Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, bu yıl yirmi beşinci kez seyircileriyle buluşuyor. 11 Kasım’da başlayan festival, bir hafta boyunca ulusal, uluslararası, panorama, belgesel, animasyon, Fil’m Hafızası seçkisi ve daha birçok özel seçkiyle perdede olacak. Bizler de Fil’m Hafızası ekibi olarak her yıl olduğu gibi festival partneri olarak filmleri yerinde izleyip sizler için değerlendiriyor olacağız. İlk olarak festivalin Panorama bölümünde izlediğimiz filmlerden bazılarıyla ilgili izlenimlerimizi sizlerle paylaşmıştık. Festivalin ikinci günlüğünde ise uluslararası filmlerin seçkisinden seçtiğimiz filmlerle ilgili izlenimlerimizi sizler için kaleme aldık. Keyifli okumalar…
Besleyen El (Yön. Helen Hideko)
Annelik olgusu insanlık tarihinin en ikilem yaratan yaklaşımlarından biridir. Besleyici, verici, koruyucu, kollayıcı en yegâne varlık annedir. Paganizm inançlarının ardılı tüm inançlarda, kültlerde, felsefi düşüncelerde annelik kutsal ve ölümcül olarak kabul görür. Bakire Meryem’den günümüze en değişmeyen inanış anne varlığının yadsınamaz iyimserliği ve biricikliğidir. Ancak anne her zaman güvenilir olmak zorunda değildir. Öyle ki hayat veren anne ölümü de getirir. Bebeğin tüm alanını kapsayan anne uzamı sonraki dönemlerde ensesti, kastrasyon korkusunu ve kaousu besler. İyi annenin maternal bedeni kötü anneye dönüşür. Besleyen el bireyi kanatan, yok oluşa sürükleyen bir düşman olarak özneyi rahatsız eder; onu boğazlayan, boğan bir ele evrilir. Birey var olabilmek için anneyi dışlamayı öğrenmek zorunda kalır. Helen Hideko’nun Besleyen El filmi anneliğe yüklenen bütün kutsiyetlere eleştirel bir yerden yaklaşmayı tercih eder. Filmin çatısı anne ocağına sığınan genç bir kadının oğulu ile verdiği yaşam mücadelesine odaklanır.
Irina eşinden ayrıldıktan sonra kayınvalidesinin evine yerleşir. Yaşlı ve kibar Trudi ise eski gelini ve torunu ile yaşayacak olmaktan mutludur. Trudi’nin gereğinden fazla merhamet göstermesi Irina’yı tedirgin etmeye başlar. Oğluna karşı otoritesini eski kayınvalidesine kaptırmıştır. Bir yandan barınma öte yandan işsizlik sıkıntısı Irina’yı içinden çıkılmaz bir girdapa sürüklemektedir. Trudi’nin tedirgin edici iyimserliği, ev kuralları, kendine ait düzeni modern bir hapishaneye dönüşmektedir. Bu gizemli evden tek kurtuluş akıl sağlığını korumak ve oyunu kuralına göre oynamaktır. Ancak Irina’nın tek bir yapmacık gülümsemeye bile tahammülü kalmamıştır. Çoğu zaman iyi görünen şeylerin aslında bizim için bir felaket olduğunu ince ince hissettiren film, bana kalırsa insanlar hakkındaki fikir ve görüşlerimizi yeniden düşünmemizi sağlamak için önemli bir bakış kazandırmaktadır. Sevilen insana duyulan güven, tehlikeyi görmemizi engeller. Ancak asıl tehlike birini kendini kaybedercesine sevip, onun tahakkümü altına girmektir. İki kadının birbirlerine karşı verdiği bu iktidar mücadelesi sürekli değişen dinamikleriyle gerilimi yüksekte tutan bir seyir deneyimi sunmaktadır.
Arkadaşın Evi Yok (Yön. Abbas Taheri)
İran’ın siyasi konjonktürü belki de kadın direnişinin örgütlenmesindeki en önemli yaptırımlardan biridir. Her türlü kısıtlamaya, hak ihlaline, ayrımcılığa rağmen kadınların mücadelesi, birliği, kız kardeşliği, zen zendegi azadi söylevi orta doğu coğrafyasının umuda dair oluşturulmuş başat sloganlarının başında gelmektedir. Dünya sinemasında rüştünü ispatlayan İran sineması, adını altın harflerle yazdırmaya ve ülke sorunlarına dikkat çekmeye devam eder. Arkadaşın Evi Yok, İran’da hiç kimsenin sığınağının olmamasına ışık tutan oldukça hassas dengede ilerleyen bir film olarak dikkat çekmektedir. Kadının öneminin, değerinin olmadığı gibi başını sokabileceği bir evinin, güvenli alanının da olmadığını dile getirir. Yönetmen Abbas Taheri ülkede genç olmanın özellikle lise çağında iki genç kadın olmanın zorluklarını ev metaforunu kendileri üzerinden kuran Sarah ve Mehri’ye odaklanır. Okulda alkol kullandıkları için ceza alan iki arkadaş suçu üstlenmek için birbiriyle yarışır. Ancak Mehri’nin babası polis kimliğiyle kızına baskı yapmaya başladığında güven ve sevgi üzerine kurulu olan bu ilişki çatırdamaya başlar. Artık Sarah’ın sığınacağı bir limanı yoktur.
Filmin siyasi ve eleştirel tonu ülkede film yaptığı için ceza alan, yıllarca haksız yere hapis yatan birçok yönetmenin görünürlüğünü desteklemek amacıyla oluşturulmuş diyebiliriz. Sarah’ın cezaevinden tahliye olan babası çektiği filmlerden dolayı siyasi bir suçlu olarak anılmaktadır. Yeni filmine hazırlandığı için her an tekrar ceza alma ihtimali oldukça yüksektir. Üstelik bir de Sarah’ın okulda alkol alması babasının siyasi konumu açısından işleri iyice zorlaştırmaktadır. Sarah babası için Mehri üzerinden tehdit edilir. Bir anlık özgürlüğün cezasını çok ağır öder. Oysa yaşıtlarının her gün, her saat yaptığı en basit eylem İranlı gençler için ölümle eş değer bir cezalandırmaya tâbi tutulur. İnsan yaşamına yönelik her türlü müdahale ve kısıtlama bireye yapılan en büyük haksızlıktır. Yönetimden eğitime, baştan sona sınıfta kalan bir yapılanmanın kritiğini çıkaran Abbas Taheri, derdini pankartlaştırmadan olabildiğince kibar bir üslupla dile getirir. Gerçeği bilenlerin başkasının gözlerine ihtiyacı yoktur.
Kabuk (Yön. Jens Kevin Georg, 2023)
İnsan karakteri genetik faktörlerle veya kan bağıyla mı oluşur, yoksa çevresel faktörler mi daha etkilidir veya herkes olmasa da bazı bireylerin çirkin ördek yavrusu olması gibi bir durum söz konusu olabilir mi? Tüm bu sorular, uzun yıllardır tartışılan ama tam olarak kesin bir sonuca ulaşılamayan mevzulardır. Kabuk da dede, baba, kız çocuk ve erkek çocuktan oluşan ve biraz da çizgi dışında yaşayan bir aileyi odağına alıyor. Lakin gel gör ki bu kendi geleneksel değerlerini yaratmış olan ailenin bir çirkin ördek yavrusu vardır. Aile, kendini güçlü kılmak için atalardan-dedelerden bu yana yara alarak var olur. Vücuttaki her yara bireyi güçlendirir. Bir bireyin ne kadar yarası varsa o kadar güçlüdür. Bilgelik de güç de lider olma vasfı da yaraların sayısı ile ölçülmektedir. Bir kız veya erkek çocuğunun büyümesi ilk yarasını almasıyla gerçekleşir. Böylece geleneksel toplumlardaki sünnet olma, regl olma vs gibi süreçlerin tersine yara sahibi olmaktır tek bariyer. Fakat ailenin erkek çocuğu olan on iki yaşındaki Fabi, fazlasıyla realist, bilime, sağlığa inanan, korunmacı, hırçın hareketlerle değil sakince konuşarak kendini var eden yani kelimenin tam anlamıyla mensup olduğu aileye taban tabana zıt bir yapıdadır. Fakat tüm bu zıtlığa rağmen Fabi de oldukça muhafazakâr olan dede ve baba da birbirlerinden vazgeçmek istemez.
Aslında Georg belki de otobiyografik öğelerle yarattığı senaryoda tüm bireylerin, aileyle yaşadığı uyumsuzluklardan besleniyor. Zira belli bir yaşa geldikten sonra neredeyse tüm bireyler ailesi ile arasında hiçbir bağının olmadığını, ayrı dünyaların insanı olduklarını hatta ve hatta bazı davranışları nedeniyle onlardan utandığını hisseder. Bu süreç bazen tüm ömür boyu bazen de yetişkin olana kadar devam eder. Fakat çoğunlukla tüm farklılıklara, çatışmalara rağmen aile bağları kolay kolay kopmaz. Zira arada bir aşk ve nefret ilişkisi vardır. Kabuk, yarattığı mikro aile üzerinden tam olarak bu noktaya parmak basarken hiçbir zaman geleneksel aile yapısını da kutsamayarak nitelikli bir işe imza atıyor.
Yeşil Gözler (Yön. Sacha Teboul, 2024)
Ölüm, yaratmak, hafıza, hatıra, yalnızlık, aşk, bakmak ile görmek arasındaki ince ayrım ve daha nicesi… Yönetmen Sacha Teboul, tüm bu soruları seyirciye sorgulatacak oldukça zor ve sarsıcı bir filme imza atıyor. Leos Carax’ın vazgeçilmez oyuncusu, sadece oyunculukla değil aynı zamanda beden performanslarıyla da ön plana çıkan Denis Lavant’ın başkaraktere hayat verdiği film, en başta bu usta yetenekle ön plana çıkıyor. Lakin filmin usta bir oyunculuktan çok daha fazlasına sahip olduğunu söylemek gerek.
Lavant’ın varlığı, özgün senaryosu, biçimsel tercihleri, mekân kullanımı gibi bir filme dair akla gelebilecek her türlü detayı ustalıkla ortaya koyan film, bir yandan da Frankenstein yorumu gibi. Tabii Frankenstein ile olan bağı sadece yaratım kısmıyla ilgili. Zira bu defaki yaratım, bilime olan değil sevgiliye olan aşk ile yapılıyor. Ve yaratım sonunda ortaya çıkan eser, Frankenstein’in Yaratığı gibi bir ucube değil olağanüstü bir kadın heykelidir. Frankenstein, nasıl kadavralardan topladığı organlarla eserini yaratıyorsa Yuri de on yedi yıl önce kaybettiği eşinin tıpa tıp aynısını yapabilmek için dijital kamerası ile şehri dolaşır ve eşinin bakışını, el hareketlerini, mimiklerini, benlerini, izlerini bulup kayda alır.
Aşka, bağlılığa, katıksız sevgiye dair bugüne kadar yapılmış en etkileyici, en şiirsel, en özgün işlerden biri olan Yeşil Gözler; hikâyesini uzunca bir süre açık etmemesiyle, finalindeki vurucu etkisiyle, dijital kayıtların filme olan şaşırtıcı derecede uyumlu katkısıyla adeta her dakikasında el yükseltiyor. En önemlisi ise tüm yaratım sürecinin sonunda Yuri’nin eyleminin izlendiği final sahnesi, çok yakın zamanda kült olacak kadar iddialı bir finaldir demek de mümkün sanki.
Porselen (Yön. Annika Birgel, 2024)
Almanya’nın ücra bir adasında, bir köyde yaşayan insanlar, düğün arifesi kutlaması olarak tabak çanak kırmak için buluşurlar. On yaşındaki Fina haftalardır bu etkinliği heyecanla beklemektedir, ancak gün hiç beklemediği bir bir şekilde ilerler.
Misafirler partinin heyecanına kapılmışken, Fina bu koca kalabalığın içinde kendini geleneksel kadın rollerini sorgularken bulur ve ona rol model olacak kadın figürünün özlemini derinden hisseder.
Fina bu duygular içindeyken o ve ona sevgiyle bakan ablası annelerinin yokluğunun hayatlarında yarattığı boşlukla yüzleşmek zorunda kalırlar. Birbirlerine sıkı sıkı tutunan abla kardeş zorlu olacak yetişkinlik sürecinde birbirlerine destek olmak zorunda olduklarının farkına varırlar.
Bir büyüme hikâyesi olarak görülebilecek olan Porselen bir gün içinde bir kız çocuğunun kendi duygu ve özlemleriyle yüzleşmesini çok sesli bir duygusallık içinde anlatıyor.
Kırılan her tabak çanak sesi içinde Fina kendi özlemlerinin, acılarının ve sessiz çığlıklarının sesini de duyuyor. Koca bir kalabalık içinde herkes umursamaz bir biçimde eğlenirken o içindeki boşluğu kendi izlerini taşıyan tabağı ile doldurmaya çalışır. Sancılı biçimde yetişkinlerin dünyasına yürüyen Fina’nın omzunu yaslayabileceği ve güvenebileceği tek kişi ise yoldaşı, ablasıdır.
İnce dantel gibi işlenmiş bir hikâye olan Porselen ataerkil bir toplumda kız çocuklarının yetişkinliğe adım atmasını naif, nazik ve zamansız bir şekilde ele alıyor. Film, Fina’nın gözünden, kadın rol modelleri ve nesiller boyunca büyümeyi şekillendiren deneyim ve duygulara bir bakış sunuyor. Tıpkı çatlakların içinden geçen ışık hüzmeleri gibi kendi hayat deneyimlerimizi hatırlatan bir pencere açıyor.
Başkalarının Sesi (Yön. Fatima Kaci, 2023)
Rim, Fransa’da iltica süreçlerine yardımcı olan bir Tunuslu tercümandır. Günlük işinde, sürgünde yaşayan kadın ve erkeklerin hikâyelerini çevirmekte ve onların sesleri kendi geçmişine dair soruları yeniden canlandırmaktadır. Her gün, başka hayatların anlatılarını çevirirken kendi tarihine de yeni bir gözle bakmak zorunda kalır.
İşimize duygularımızı ne kadar katıyoruz ya da ne kadar koymalıyız? Başkalarının Sesi biraz bu sorunun cevabını arayan bir hikâye.
Empati, merhamet, yardım etme isteği profesyonelliğin dışına çıkıyorsa tamamen bunlardan azade bir biçimde bir duvar gibi bize verilen görevi yapıp sonra arkamızı dönüp gitmeli miyiz?
Dünyada her gün binlerce insan savaş, çatışma, iklim felaketleri, ırkçılık, soykırım, doğal afetler, ekonomik kriz gibi sebeplerle kendi ülkelerinden kopup başka ülkelerde bir hayat kurmaya çabalarken Rim kendini bütün bu sorularla baş başa buluyor. Kendisine kurduğu düzenli hayat içinde dinlediği hikâyelerde geçmişinin hayaletleri onu rahat bırakmıyor. Bir yanıyla onlara yardım etmek isterken bir yanı da ona parmak sallayan otoriteye boyun eğiyor. Her gün bir başka insanın korkusunu yanı başında hissederken kendisi de kurduğu düzeni kaybetme korkusu yaşıyor. Rim kendi duygularını saklama çabası içindeyken sistem tüm soğukluğunu ve otoritesini her an hissettiriyor.
Başkalarının Sesi merhamet ve empati üzerine düşünen bir film. Dünyanın neresinde olursa olsun kuralların, sistemlerin ve otoritelerin ne kadar zalim olabileceğini gösteriyor. Bir insanın kendi dünyasında vicdanı ve korkularıyla nasıl yüzleştiğini yalın bir biçimde anlatıyor.