Yabancılaşmak. Bugünlerde çağdaş kuramların merceğine sıra sıra konuk olan ‘ötekileşmek’ kavramının tohumları, evvela yabancılaşmanın imbiğinden geçer. İnsan önce aşina olduğuna yabancı kalır, yahut bir yabancı nazarıyla bakmaya başlar ona. Sonrasında artık kendini ait hissetmediği bu tanıdıklık, samimiyet hissi, ardında derin yarıklar bırakarak adım adım uzaklaşmaya başlar. Ayrılığın boşluğu büyür, dipsizleşir, kararır. Nihayetinde çoktan uzaklara karışan o bildik yaşantı ve anılar, bir irkiltiyle hatırlanır. Yabancılık sinmiştir anıların her yerine. Bizim parçamız olmaktan çıkıp bir ‘öteki’ne geçmiştir. Bu kopuş ânından sonra, birbirine böylesine yabancılaşmış iki yakayı bir araya getirmek mümkün müdür peki?
Boşuna değil dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur dedikleri. Yeter ki bir geçiş yolunun umudunu taşısın insan. Levan Akin’in 2024 yapımlı filmi Crossing de nitekim ismiyle müsemma, yabancılaşmadan aşinalığa bir geçişin ve filizlenen umutların öyküsü. Ve belki en çok da bulmamak üzere yola çıkılmış bir arayışın öyküsü. Yahut bulunmak istememek üzere kayboluşların…
Her Yolculuk Bir Kayboluşa Davet
Film, kız kardeşini kısa süre önce kaybedince yeğeni Tekla’nın peşine düşmeye karar veren Lia (Mzia Arabuli) ve ona bu seyahat boyunca eşlik eden Tekla’nın komşusu Achi’nin (Lucas Kankava) yolcuğunu konu edinir. Mahalle kapıları arasındaki fısıltılı konuşmalardan, yeğeninin İstanbul topraklarında olabileceğini öğrenen Lia’nın aklına bir umut tohumu yerleşir. Bu andan sonra her şeyi göze alarak Gürcistan’daki yuvasını bırakır ve yolu yordamı, pusulası belli olmayan bir arayışa soyunur. Anadilinden başka bir kelime bilmediğinden de yanına, ergenlik çağlarını henüz geride bırakmış Achi’yi alır. Bilinmezliklerden oluşan bir pusun gezindiği İstanbul’un kıyılarına ayak bastığı vakit, bir tek eski pazar arabasından oluşan valizinde kıyafetleri ve sığdırabildiği tüm cesareti vardır. Gürcistan’da eline Tekla’ya ait olabilecek bir adres tutuşturmuşlardır; ancak ne bir güvencesi vardır bu adresin ne de belli bir istikameti. Keza bu yolculuk başından sonuna dek bilinmezlik ve bulunmazlık üzerine kurgulanacaktır.
Yanlarındaki kıt kanaat para ile kâh aç kâh yorgun, İstanbul beşiğinde oradan oraya sallanan ikili, nihayeti belirsiz bir arayışla Tarlabaşı sokaklarının kuytularında bulur kendini. Sonrasıysa Tekla’nın öyküsü olmaktan çıkıp Lia’nın ‘birleşme, ‘yabancı’ ile dost olma, görülmeyeni bilme, kabul etme, sevme hikâyesine dönüşür. Achi içinse yabancılık, İstanbul’un ellerinde bambaşka bir kavram olarak inşa edilecektir. Kurgunun ana öyküsünü oluşturan bu yolculuk süredursun; Beyoğlu’nun arka sokakları, her gün onlarcası aynı anda, fakat kimseciklerden habersiz yapılıp bozulan bambaşka dönüşümlerin ve geçişlerin öykülerini anlatır. Tam da bu yüzden Akin’in kurgusal bağlam olarak İstanbul’u tercih etmesi çok manidardır böylesi bir geçiş için.
Bedenlikten İnsanlığa Geçişler
Filme adını veren ‘geçiş’ kavramı, her karakter için farklı boyutlara ve anlamlara bürünmesiyle devingen bir yapı sergiler. Bu özelliğiyle film, sabitfikirliliğe bir başkaldırıdır aynı zamanda. Üstelik karşı çıkılan yalnız sabit inanışlar, ‘olması gereken’ler, sözümona normaller(!) ve toplum tarafından birer kaide kabul edilen normlar değil; değişimi kucaklamak yerine ona sırt çevirmeyi tercih eden tüm duvarlardır. Özellikle bu duvarların ayrıştırıp ötekileştirdiği günümüz toplumunda sabit olan hiçbir şeyin kalmadığı, dolayısıyla mutlakiyet anlayışını yıkmadan bir arada yaşamanın mümkün olmadığı, filmin devingen yapısıyla anlatılır. Bunu desteklemek için Deniz Dumanlı’nın canlandırdığı Evrim karakteri, titizlikle kurgulanmıştır.
Kendini bir trans olarak tanıtıp Pembe Hayat Derneği’nde avukatlık yapan Evrim; kendisi gibi doktorundan hemşiresine, memurundan taksicisine hemen herkesin gözlerini kaçırdığı, kalbini kırıp topluma yabancılaştırdığı ‘öteki’ bireyler için hak mücadelesine adanmıştır. Evrim’i kurguya dahil etmeden önce tek sekans çekimden oluşan sahne, Lia ve Achi’nin de bulunduğu vapurdaki hemen her insan yüzüne geçişler yapar. Çeşitli anlara, durumlara, yüz ifadelerine, duygulara konuk olan bu sahnede izleyici de gündelik yaşamında gözardı ettiği aleladelikten çıkarak sinematik bir objektifin gözüne geçişle bir bakıma İstanbul’a yabancılaştırılır.
Objektifin Gözünde: Aşinaya Yabancı Olmak
Vapurda simitlerini bölüşenler, koyu muhabbetlere dalanlar, manzarada kaybolanlar, ana babalarının eline sıkıca yapışanlar, bir köşede yoksul türküsünü yakanlar, mercekle büyütülmüş birer ilgi unsuruna dönüşür. İstanbul hengâmesinde kaybolan pek çok kare, bu sahnede bulunup yeniden varlık kazanır. Bu esnada Lia ve Achi vapurun alt katında İstanbul’la tanışadursun, üst kata geçiş yapan objektifle beraber yönetmen de bizleri Evrim’in etrafında şekillenen başka bir öyküyle tanıştırır. Bu sinematik nüans, bir trans, yani geçiş ânı olmakla kalmayıp farklı yaşam öykülerinin birbirine nasıl iç içe geçerek örüldüğünü gösterir. Böylelikle Evrim’in dünyasına kapı aralayarak trans bireylerin sokaklarına geçiş yapan yolculuk, yabancılaşmanın mekânsal boyutundan sosyal ve beşerî boyutuna aktarılır.
Burada yabancılaş(tırıl)ma ve ötekileş(tiril)me tutumlarının, Deniz Dumanlı’nın takdire şayan oyunculuğu sayesinde didaktik olma tehlikesini bertaraf ederek sezdiren ve hissettiren bir dokuyu yakalamış olduğuna değinmeden geçmeyelim. Bulunduğu her ortamda haksızlığa, aşağılanmaya, incitilmeye uğramış olursa olsun Evrim ne yelkenleri indirip sulugözlük yapar ne de yürekten inandığı davasında geri adım atar. Onu her hareketiyle dışlayan, yeri gelince onunla göz göze gelmekten bile imtina eden bir dünyaya rağmen saygılı tebessümünden, ölçülü davranışlarından, insanlık çizgisinden asla taviz vermez. Resmiyette kadın olduğuna dair doktor onayını almak için hastanede beklediği sırada bir form doldurması istenir Evrim’den. Fakat bu esnada genç kadının bir anda yanı başında beliren kediye kendini kaptırması, işini gücünü bırakıp tüm benliğiyle onu anne şefkatine boğması, ötekileştirilen bireyin herkesten çok insaniyet gösterdiği, dikkate değer bir sahnedir örneğin. Bu sahnenin hemen ardından doktorun odasına çağrılır; ne forma isteksizce -hatta iğrenircesine- imza atan doktor bakar yüzüne ne de ayıplama kamçısını yüzündeki ifadeyle vuran hemşire. Gözlerin sükûneti ve hitabı, buna karşılık Evrim’in umut ve hoşgörü dolu bakışları, insaniyetin tanımını yeterince açık bir şekilde ortaya koyar. Bir başka sahnede ise Evrim’e, daha önce kimsenin cesaret etmediği şekilde gönlünü açan taksiciyle ilk karşılaşmaları sırasında aralarında geçen konuşma da insanlığa dair umudu filizlendiren türdedir:
-Araç lazım mı?
-Hayır.
-Gideceğin yere bırakayım.
-Orospu değilim ben.
-Öylesin demedim zaten.
-Transım.
-Sorduk mu? (Tebessüm ederler)
Taksici, Evrim’in tenine değil, kalbine dokunmuştur bu kısacık konuşmada. Ardından da aralarında başlayan duygusal ilişkide ona ne kadar kıymet verdiğini, her hareketinde onu önceleyerek samimiyetle hissettirir.
Yolun Sonu Bulmak mı, Bulunmamak mı?
Evrim’in öyküsünde umut, başını kâh gösterip kâh kaybolan bir ışık oladursun, Lia ve Achi’nin arayışı farklı dallara ayrılmaya başlar. Yeğeni Tekla’nın izini bir türlü bulamayan Lia, karşılaştığı her yabancı insanla beraber hoşgörüyü bulur. Seneler evvel Tekla’nın, ülkesini terk ederek başka topraklara sığınmasının nedenini kendinde, toplumunda, katılaşmış yüreğinde ve fikirlerinde arar. Sonunda da suçu büyük bir yüreklilikle üstlenir ve gıyabında Tekla’ya seslenerek ondan af diler. Filmin sonunda geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin birbirine geçtiği bu sahnede esas arayışın, artık Tekla’nın somut varlığından ziyade bu affedilme arzusu olduğu görülür. Yolculuğun amacı, yolda değişmiştir. Ancak bu değişimden etkilenen yalnız Lia değildir. Geri dönme vaktinin geldiğini söyleyen Lia’ya karşın Achi, İstanbul’da kendine yeni bir yaşam kurmaya karar verir. Onun deneyimlediği geçiş; bir tür olgunlaşma, erginlik, rüştü ispat niteliğindedir: Kendini değersiz hissettiği Gürcistan yaşantısından ‘bir kimse’ olarak kabul göreceğine inandığı İstanbul’a geçmiştir.
İstanbul hem bir kayıplar şehri hem de tesadüfler ve kavuşmalar… İnsan en kıymetlilerini de yitirebiliyor deniz kokulu sokaklarda, ummadığını da bulabiliyor kaldırım taşlarında. Nitekim İstanbul’daki ömrünü doldurduğunu düşünen Lia, geri dönüş için vapura giderken yaşadığı ilginç deneyim, sinematografik açıdan da filme değer katmıştır. Burada sahneyi ayrıntılandırıp gizemin büyüsünü bozmamak için cümlelerimizi virgüllerle kapatıyoruz; fakat bulmamak üzere yola çıkan her arayışın geçiş noktası olan bu kente dair en güzel tariflerden birini, Achi’nin annesinin de bir zamanlar burada yitip gittiğini duyunca söyleyiveren Lia’nın sesinden taşıyarak her daim kendine fısıldamalı insan:
-Öyle görünüyor ki İstanbul insanların kaybolmaya geldiği bir yer.
Öyleyse bulmak için değil, aramak ve kaybolmak için yola çıkmalı. Neyi bulacağını ummadan, bir umuda tesadüf etmeli insan.
Her yolculukla beraber değişimi, devingenliği, dönüşümü, farklılığı kucaklayarak hoş görmeyi ilke edinen, yabancılaştırmayı ve ötekileştirmeyi ise dimağından silebilen herkes için bir davet, Geçiş (Crossing).