35. Uluslararası Ankara Film Festivali, bu yıl ne yazık ki festivale uzun yıllardır emek veren festival başkanı İnci Demirkol’un aramızdan ayrılış haberi ile başladı. Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi’nde yapılan törenle başlayan festival, bu açılış töreninde İnci Demirkol’u da andı. Bu acı kaybın gölgesinde başlayan ve önceki yıllara göre biraz buruk geçen festivalin ulusal yarışmasında birbirinden değerli on finalist filmin ekip katılımlı gösterimleri gerçekleştirildi. Cuma akşamı yapılacak kapanış töreniyle ödüllerin dağıtılacağı festivali sizler için yerinde takip edip Naim Güç’ün yönettiği Mukadderat filmi hariç ulusal yarışmadaki tüm filmleri izleyip izlenimlerimizi kaleme aldık. Keyifli okumalar…
Gülizar (Yön. Belkıs Bayrak, 2024)
Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde gerçekleştiren, Belkıs Bayrak’ın ilk uzun metrajı Gülizar; odağına güçlü bir kadın karakter oturtmasıyla ön plana çıkıyor. Özellikle kontrolcü annesi dolayısıyla ailesiyle birlikte yaşadığı evden kendi düzenini kuracağı bir başka eve gitmeye bir diğer deyimle evlenmeye razı olmuş olan Gülizar, tek başına ayakları üzerinde duran birçok kadından çok daha güçlü bir karaktere sahip. Her ne kadar kurtuluşu bir erkekte, geleneksel kodların baş aktörlerinden biri olan evlilikte arasa da ne istediğini ve yaşadıkları karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğini bilen biridir.
Evlilik hazırlıklarını yapması için ailesinden önce Kosova’ya yolculuk yapmak zorunda olan Gülizar’ın yaşadığı talihsiz olay, her şeyin üzerine adeta bir karabasan gibi kapanıyor. Toplumda çok mutlu olunarak, güle eğlene yapıldığı farz edilen düğün hazırlıkları ile Gülizar’ın travmasıyla başa çıkmaya çalışması birbirlerini aynalıyor. Gülizar, bu süreç boyunca evleneceği adamın saklı yanlarına, kendi ailesinden farklı olduğuna inandığı için özel bir yere koyduğu ailenin utanç verici sırlarına, nereye giderse gitsin asla değişmeyen eril tahakkümün pervasızlığına tanık oluyor.
Evlilik arifesindeki bir kadının bir yandan yaşadığı travmayla başa çıkması bir yandan da yabancı bir ülkede yaşadığı sıkışmışlığı bir arada sorunsuz bir şekilde aktaran Gülizar, karakterin kurban olmaması için elinden geleni yapıyor. Lakin filmin finaliyle ilgili soru işaretlerim de yok değil.
Fidan (Ayçıl Yeltan, 2024)
Prömiyerini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan Fidan, Ayçıl Yeltan’ın ilk uzun metrajı. Kardeşi Görkem Yeltan gibi oyunculuktan yönetmenliğe geçiş yapan Ayçıl Yeltan, küçük yaşta büyümek zorunda kalan Fidan isimli karakteri odağına alıyor. Kanser hastası olan ve kısa süre sonra kaybedilen annenin ardından babanın da büyük bir depresyona girmesi sonucunda Fidan ve küçük kardeşi büyük bir yalnızlığa gömülürler. Babaanne ve yengenin varlığıyla ayakta duran Fidan ve kardeşi, acılarını da yokluklarını da fazlasıyla netameli karşılamaktadır. Enteresan biçimde iki kardeş de fazlasıyla suskundur. Hatta ve hatta Fidan, filmin sonlarına kadar tek bir kelime bile etmez.
Örneğini daha önce ülke sinemasında da dünya sinemasında da çokça gördüğümüz coming of age filmi olmaya aday ama asla olamayan bir film Fidan. Zira öncelikle son zamanlarda sıkça örneğini gördüğümüz genç kadın veya kız çocuk karakterlerinin sesinin kesilmesinin sebebini gerçekten anlamakta zorluk yaşıyorum. Neden bu çocuklar seslerini var güçleriyle çıkaramıyor, çığlık atmıyor, ağız dolusu kahkahalar atarak kulaklarımızı çınlatmıyorlar. Sesi kesilmiş bir kız çocuğu, yine neredeyse hiç sesini duymadığımız hasta ve sonrasında ölen anne, kendine acıyarak kaybolan bir baba, yüksek perdeden her acıklı sahnede ortaya çıkan müzikler, gerçekle asla uzaktan yakından alakası olmayan okul ortamı, idealize edilmiş bir öğretmen ve daha nicesi…
Böylesine aşırı dramaturji uygulayarak elbette ana akım seyircinin karakterlerle özdeşlik kurup katarsis yaşamasını sağlamak kaçınılmazdır. Ama seyirciyi koltuğunda gözyaşlarına boğmak, bir filmin başarısını göstermez. Muhteşem görüntülerin eşlik ettiği, klasik müziğin sık sık sahnelere zorla eşlik ettirildiği, güzel suratlı sessiz bir kız çocuğunun perdede kutsandığı bu film ile ilgili tartışılması gereken çok nokta var. Belki de salondaki seyirciyi yakalamak için var olan tüm tuşlara basmaktansa özgün olanı denemek gerektir.
Döngü (Yön. Erkan Tahhuşoğlu, 2024)
Prömiyerini 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapan Döngü, Erkan Tahhuşoğlu’nun Eşik (2016) ve Koridor (2021) isimli filmlerinin ardından üçüncü uzun metrajı. Katıldığı festivallerden çeşitli ödüller kazanan ve seyirci nezdinde de oldukça sevilen Döngü, yetmiş beş yaşındaki Ayten, Ayten’in ev işlerini üstlenen Sevim ve bakımından sorumlu Lena isimli Kosovalı bakıcının etrafında gelişen olayları anlatıyor. Sevim, yıllardır Ayten Hanım’a çalıştığı için eve gayet hâkimdir. Lena ise işe yeni başlamıştır ve en önemlisi yabancıdır. Bir gün Lena’nın evde kaza geçirmesi sonucu kurulu düzen çatırdamaya, işler sarpa sarmaya başlar.
Lena’nın sigortasız çalışması, Sevim’in boş kaleyi başkasına bırakmak istememesi, Ayten ve iş insanı oğlunun tüm bu işlerden nasıl daha az zararla kurtuluruz hesapları… Tahhuşoğlu, ülkemizde ne yazık ki gerçekçi bir şekilde yapılamayan, nedense ısrarla karikatürize edilen sınıf meselesine gerçekçi bir perspektiften bakmayı deniyor. Bu nedenle de bugüne kadarki olumsuz örneklerinde olduğundan çok farklı bir yol izliyor. Üst orta sınıfı saf kötü, alt sınıfı da katıksız iyi olarak yansıtmıyor perdeye. Filmin başarısındaki en önemli etkenlerden biri de bu oluyor.
Döngü, karakterlerin yaptıkları hesapların tutmadığı, sarpa saran işlerin bir girdaba dönüştüğü bir hikâye ortaya koyuyor. Perdede alt sınıftı temsilen iyi rolünü üstlenmiş görünen Sevim karakterinin, hikâyenin ilerlemesiyle hırslarına teslim olması, burjuva karakterin alışılagelen canavar rolüne bürünmemesi, Lena’nın hatalarıyla kendini var etmesi; filmin hep gri alanda kalmasını sağlıyor. Karakterlerin, iyi ve kötü yanlarıyla seyirci karşısına çıkmasının yanında tüm yaşananlar sonucunda gerçekleşen makul dönüşüm, oldukça ikna edici. Döngü, siyah ile beyazın kolaycılığıyla değil grinin zorluğuyla kendini var eden, yılın en iddialı işlerinden biri oluyor.
Köpekle Kurt Arasında (Yön. Murat Düzgünoğlu, 2024)
Hayatın Tuzu (2009), Neden Tarkovski Olamıyorum (2014), Halef (2018) filmleriyle tanınan Murat Düzgünoğlu’nun dünya prömiyerini Moskova Film Festivali’nde, Türkiye prömiyerini ise Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan son filmi Köpekle Kurt Arasında; genç yaşta hayata tutunamamış ve varoluş sancıları yaşayan Orhan’ı odağına alıyor. Küçük yaşta annesini kaybeden, babasından da hayatı boyunca bir destek görmediğini düşünen, başarısızlığının tek nedeninin babası olduğuna inanan Orhan; “Benden bir b.k olmaz!” şiarını kendine biçer ve her adımda bu şiarın arkasına yaslanır. En önemlisi Orhan, bir işe sadık kalamadığı gibi bir sevgiliye, arkadaşa da sadık kalamaz.
Köpekle kurt aslında aynı aileden gelir. Öncesinde sadece kurt vardır. Fakat insan denilen varlık kurtların bir kısmını evcilleştirerek av sırasında kullanmışlardır. Bu nedenle de evcilleştirilen kurtlar; insanlarla olan çatışmalardan kaçınıp insanlara daha sadık, onlarla daha uyumlu bir ilişki geliştirmektedirler. Orhan da her ne kadar zaman zaman köpek olmaya dair hamleler yapsa da kendini çoğunlukla bir kurt olmaktan alıkoyamaz. İnsanlarla çatışıp öfkesini kontrol edemediği, insanlarla uyumlu bir ilişki geliştiremediği görülür. Karakterin davranış biçimiyle filmin ismi oldukça uyumludur. Orhan’a hayat veren Mücahit Koçak, çok başarılı, Bitlis’te çekilen rüya sahneleri adeta bir görsel şölendir. Lakin ülke sinemamızın uzun yıllardır erkek yönetmenler tarafından kullandığı bazı genel geçer kodlardan sıyrılması gerektiğini düşünüyorum. Kaybeden erkek karakter, varoluş sancıları, Dostoyevski göndermeleri, Ceylan ve Demirkubuz filmlerini akla getiren diyalog sahneleri, mum ışığı, karanlık rüya sahneleri, baba-oğul çatışması ve daha nicesi…
Başarılı bir yönetmen olduğunu ve farklı işler yapmaya çalıştığını bildiğim Düzgünoğlu’nun son filminin her ne kadar sinemasal açıdan oldukça başarılı olduğunu kabul etsem de senaryo ve diyaloglar anlamında aynı şeyi söyleyebilmem mümkün değil.
Büyük Kuşatma (Yön. Sinan Kesova, 2024)
Prömiyerini yaptığı İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülünü kazanan Büyük Kuşatma, deneyimli oyuncu Alp Öyken’in hayat verdiği Macit karakterinin geçmişe bakıp pişmanlık duyduğu ve bu pişmanlıkları telafi etmeye çalıştığı bir dönemi odağına alır. Kökleri saraya dayanan ünlü akademisyen Berna Tuna’nın ölümüyle başlayan film, eşi Macit’in anlam verilemeyen davranışlarıyla devam eder. Zira eşini çok sevdiği bilinen Macit’in adeta karısından ve oğlundan nefret ediyormuş gibi davranması, karısının tüm eşyalarını evden uzaklaştırmaya çalışması ilginçtir. Macit’in ilk eşinden olan kızının gelmesi ve onunla bolca vakit geçirmesiyle taşlar yerine oturur.
Kesova, ülke sinemamızın en çok görmezden gelindiği bir alana kapı aralıyor. Burjuvazinin yaşamının perdeye yansıtılması, seyirci nezdinde pek karşılık bulamayacağı düşünülerek tercih edilmemiştir. Taşra hikâyeleri her zaman daha garanti bir tercih olarak görülmektedir. Bu anlamda öncelikle Kesova’nın bu riskli alana korkusuzca yaklaşması oldukça değerlidir. Üstelik Kesova, ilk yönetmenliğinde daha önce çoğunlukla zorluğundan dolayı pas geçilen bir alanda anlattığı hikâyeyi gayet iyi kotarıyor. Yakın markaja aldığı burjuva sınıfını ne aşırı ciddiye alıyor ne de absürd bir şekilde karikatürize ediyor. İşte tam olarak filmdeki bu denge, seyircinin ilgisini yakalamayı başarıyor.
Babalık, güçlü kadın, cumhuriyet kadını, ebeveyn çocuk ilişkisi gibi birçok mevzuyu kendini çok ciddiye almadan aktaran filmin yaptığı en önemli şeylerden bir diğeri ise filmdeki güçlü kadınlardır. En başta ölen Berna Tuna, Tuna’nın öğrencisi Feyza ve Macit’in kızı İpek… Tüm bu kadınlar, oldukça güçlü, ne istediğini bilen, tuttuğunu koparan, herhangi bir erkeğin desteğine ihtiyaç duymayan karakterdedirler. Tüm bu kadınlarla çevrili Macit’in ise fazlasıyla kırılgan ve güçsüz olması, filmin değindiği en önemli detaylardan biridir. Büyük Kuşatma öylesine tatmin edici bir film oldu ki Kesova’nın bir sonraki filmini iple çekiyor olacağım.
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri (Yön. Murat Fıratoğlu, 2024)
Dünya prömiyerini 81. Venedik Film Festivali’nde gerçekleştiren Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, festivalin Orizzonti bölümünde Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olmuştu. Bu başarının ardından Türkiye prömiyerini 31. Uluslararası Adana Altın Koza film Festivali’nde gerçekleştirmiş ve En İyi Film ödülünün sahibi olmuştu. Seyirci nezdinde de büyük ilgi gören film, bu kez 35. Uluslararası Ankara Film Festivali’nde seyircisiyle buluştu. Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, sinemamızın kendini aşırı ciddiye alan filmlerinin yanında yer yer absürd, yer yer kara mizaha yer veren, yer yer de belgeselvari yanıyla adeta ülke sinemamıza can suyu olan bir film oldu.
Eyüp, aslında başka bir işi olmasına rağmen yaşadığı aksiliklerden dolayı mevsimlik işçi olarak çalışmak zorunda kalır. Çalıştığı yerdeki usta başı ile ücreti geç ödendiği için tartışır. Ve oldukça ani alınan bir intikam planı ile yola düşer. Aslında bu kadar kısa bir şekilde anlatılacak olan filmin hikâyesi, yola düşülmeden önce ve yola düşüldükten sonra olmak üzere iki bölüm hâlinde değerlendirilebilir. Filmin ilk yarım saati kelimenin tam anlamıyla bir belgesel gibi ilerliyor. Kuru domates üretimi yapan mevsimlik işçilerin yaptıkları işleri tüm detaylarıyla izlerken bir yandan da Eyüp karakteri vesilesiyle işçilerin ücretlerini zamanında alamamalarını, aslında usta başının da bu sebeplerle çok dertli olduğunu öğreniriz. Bu can sıkıcı mevzuların yanında kırmızı domates ile yere serilen beyaz örtülerin birbiriyle yakaladığı kontrasın kavurucu sıcak ile birleştiği anlar, hem sinemanın hem de tüm görsel sanatların görüntüyle yakaladığı muhteşem gücünün bir göstergesidir. Filmin bu ilk bölümü değme işçi belgesellerine de değme görsel sanat anlarına da meydan okuyacak kalibrededir. Lakin filmin, seyircinin aklını başından alan kısmı daha yeni başlayacaktır.
Eyüp’ün yola düştükten sonraki anları ise bir yol filmine evrilir. Lakin bu yol filmi, Eyüp’ün yolda karşılaştığı insanlarla, yaşadığı enteresan olaylarla sakinleşip durulmasını sağladığı bir kendini bulma hâline dönüşür. Bizzat kendisinin Eyüp karakterine hayat verdiği yönetmen, karakteri güneşin kavurucu sıcağından akşam üstü güneşin batımına kadar koşturur. Kimi zaman yürüyerek, kimi zaman da arabaya veya motora binerek… Fakat Eyüp, her ne kadar önüne çıkan tüm zorlukları aşıp hedefe ulaşmaya çalışsa da Siirt sokaklarında karşılaştığı insanlar onu yavaşlatır ve ona olumlu anlamda dokunarak duraklatırlar.
Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri; işçi sınıfı, tarım işçilerinin yaşadığı zorluklar gibi oldukça toplumsal konularla birlikte insanın gizil hırsları, bireyin kendi iç çatışması, bireyin içinde bir arada tuttuğu iyi ve kötünün çatışması gibi oldukça bireysel mevzularla da seyirciyi hemhal ediyor. Seyircinin tüm bu meselelere kafa yormasına da vesile olacak, başlama ve bitiş sahneleriyle seyircinin yüzünde defalarca yakaladığı tebessümü perçimleyecek bir destan gibi olan bu film, sadece yılın değil son yılların en iyi yapımlarından biridir.
Gecenin Kıyısı (Yön. Türker Süer, 2024)
Türkiye gibi her döneminde siyasi çalkantıların, darbelerin olduğu ülkelerde siyasi bir alt metne sahip film çekmek zordur. Zaten ülkemizde yapılan bu minvalde çoğu film de bu konuda bir başarısızlık örneğidir. Lakin alegori konusunda yerli sinemada hevesle anılabilecek filmlere sahip olduğumuzu söylemek kısmen mümkündür. Türker Süer de Almanya’da yaşayan ama Türkiye doğumlu biri olarak Yeni Türkiye kodlarını çok iyi okumakla kalmayıp bunu oldukça sarsıcı bir alegori olarak perdeye aktarmayı başarıyor. 28 Şubat, Balyoz, Ergenekon ve nihayetinde 15 Temmuz… Fakat Süer, yakın dönem Türkiye tarihindeki bu dönüm noktalarını ve sonunda ülkeyi aşılamaz bir kutuplaşmanın içine süren atmosferi anlatmak için ordu mensubu olan bir aileyi seçiyor.
Kutuplaşmayı, sahte belgelerle kumpas kurmayı, işi bitince gözünü bile kırpmadan harcamayı; babadan oğullara miras kalan askerlik mesleği ve o mesleğin içinde diplere savrulmuş baba-oğul-oğul üzerinden işleyen filmin en büyük başarısı da tam olarak bu noktada kendini belli ediyor. Gecenin Kıyısı, bu ülkede yaşayan ve ülkenin siyasi atmosferine sahip olan bireyler için ilmek ilmek dokunmuş alt metniyle birçok yarayı kanırtırken; duruma hâkim olmayan yabancı izleyici için ise oldukça güçlü bir çatışmaya sahip bir aile draması olarak da okunmaya müsait. Bu da filmin evrensel bir noktada durmasını sağlıyor.
Gecenin Kıyısı her ne kadar gerçek yaşanmışlıklardan yola çıkılarak çekilen bir film olsa da Süer’in ifadesiyle; tüm yaşananları aynen aktarmak gibi bir çabaya girmezken bir yandan da 15 Temmuz gecesi herkesin cep telefonları ile kayda aldıkları belge görüntüleri filmde kullanıyor. Muhteşem bir görüntü yönetimiyle çekilmiş sahnelerin arasına serpiştirilen bu görüntüler ve filmin en büyük başarısı olarak sayılabilecek ses tasarımı; seyircinin dikkatini pür dikkat perdeye odaklamayı başarıyor.
Hakkı (Hikmet Kerem Özcan, 2024)
Dünya prömiyerini Yunanistan’da 13. Aegean Film Festivali’nde, Türkiye prömiyerini ise 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleştiren Hakkı, insanın bilinçaltında muhafaza ettiği lakin toplum tarafından hoş karşılanmayacağını bildiği için açığa çıkarmaktan imtina ettiği gizil yanlarını sorgulamaktadır. Yaşadığı Ege kasabasında turistlere rehberlik yaparak ve bölgedeki tarihi eserlerin biblolarını satarak ailesini geçindirmeye çalışan, ailesine bağlı, çocuklarını okutmak için canla başla çalışan, oldukça “saf” ve kendi halinde biridir. Lakin ilk uzun metrajında oldukça başarılı bir iş ortaya koyan Özcan, başkarakteri ile ilgili alternatif bilgileri de metne itinayla yerleştirir. Hakkı, kayınbiraderini gizliden kıskanan, çocuklarına kendini ispat etmeye takıntılı, sürekli kendisiyle ve iç huzuruyla mücadele içinde olan biridir aynı zamanda. Elinden geldiğince personası sayesinde bu gizil yanlarını açığa çıkarmasa da tam olarak başarılı olamaz. Ne zaman ki tesadüfî bir şekilde evinin bahçesinde kazdığı çukurda bir tarihi eser bulur işte o vakit işler sarpa sarar. Hakkı ile yıllarca bir arada yaşadığı personasının yolları ayrılır.
Hakkı, zamanla kazdığı çukur ile birlikte kendisini de dibe çeker. Bir süre sonra evinin temeli ile birlikte bilinçaltının belki de o güne kadar hiç uğramadığı dehlizlerine girer. Fakat bu dehlizler bir bataklıktan farksızdır. Hakkı’nın bilinçaltında karşılaştığı egoları öylesine büyük ve öylesine sarsılmazdır ki… Film, toprağı kazmak ile ilgili kısımlarından itibaren sürekli aklıma Yılmaz Güney’in bana kalırsa en başarılı işlerinden biri olan Umut (1970) filmini getirdi. Cabbar da kendisi ile birlikte ailesini de sonu olmayan bir çıkmaza sürüklüyordu. Lakin Cabbar’ın çevresinde onun dibe batışını destekleyen, Cabbar çıkmaya çalıştıkça onu tekrar çukura iten fırsatçılar vardı ve Cabbar bunları başından defedemiyordu. Lakin Hakkı, kendine ve çevresine yapacağı tüm kötülüğü tek başına yapacak kadar karanlık bir tarafa sahiptir.
Oldukça güçlü çizilmiş olan başkarakteriyle öne çıkan Hakkı, bu yılın güçlü filmlerinden biri olarak festival yolculuğuna devam ediyor.
Ölü Mevsim (Yön. Doğuş Algün, 2024)
Doğuş Algün’ün ilk uzun metrajlı kurmaca filmi Ölü Mevsim, prömiyerini 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Yarışma kapsamında gerçekleştirmişti. Yarışmadan ödüller alarak güçlü bir şekilde festival yolculuğuna devam eden film, içinde barındırdığı birçok toplumsal meseleyi “aile” kavramı üzerinden tartışmaya açıyor. Aile, TDK’da “Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik” olarak geçmektedir. Peki, ama anne ve çocuktan veya baba ve çocuktan, eşler ve eşlerin birinin kardeşinden, sadece eşlerden oluşan yapılar aile değil midir?
Film, üç kız kardeşin hikâyesi üzerinden tam olarak bu soruları soruyor aslında. Kız kardeşlerden biri evlenip kendine daha ayrı bir hayat seçerken diğer evlenen kız kardeş ufak olanı yanına almış. Bu üç kardeş, genetik olarak taşıdığı hastalık nedeniyle çocuk sahibi olamıyorlar. Ve özellikle bizimki gibi geleneksel toplumda sürekli bu durum üzerinden mahalle baskısı yaşıyorlar. Üstüne bir de evli olduğu halde kız kardeşi ile birlikte yaşamayı seçen Nimet ve ablasının evinde yaşadığı için Öznur’un yaşadığı baskı perdede daha görünür oluyor.
Akraba olarak güvenilen bireylerin mi yoksa dışlanan, ötekileştirilen göçmenlerin mi daha güvenilir olduğu, ailenin özgürleştirici mi yoksa kısıtlayıcı bir kurum olup olmadığı, ailenin çocuk ile mi var olduğu, sorunlara akılcı çözümlerle mi yoksa hurafelerle mi çözüm bulunması gerektiği ve daha nicesi gibi her biri birbirinden güçlü soruları seyircinin kucağına bırakan Ölü Mevsim, sarsıcı anlarıyla ön plana çıkıyor.