların üniformaları (kostüm), film içindeki tank vb. tüm unsurlar (prodüksiyon tasarımı) alanlarındaki bütünlüğü olarak ifade edilebilir.
All Quiet on the Western Front senaryoyu alt metin olarak kritik etmeye lüzum olmadan yukarıda bahsedilen varyantların birbiriyle harmonisiyle beraber görsel anlamda oldukça başarılı bir yapım. Filmin duygu değişimleri seçilen renk paletlerinin değişimiyle uyumlu bir şekilde ilerliyor. Örneğin görüntü yönetmeni James Friend aşağıdaki sözleriyle bu durumu açıklamaktadır. “Renk paleti, başlangıçtaki duyguyu vurgulamak için mavimsi bir tonla başlayarak kıştan bahara yolculuğu aktarmaya yardımcı oldu.” Sık sık kapalı ve arkadan aydınlatmalı doğal ışığı benimseyen Friend, “Sonra, üniformaları ilkbaharda takip ettiğimizde, dünyanın biraz daha umutlu, neredeyse çocuksu, her şeyin temiz ve güzel olduğu bir bölümünü gördük.” diye ekliyor.
Yönetmen ve görüntü yönetmeninin uyumu ışığında doğal ışığın, güçlü kontrastların ve sinemada uygulanması dikkat gerektiren uzun plan sekansların yarattığı atmosferin ikna eden etkileyici gücüyle All Quiet on the Western Front çok yüksek ihtimalle bu sene Akademi Ödülleri’nde özellikle sinematografi alanında ipi göğüsleyecek gibi duruyor.
Adaylar:
James Friend, All Quiet on the Western Front
Darius Khondji, Bardo, False Chronicle of a Handful of Truths
Mandy Walker, Elvis
Roger Deakins, Empire of Light
Florian Hoffmeister, Tár
Doğaç İlbay