Anadolu’dan Balkanlara uzanan yolculukta aynı kökleri paylaşan iki millet, Türkiye ve Macaristan. 1923 yılında iki ülke arasında imzalanan Türk-Macar Dostluk Anlaşması’nın yüzüncü yılına atfen 2024, her iki ülkede kültür yılı olarak kutlanıyor. Biz de bu özel dosyamızda milli tarihimizin Balkanlara uzanan hikâyelerine kulak verip sizlere Macar sinemasından bir seçki hazırladık.
Aynı topraktan, aynı insan mayasından devşirilmiş her bir öyküde kendinizden bir parça bulmanız dileğiyle, keyifli okumalar.
Adrienn Pál (2010, Yön. Ágnes Kocsis)
Macar Sineması’nın günümüz yönetmenlerinden Ágnes Kocsis’in ikinci uzun metrajlı filmi olan Adrienn Pál (2010), bir hastanenin yaşamının son dönemindeki hastalara bakım veren terminal servisinde hemşire olarak çalışan Piroska’nın, uzun süredir kopmuş olduğu ilkokul arkadaşı Adrienn Pál’ı bulmak için çıktığı yolculuğu anlatır. Dünya Savaşlarının, 1956 devriminin ve sosyalist rejimin yarattığı sosyo-politik iklimlerde geçen, uluslararası sinema topluluğunda büyük yankı uyandırmış auteur yönetmenlerin epik drama türü yapıtlarından farklı olarak Adrienn Pál, bireyselliği öncelemekte ve insanın anıları aracılığıyla yaptığı içsel yolculuğuna odaklanmayı tercih etmektedir.
Piroska, uzun yıllardır aynı işi yapmakta olan ve hayatında herhangi bir şeyi değiştirmek istemeyen bir kadındır. Terminal koğuşunda hastaların ölümüne tanıklık ederken takındığı ciddi ve mesafeli ifade, ölüme neredeyse alıştığı izlenimini vermektedir. Önceden belirli rutini içinde nöbet tutar, birlikte yaşadığı nişanlısıyla vakit geçirir, yemek yer ve egzersiz yapmaya çabalar. Bir şekilde, hayatının önceki dönemlerinde tanıştığı ve anılar paylaştığı herkesle irtibatını kaybetmiştir. Belki de bundandır ki ölümünü izlediği hastalarından birinin isminin Adrienn Pál olduğunu fark etmek onda duygusal bir etki yaratır. Eskiden çok yakın olduğu, diğer yarısı gibi olan arkadaşının ne yaptığını, nerede olduğunu merak etmek Piroska’nın hayatını tümden değiştirecek bir evreye geçmesine neden olur. Yönetmen Ágnes Kocsis’in filme dair yorumlarında insanların aynı anlara, aynı yaşantılara dair farklı anılarının olmasından epey etkilendiğini belirttiği üzere film, belleğin göreceliliğinin ve öznelliğinin izini sürmektedir.
Bireyin içsel yaşantısının ve kişisel geçmişiyle olan yeniden bağ kurma çabasının yanında hikâyenin geçtiği kültürel bağlamın da izlerine bolca rastlarız. Bunlardan ilki, Macaristan’da yaşayan kuşakların birbirleriyle olan ilişkisi üzerinedir. Yaşlı bireylerin belki de tamamı, filmde ölmek üzere ve bakım için çocuklarına ya da sağlık hizmetlerine bağımlı olan, bilinci neredeyse kapalı, edilgen ve muhtaç şekilde resmedilmektedir. Piroska’nın kendisini diyet ve egzersiz yapmaya zorlayan nişanlısıyla olan tanımlanması güç ilişkisi, bireylerin toplum içindeki etkileşim desenlerine ve toksik ilişkilere dair izlenim vermektedir. Adamın mecbur bırakan ve ebeveynvari tutumları Piroska’nın beden algısı ve yeme alışkanlığı üzerinde yalnızca daha fazla direnç oluşturur.
Israrlı çabalarının sonucu olarak Piroska, Adrienn’in izini sürer ve onun hikâyesini gerçekten hatırlayan birine ulaşmasıyla farklı bir boyuta ulaşır. Adrienn’in telefon numarasını bulduğunda, aslında en başından beri kendisini, belki de “önceki kendisi”ni aramış olduğuyla yüzleşmesi gerekir. Filmin akışı boyunca sahneler gittikçe renklenir, ana karakterin hareketleri gittikçe daha hızlı ve hedefe yönelik hâle gelir. En son olarak işe giderken her gün yediği pasta dilimini yanına almaması, biz izleyicileri, yemek yeme yoluyla bedensel bir rutin hâline gelen yalnızlığının zamanla çözülme olasılığını açık bırakan, iyimser sayılabilecek bir finalle baş başa bırakır. Adrienn Pál’de hatırlamak, kendini ruhsal olarak daha uyumlu bir duruma dönüştürmenin aracısı olur.
Benim 20. Yüzyılım / Az én XX. Századom (Yön. Ildikó Enyedi, 1989)
Birçok roman, film, hikâye, tiyatro oyunu, opera ve diğerleri; bir şekilde referans noktası olarak masalları alır. Dünyanın dört bir tarafında farklı inançlara, kültürlere, yaşam şekillerine sahip insanlar; yüzyıllardan bu yana nesilden nesile neredeyse tıpa tıp benzer masalları aktarır. Kuşaklararası aktarılan ve kimi zaman mitolojik kimi zaman ise fantastik olan bu masallar; sanatın her alanına sızarak bir nevi kendini kayıt altına da aldırmış olurlar. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Külkedisi, Güzel ve Çirkin, Yüzyıl Uyuyan Prenses, Kurbağa Prens, Rapunzel, Hansel ve Gretel ve daha niceleri… Tüm bu masalların ve daha fazlasının, özellikle sinemada fazlasıyla kendine yer ettiği bilinmektedir. Metinlerarasılık ya da daha geniş kapsamlı hâliyle medyalararasılık tam olarak bu değil midir zaten? Julia Kristeva’nın dediği gibi “her metnin kendinden önceki metinlerle ilişkili olması” değişmez bir gerçekliktir.
Masallardan uyarlanan veya bu yazılı ve sözlü edebi eserleri sadece referans olarak alan filmlerden, sinema sanatının en nadide parçalarından biri olan Benim 20. Yüzyılım; Kibritçi Kız masalının modern değil, tam olarak postmodern bir uyarlamasıdır. Zira film, yüzyıllar boyunca yaşananlara, farklı coğrafyalarda vuku bulan olaylara, buluşlara, tartışmalara, birbirinden taban tabana zıt kültürlere, yaşam tarzlarına; bir arada yer vermesiyle ve bu yer verişi de farklı biçimlerle yapmasıyla bu yakıştırmaya pekâlâ tabi tutulabilir. Film, Kibritçi Kız masalını güncelleyip, postmodern feminist bir masal olarak perdeye yansıtması adına da aynı zamanda eril toplum tarafından kaleme alınan ve buram buram mizojini kokan birçok masalın feminist eleştirel çerçevedeki temsilidir.
Aslında minicik ama yürek burkan bir masaldır Kibritçi Kız. Yılbaşı gecesinin tüm o ihtişamlı, rengarenk atmosferinin gölgesinde kalan yoksul, küçük kız çocuğu; kar altında satmayı arzuladığı kibritlerinin başındadır. Bir yandan da kibritleri yakarak ısınmaya çalışır. Gel gör ki Kibritçi Kız, donarak ölür. Enyedi, birçok Andersen Masalları gibi çocuklara yönelik olmaktan fersah fersah uzak olan bu eseri; tam da ait olduğu yer olan yetişkin dünyasına taşır. Üstelik Kibritçi Kızları ikiye çıkarmakla kalmaz, onlara alternatif bir hayat da yazar. Kibritçi Kız veya Kibritçi Kızlar, 20. yüzyılda yaşasaydı nasıl olurlardı? Enyedi, donarak ölmeden önce uykuya dalan kız çocuklarını iki erkek tarafından “kurtararak” savaşların, devrimlerin, buluşların, keşiflerin, suikastların, faciaların, soğuk savaşın, çift kutuplu dünyanın çağına salar. Bu ikiz kız çocukları ataerkil çağın eril “kurtarıcıları” tarafından kucaklanarak yani bir anlamda çift kutuplu dünyanın iki farklı eril iktidarı tarafından kaçırılarak yetiştirilir. Biri anarşist, diğeri ise bedenini kullanarak servet avcılığı yapan bir femme fatele olur. Peki, sonrası? Sonrası başka masallara yapılan postmodern dokunuşlarla sürüp gider.
Anarşizm kuramcısı Pyotr Alekseyeviç Kropotkin’in en önemli eserlerinden Evrimin Bir Faktörü, Karşılıklı Yardımlaşma’nın adeta filmdeki Dora ve Lili kadar önemli bir karakter olduğu, kitabın her bir satırının kelime kelime okunduğu; Otto Weininger’ın Cinsiyet ve Karakter isimli oldukça popüler ve çok tartışmalı kitabının filmin en uzun sahnelerinden birine baştan başa damga vurduğu; elektrik, ampul, telgraf, gemi, tren, feminizm, avcılık, insanın doğaya hükmetme çabası gibi buluş ve meselelerin çokça bahsinin geçtiği; birçok masala göndermenin yapıldığı Benim 20. Yüzyılım, modern bir dünyadan postmodern bir masala uzanan zamanlı ama bir yandan da bir o kadar zamansız bir filmdir.
Pal Sokağı Çocukları / A Pal Utcai Fiuk (Yön. Zoltan Fabri, 1968)
Macar sineması, ülkenin yakın tarihte yaşadığı çalkantılı bağımsızlaşma sürecinin bir sonucu olarak politik yönü ağır basan bir arşiv sunar. Bu sinematografi içinde dönemsel olayları mimetik bir biçimde yorumlayarak evrensel bir dilde beyazperdeye taşıyan klasikleşmiş yapımlardan biri de A Pal Utcai Fiuk (1968), Türkçe adıyla Pal Sokağı Çocukları’dır. Ferenc Molnar’ın aynı adlı eserinden uyarlanan film, 1929’da Bela Balok, 1934’te Frank Borzage, 1935’te Alberto Mondadori gibi çeşitli dönemlerde, farklı milliyetten yönetmenler tarafından kurgulanmıştır. Ancak bizce hem kitaba sadık kalma hem de içeriğin mizahi duygusunu ekrana taşıma bakımından en tatmin edici uyarlama, Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin 1968 yapımlı eseridir.
Pal Sokağı Çocukları, kendilerine bu adı vererek mahallelerindeki ‘arsa’ üzerine hüküm süren bir grup çocuğun ‘yerel’ mücadelesini konu alır. Erkek çocuklardan oluşan bu grup, arsalarını Kızıl Gömlekliler olarak bilinen bir başka çocuk çetesine karşı koruma savaşı vermek zorunda kalır. Grubun lideri Boka, organizasyonu ve planlamaları yaparken er Namecsek, teğmen Gereb gibi diğer üyeler, emirlerin işleyişinden sorumludur. 1900’lerin başlarında, Sanayi Devrimi’nden kalma mekanikleşmiş toplum düzenini, mikro düzeyde küçük arkadaş gruplarına böylelikle uyarlayan çete, çocuklardan beklenmeyecek bir sistemi soğukkanlılıkla yürütür. Çetede her bir üyeye pay edilmiş olan görevin, Kant’ın ahlâk felsefesinde öğütlediği bir içsel kabul ve sorumluluk bilinciyle üstlenildiği görülür. Çocuklar, kendilerine biçilen görevleri sorgusuz sualsiz yerine getirir, bunu yaparken de faşizmin yankılarını duyabileceğimiz bir adanmışlık sergiler. Bu uğurda Boka, gerektiğinde arkadaşlarını cezalandırmak için en acımasız ve sert tutumları takınırken Namescek gibi ’emir erlerinin’, canları pahasına itaat etmesi, çetenin aslında pek de ‘çocuksu’ bir oyun içinde olmadıklarına işaret eder. Bu da Louis Althusser’in ortaya koyduğu ideolojik devlet aygıtlarından askerlik kurumunun, çocuk bilincine nasıl sindirildiğini örnekler: Çocuklar, kendi geliştirdikleri ülküleri uğruna sistematik biçimde kurumsallaşmıştır. Üstelik savaş, kural, hak, genel kurul, görev gibi politik diskurun terminolojisiyle konuşmaları, bu çete oluşumunu sosyoloji ve siyaset bilim teorileriyle incelemeyi mümkün kılar.
Nitekim karşıt grupları Kızıl Gömlekliler’i, dönemin dış politikası göz önünde bulundurulduğunda bir Rus birliği alegorisi olarak okumak yanlış olmayacaktır. Pal Sokağı Çocukları’nın arsasına bir tehdit olarak ortaya çıkan bu düşman grubu da kendi içinde benzer bir hiyerarşi oluşturmuştur. Dolayısıyla sokak kavgası olarak izlediğimiz her çatışma, yetişkinler tarafında eli kulağındaki Dünya Savaşı’nın erken bir tasviri, belki de bir imasıdır.
Tamamen erkek çocuklardan oluşan, ‘erkek adam olmak’ vurgusunun fiziksel temsil ve anlatı unsurlarıyla yapıldığı film, bu bağlamda da eril dilin sosyal bir oluşumu nasıl tanımladığını, biçimlendirdiğini, yönettiğini de ortaya serer. Pal Sokağı Çocukları en temelde her ne kadar samimi duyguların, çocuksu bir naiflikle paylaşıldığı bir arkadaş grubu olsa da çetenin ülküsü, erkekliği kanıtlamayı zorunlu kılar. Dolayısıyla her bir karakterin gelişimi, farklı bir kendini gerçekleştirme ve kanıtlama öyküsüdür.
Oyuncuların neredeyse tamamen çocuklardan oluşmasıyla hem neşeli hem de nostaljik bir izlek sergileyen filmde Fabri, diğer yapımlarından farklı olarak pastel renklerin domine ettiği sahnelerle en sert politik replikleri teatral bir temsil gibi sahneler. Böylelikle ortaya Macar kimliğinin Balkanlardan gelen neşeli ruhu içinde, halka sindirilmiş politik ciddiyeti yansıtan acı-tatlı bir kurgu çıkmıştır.
Zaman Duruyor / Megáll az idő (Yön. Péter Gothár, 1982)
Péter Gothár’ın baba sorununu, devlet, yönetim, iktidar gibi kavramların gölgesinde siyasi koşullarla birlikte işlediği Zaman Duruyor, Batılı görüşüyle bir üçüncü sinema (devrimci, politik amaçlı yapılan sinema) örneği olarak ele alınabilir. 1956 yılındaki Macar Ayaklanması’na atıfta bulunan yapım 1960’lı yılların siyasal iklimini liseli gençlerin perspektifinden anlatmaktadır. Zaman Duruyor bu bağlamda Macaristan’ın ilk retrospektif filmi olma özelliği de taşımaktadır. Sovyet ideolojisinin baskın olduğu yıllarda Macaristan’ın Sovyet işgaline uğrayışı ve yönetimdeki Mátyás Rákosi’nin Stalinist bir ekolü takip etmesinin ardından halk ayaklanmaya başlamıştır. Başlatılan bu ayaklanma pek çok yurttaşı Macaristan’ı terk etmek zorunda bırakmıştır. Filmin çatısı, ailesini terk eden bir baba üzerinden siyasi göç olarak oluşturulur.
Babaları tarafından terk edilen Dini ve Gabor, anneleriyle birlikte yeni bir hayata başlamak zorunda kalırlar. 1956 kışı olarak başlayan film çok geçmeden af yılı olarak anılan 1963 tarihine geçer. Dönemin pop kültürü, Amerikanlaştırılma politikası, Rock’n Roll gençliği, siyasi baskı iç içe işlenmektedir. Yaşanan tüm bu kaosun içinde liseli gençlerin hayatına da bakış atan film, Dini ve Gabor’un aynı kıza ilgi duymalarıyla Kabil mitine dönüşür. İnsanlık tarihinin bilinen ilk kıskançlık vakası olan Habil ve Kabil mitolojiden Kitab-ı Mukaddes’e kadar işlenen önemli iki figürdür. Birbirine tamamen zıt olan iki kardeş, genç kız üzerinden hakimiyet ve erkeklik savaşına girer. Ancak ideolojik savaş, okulda ve yönetimde yaşanan çatışmalar hikâyenin aşk üçgeni olarak ilerlemesine izin vermez. Gençlerin sisteme direnmek ya da ülkeyi terk etmek gibi daha önemli gündemleri vardır.
Macaristan’ın siyasi tarihini adeta bir zaman tüneli gibi ele alan Péter Gothár, siyah beyaz olarak başlattığı hikâyeyi sonrasında renkli çekimlerle devam ettirir. Halkın kazandığı direnişi, af yasasını, görece daha ılıman hâle gelen yaşam koşullarını bu renkli bölümlerde işlemektedir. Toplumsal bellek olarak tasarladığı politik atmosfer, önceki kuşakların yeni nesil üzerindeki boğucu ve dogmatik tavırlarını sinemaya özgül anlatımla eleştirmektedir. Kaçıp gitmek ile kalıp savaşmak arasında neredeyse bir fark bulunmadığını, her koşulda mutsuz olan bireylerin çoğunlukta olduğunu savunur. Zaman Duruyor, ilk bakışta halkı örgütleyen, devrim amaçlayan, kitleleri sokağa döken bir film olarak hissedilmese de tarihe tanıklığı ve sinema-gerçek ilişkisiyle kendine has bir politik uzam yaratmaktadır ki bence topyekûn politik bir filmdir. Zamanın bir döngü hâlinde sanki hiç geçmiyormuş gibi pasif bir anlatıyla işlenmesi; ancak bütün yaşananlara ev sahipliği yaparak çatışma yaratması zaman kavramına adeta kimlik kazandırmaktadır. Geçmişi ve şimdiyi filmde birer karakter olarak ele alan Péter Gothár, imgesel bir anlatım tercih etmektedir. Film, Paul Anka’nın You Are My Destiny şarkısını defalarca sahneye taşımasıyla tüm kurguyu içinde sıkışıp kalınan bir zamanın içerisine hapsetmektedir. Ayrıca klostrofobik evreniyle uyanılması güç bir politik kabus izlenimi yaratmaktadır. 2000 yılında Macar film endüstrisinin oylarıyla belirlenen Macaristan 12’lisi adlı bir listeye göre Zaman Duruyor altıncı sırada gösterilmiştir.
Liza the Fox-Fairy (Yön. Károly Ujj Mészáros, 2015)
Liza the Fox-Fairy (2015), absürt mizahı ve dokunaklı hikâyesiyle dikkat çekiyor. Yönetmen Károly Ujj Mészáros’un ilk uzun metrajı, yalnız bir kadının aşk arayışını ve kaderinin oyunlarına karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Fantastik unsurlarla süslenmiş bir trajikomedi olan film, seyirciye farklı duygularla bezenmiş bir deneyim sunuyor.
Film, Liza adındaki genç bir kadının hikâyesini odağına alır. 60’lı yılların Budapeşte’sinde Maria isimli bir kadınla ilgilenen, yatılı hemşire Liza, Japon pop kültürüne olan ilgisiyle dikkat çeker ve hayalinde Japon pop yıldızı Tomy Tani ile arkadaşlık kurar. Ancak işler, Liza’nın doğum gününde değişir. Evde tek başına geçirdiği doğum gününde Liza, Tomy Tani’nin ruhunun aslında bir kitsune olduğunu anlar. Bu noktadan sonra, Liza’nın hayatı tuhaf ve ölümcül olaylarla dolu, ilginç bir yolculuğa dönüşür. Liza’ya kur yapan, hatta ona göz diken her talip ölmeye başlar, cesetlerin sayısı hızla artar ve Liza için olaylar giderek garipleşir.
Filmde Japon kültürü abartılmadan, ironik bir şekilde kullanılıyor. Filmin sinematografisi, hikayenin atmosferini mükemmel bir şekilde tamamlıyor. Márk Györi’nin görüntü yönetmenliği, filmdeki her sahneyi bir tablo gibi işliyor. Renk paleti, Liza’nın içsel dünyasını ve filmin genel tonunu yansıtıyor. Özellikle pastel tonlar ve dikkatlice seçilmiş kostümler, hikâyenin masalsı ve fantastik doğasına vurgular barındırıyor.. Kamera açıları ve hareketleri, karakterlerin duygusal durumlarını ve olayların absürt doğasını izleyiciye etkili bir şekilde aktarıyor.
Oyunculuklar insanların stereotiplerini tamamen benimseyerek grotesk karikatürler yaratmasıyla bu görünüme uyuyor. Mónika Balsai, Külkedisi kadar saf, masum, nazik, ciddi ve çalışkan bir karakter olan Liza’yı canlandırıyor. Balsai, karakterinin naifliğini ve melankolisini başarıyla yansıtırken; aynı zamanda komik anları da ustalıkla izleyiciye aktarıyor. Karakterin iç dünyasındaki çalkantıları ve yalnızlığını, yüz ifadeleri ve beden diliyle izleyiciye etkili bir şekilde anlatıyor. Onun yanındaki dedektif rolünde ise Szabolcs Bede-Fazekas, Liza’nın karşıt karakteri olarak dikkat çekiyor. Bede-Fazekas’la birlikte canlanan dedektif aslında sert ve kuşkucu bir adamken; Liza’ya olan ilgisi ve korumacı tavrı ile karakterine derinlik katıyor.
Liza the Fox-Fairy, sadece bir aşk hikâyesi değil; aynı zamanda yalnızlık, kader ve umut temalarını işleyen derin bir film olarak öne çıkıyor. Filmdeki mizah unsurları, karakterlerin trajik yanlarını dengeleyerek izleyiciyi güldürmeyi başarıyor. Liza’nın hayatında meydana gelen beklenmedik ölümler ve bu ölümlerin etrafında gelişen olaylar, hikâyeye karanlık bir boyut ve kara mizah unsurları katıyor. Bu absürt olaylar zinciri, filmin temposunu dinamik tutarak izleyicinin ilgisini sürekli canlı tutmaya muvaffak oluyor.
Mephisto (1981, Yön. István Szabó)
“Köle oluruz sonunda kendi yarattığımız yaratıklara…”
Mephistopheles, Faust, 1829
Çoğu insan, ruhunu bir kere de olsa şeytana satar. Kimi para için, kimi şehvet için, kimi ise başarı için… Alman tiyatro oyuncusu Hendrik Höfgen, kendi benliğinden ve onurundan Almanya’nın en parlayan sahne oyuncusu olma hedefi uğruna vazgeçer. Tıpkı Doktor Faustus’un ruhunu Mephistopheles’e sattığı gibi, Hendrik de kendi bilincini bir kenara koyar ve Nazi partisinin kanatları altında tiyatro mesleğini ve toplumdaki pozisyonunu koruyabilmek için gördüklerine göz yumar. İronik bir şekilde, bunu sahnede Mephisto’yu (yani şeytanın kendisini) oynayarak yapar.
Mephisto (1981), Macar senaristler Péter Dobai ve István Szabó tarafından kaleme alınmış ve Szabó tarafından yönetilmiştir. Alman yazar Klaus Mann’ın aynı adlı romanından bir uyarlamadır. Filmin ortaya koyduğu ana çelişki, sanatçının sanatı ve performansının, sanatçının içinde bulunduğu rejimden bağımsız olup olamayacağıdır. Filmin ana karakteri Hendrik (Klaus Maria Brandauer) film boyunca bu soru ile mücadele eder. Şüphesiz ki buna bir cevap bulmak kolay değildir. Zira iyi ve kotu arasındaki garip ve sallantılı ilişki, ilginç sapmalara sebebiyet verir ve Hendrik’i içindeki şeytan ile doğrudan diyalog kurma zorunluluğunda bırakır.
Macar yönetmen Szabó’nun büyük başarısı, izleyici olarak bizlerin, filmdeki yan karakterler gibi, Hendrik Höfgen’in motivasyonlarını film boyunca sorgulamasıdır. Hendrik sanata ihanet mi etmektedir? Yoksa onu kurtarmakta mıdır? Bu soruların bir cevabı olmak zorunda değildir. Hendrik çok geç olmadan fark eder ki kendisi Mephisto’yu değil, Doktor Faustus’un rolünü oynamaktadır. Filmde önemli bir rolü olan ve Hermann Göring’den esinlenilen Nazi lideri ise gerçek Mephisto’dur.
Mephisto, özellikle bir sanat formu olarak tiyatroya ilgi duyanların muhakkak izlemesi gereken bir filmdir. Filmin içinde izlediğimiz Faust oyunu sahneleri, sanki bir tiyatro oyunu kaydı izliyor hissiyatı vermektedir. Filmin Macar sinemasının gelişimi açısından önemi ise, Akademi Ödülleri’nde En İyi Yabancı Dilde Film Ödülü’nü kazanan ilk Macar film olmasıdır. Brandauer’ın eşsiz performansı, ona BAFTA ve Alman Film Ödülü adaylıkları da dâhil olmak üzere çeşitli övgüler kazandırmış ve sinema oyunculuğu kariyerinin başlamasında önemli rol oynamıştır.
White Dog (Yön. Kornél Mundruczó, 2014)
Sevgi, dünyayı değiştirebilir mi? Kornél Mundruczó’nun 2014 yapımı Macar filmi White God, bu soruya derinlemesine yanıt arayan gerilim dolu bir yapıt. Film, on üç yaşındaki Lili ve köpeği Hagen’in hikâyesini merkezine alır. Lili’nin babası, kızının labrador kırması Hagen’e olan derin sevgisine tahammül edemez ve bir gün onu sokağa atar. Bu olay, Hagen’in bir dizi zorluk ve kötü muameleyle yüzleşmesine neden olur. Sonunda, Hagen ve diğer sokak köpekleri, insanlara karşı ayaklanarak zulme ve kötü muameleye karşı bir başkaldırı başlatır.
Macar yönetmen, köpeklerin bu isyanını insanların zulmüne karşı güçlü bir metafor olarak kullanır. Filmin temeli, safkan köpekleri destekleyen ve melez ırkları dışlayan bir yasaya dayanmaktadır. Bu durum melez köpek sahiplerine ekonomik yükler getirmekte ve ayrışmayı pekiştirerek adaletsizlikleri derinleştirmektedir.
Başlangıçta yer alan kanlı kesimhane sahnesi, filmin tonuyla ilgili önemli bir önçağrışım içerir. White God, rahatsız edici sahneler nedeniyle izlemesi oldukça zor bir film. Lili’nin babası bir mezbahada müfettiş olarak çalışmaktadır ve film, onun ölü bir inek üzerinde gerçekleştirdiği denetimle açılır. Filmdeki mezbaha sahnesi, hayvanların acı çektiği, yaşamlarının değersiz görüldüğü ve sadece insan tüketimine yönelik birer nesne olarak muamele gördüğü bir dünyayı tasvir eder. İzleyiciye de bu sistemin bir parçası olduğunu acımasızca hatırlatır. Bu yaklaşım, hayvanları sadece ekonomik değerleri üzerinden değerlendiren insanlığın bir eleştirisidir.
Hagen’in hikâyesi, hayvan hakları temasını iyiyce derinleştirir. Sokağa atılan ve dövüş köpeği olarak eğitilen Hagen’in, doğal ve nazik doğasının zıt bir şekilde şiddete zorlanması, insanın hayvan üzerindeki egemenliğinin ve istismarının trajik bir göstergesidir.
Diğer yandan, Hagen ile Lili’nin ilişkisi ise sevgi ve dostluğun saf ve güçlü yanını temsil eder. Lili’nin Hagen’i aramaktan vazgeçmemesi sevginin her türlü engeli aşabileceğini gösterir.
White God, hayvan haklarını ele alan güçlü anlatımıyla Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış ödülünü kazanmıştır. Türkiye’nin Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişikliğe gittiği şu günlerde bu filmi yeniden izlemek oldukça anlamlı hâle geldi. Film, sevginin her şeye rağmen galip gelebileceğini ancak insanlığın bu konuda ciddi adımlar atması gerektiğini vurgular.
Beşinci Mühür / Az ötödik pecsét (Yön. Zoltan Fabri, 1976)
-Annen ve baban gelene kadar sen burada kalacaksın.
+ Annem ve babam asla geri dönmeyecekler.
– Bu fikre nereden kapıldın?
+ Onların vurulup öldüğünü gördüm. Büyüdüğümde ben de vurulacağım. Bu yüzden henüz büyümediğim için mutluyum bile.
Yaşamak için ne kadar kötü olabilirsiniz? Dönemin şartlarına ayak uydurup hayatta kalabilmek için etik ve ahlâk kurallarını bir kenara bırakır mısınız yoksa onurlu bir şekilde yaşayıp sonunda ölüm olsa bile hayatınızı idame ettirmeye mi çalışırsınız?
Siz olsanız hangisini seçerdiniz?
Zoltan Fabri yönetmenliğinde çekilen Az ötödik pecsét (Beşinci Mühür, 1976), işte bizlere tam da bu soruların cevabını vermeye çalışır.
I. Dünya Savaşı’nın karanlık dönemlerinde, 1944 Budapeşte’sindeyiz. Savaşın etkilerini ve insan doğasının derin sorgulamalarını yapan film, dönemin faşist baskıları altında hayatta kalma mücadelesi veren insanların aynı zamanda bir dana eti veya biftek satın almasının ancak bir Bosch tablosu satarak karşılayabildikleri bir dönemi anlatır. O yıllar hava saldırıları o kadar olağanlaşmıştır ki insanlar sığınakta saldırının bitmesini beklerken dana etinin nasıl pişirileceği üzerine tartışırlar.
Az ötödik pecsét, adını İncil’in Vahiy Kitabı’ndaki Beşinci Mühür’den alır: “Ve beşinci mührü açtığında, ben sunağın altında Tanrı’nın sözünden ve sahip oldukları tanıklıktan dolayı öldürülenlerin ruhlarını gördüm.” Bu alıntı da filmin tematik derinliğine ve ahlaki sorgulamalarına ışık tutar.
Budapeşte’nin faşist Ok Haç Partisi şehirde terör estirirken, aynı zamanda Sovyetler de şehri bombalıyordur. Böyle bir dönemde, dört arkadaş bir barda oturup insan doğasının en derin korku ve umutlarını sorgulamaya başlar. Miklós, László, Béla ve János adındaki karakterler sıradan yaşamlar süren, marangozluk gibi işler yapan kişilerdir. İçlerinden birinin diğerlerine yönelttiği bir soru hayatlarını değiştirir: “Eğer yeniden doğacak olsaydınız ne olmazdınız: Her türlü acımasızlığı yapan bir kral mı yoksa acı çeken dürüst bir köle mi?”
İşte bu tartışmalar esnasında dışarıdan yardım çığlıkları işittiklerinde, meyhanenin ışıklarını kapatır ve yardım etmeyi reddederler. Bu sahne de izleyiciye tam olarak savaşın insanlık onurunu ve ahlaki değerleri nasıl test ettiğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Az ötödik pecsét, “Her devletin özünde baskı vardır, burjuva demokrasisi de tekelci burjuvazinin emekçiler üzerindeki diktatörlüğüdür. Ancak faşizm, tekelci burjuva egemenliğinin en gerici, en terörist, en kanlı biçimidir.” diyen Komintern’in faşizm tanımını irdeler.
Savaşın en karanlık günlerinde insanlık etik ve ahlak üzerine sürdürdüğü yolculukta nasıl seçimler yapar? Fabri’nin ustalığı ve karakterlerin güçlü performanslarıyla izleyiciyi bu sorular üzerine düşündüren ve sorgulatan film, faşizmin üzerine basıp ayakta kaldığı kavramları tartışmaya açar: baba, asker, güç, düzen ve kurtarıcı bir erkek figürü.
Savaşın insan ruhu üzerindeki etkilerini ve bireyin ahlaki duruşunu sorgulayan nice yapımlar vardır. Fabri’nin yönetmenliğinde izlediğimiz Beşinci Mühür’de karşımıza çıkan uzun diyaloglar seyirciyi sorgulamaya iterken aynı zamanda savaşın gölgesinde derin tematik sorgulamaları ve etkileyici görselliğiyle bizleri başbaşa bırakır.
10.Moskova Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ödül kazanan ve 27. Berlin Uluslararası Film Festivali’ne giren Az ötödik pecsét en iyi filmler arasında övgüyü almayı hak ediyor.
Tanık / A Tanú (Yön. Péter Bacsó, 1969)
Macar sinemasının kült klasikleri arasına girmeyi başaran filmin yönetmen koltuğunda politik olayları ironik bir dille ele alan Péter Bacsó oturmaktadır. Filmin aynı zamanda senaryosunu da kaleme alan Bacsó, kendine ait bir sinema dili oluşturmuş ve verdiği bir röportajda filmleri hakkında şöyle demiştir: “Tanık’tan Ah, Kanlı Hayat’a (1984) kadar en iyi filmlerim komedi ve trajedi arasındaki ince hat üzerinde yürür – onları birçok Macar filminden farklı kılan budur. Dünyaya ironik bir açıdan yaklaşırlar… olan biteni çok ciddiye almaz ve hatta trajik durumlarda bile gülümseyebilirler.”
Yapımı devlet tarafından onaylanmasına karşın komünist Mátyás Rákosi’nin gerçek üstü tasviri nedeni ile A Tanú’nun gösterime girmesi on iki yıl sürmüştür. Tuna nehri üstünde baraj bekçiliği yapan József Pelikán, yiyecek başka bir şeyleri kalmadığı için domuzlarını keser. Ancak bu hareketi rejim tarafından “iğrenç bir yasadışı eylem” olarak görülür ve Pelikán hapse atılır. Ancak merkez yönetimde çalışan ve eski yeraltı ordusundan arkadaşı olan Dániel Zoltán, Pelikán’ı hapisten kurtarır. Bu kez de yolu eski arkadaşı yoldaş Virág ile kesişir. Virág, Pelikán gibi güvenilir komünistlere ihtiyaç olduğunu söyleyerek onu önce bir yüzme havuzunun, ardından bir eğlence parkının en sonunda da portakal araştırma enstitüsünün başına atar. Ne var ki bu iyilikler karşılıksız değildir. Günü geldiğinde Virág, Pelikán’dan Dániel Zoltán aleyhine tanıklık etmesini ister. Hatta bu tanıklık için Pelikán bir dizi beyin yıkama eğitiminden geçirilir. Dániel Zoltán, Horty’ye karşı savaşmış ve sosyalist rejimde önemli yerlere gelmiştir. Ancak Danton’un dediği gibi devrim önce kendi çocuğunu yemiş ve Macaristan sosyalist devrimi için çalışmış Dániel şimdi Stalinizm etkisindeki Rákosi iktidarının sonucu önceden bilinen mahkemelerinde yargılanmaktadır. Yargılama günü geldiğinde Dániel hakkındaki düzmece suçlamaların farkına varan Pelikán son anda ifadesini değiştirince Pelikán’a yine cezaevi yolları görünür.
Fazla masum olduğu için şüphe uyandıran ve uydurma suçlarla yargılanan kişilerin sonucu önceden bilinen yargılamalarını ve yalancı tanıklıkları mizahi bir dille eleştirir Bacsó. 1956 Devrimi’nin ardından gergin bir siyasi iklimde çekilen film ancak yabancı ülkelerdeki gösterimlerinin ardından Macaristan’lı izleyicileriyle kavuşabilmiştir. Filmin oyuncu kadrosunda Ferenc Kállai, Lajos Őze, Zoltán Fábri, Béla Both, Georgette Metzradt, Róbert Rátonyi bulunmaktadır.