1993 Bitlis doğumlu yazar ve yönetmen Ömer Ferhat Özmen, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı Bölümü’nden mezun oldu. İlk kısa filmi Beyoğlu Sineması 50’nin üzerinde ulusal ve uluslararası film festivalinde gösterildi ve on beş ödül aldı. Filmin başarısı Türkiye genelinde kırk beş üniversitede gösterilmesini sağladı ve 2016-17’de Türkiye’nin en çok ödül alan kısa filmi oldu.
Filmlerinde sosyal ve politik temaları mizah duygusuyla harmanlayarak işleyen Özmen’in ikinci kısa filmi Karganın Aşınan Gagası (2018) ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğini alarak birçok festivalde gösterildi. Özmen’in son projesi Eksi Bir (2024) AB Sivil Düşün’den destek aldı, Luma Film Festivali Pitching Forum’unda En İyi Kısa Film Senaryosu ödülüne layık görüldü. Eksi Bir, dünya prömiyerini Clermont-Ferand Uluslarası Film Festivali’nde yaptıktan sonra aralarında Busan Uluslararası Kısa Film Festivali, İstanbul Film Festivali’nin de bulunduğu ana yarışmalara seçildi. Son olarak İzmir Kısa Film Festivali’nde Ulusal Yarışma En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü ve Ulusal Yarışma En İyi Yönetmen Ödülü alan Eksi Bir filmi üzerine yönetmen Ferhat Özmen ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.
Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Eksi Bir, bir apartman hikâyesi gibi görünse de pek çok mesajı kısa sürede verebilen bir film olmuş. İsmi gibi “Hayat” apartmanı olmuş aslında. Farklı kültürden pek çok insanın bir arada yaşamanın yolunu bulduğu ya da bulmak zorunda olduğu gerçeğini çok net yansıtıyor. Fakat tüm bunların içinde özellikle “Mülteci” konusuna değinmeniz benim ilgimi çeken nokta oldu. Ben de kaleme aldığım romanda naçizane bu konuya değinmeye çalıştığım için Eksi Bir, ayrıca yakınlık kurduğum bir kısa film oldu. Filmde “bodrum kattakiler” olarak bahsedilse de biz film içinde mülteci bir aileden bahsedildiğini anlıyoruz. Filmin senaryosunu yazarken çıkış noktanız tam olarak neydi? Genel olarak üzerine düşündüğünüz bir konu muydu, yoksa sizi rahatsız eden bir yaklaşım üzerine mi “Bu konuyla ilgili ekstra bir şeyler yapmalıyım“ dediniz?
Bu hikâyenin çıkış noktası aslında tam olarak şöyle gelişti ; abimin Beylikdüzü’nde bir emlak ofisi var. Pandeminin henüz başlarında işim olmadığında ara sıra bu ofiste vakit geçiriyordum. Bir gün bu ofisimize Afganistanlı mülteci bir aile geldi. Maddi durumları iyiydi ve daire arıyorlardı. Elimizde de muhafazakâr bir kadının kiralık dairesi vardı. Kadını arayıp dairesini kiralamak isteyen bir aile geldiğini söyledim. Kadın hemen dairesini göstermek istedi. Fakat daireye gittiğimizde gelen ailenin Afganistanlı olduğunu fark edince mutfağı kullanmamalarını şart koştu. Yemeklerinin kokusunun apartmanda fark edilmesinden çekiniyordu. Bu olay beni derinden etkiledi. Bir ailenin, çocuklarıyla birlikte, bir evi tutamaması çok, oldukça büyük bir mağduriyetti. Bu yaşadığım olay, mülteci meselesini filmime taşımama neden oldu.
Film, apartman yöneticisi Enver Bey’in yurt dışında olan bir apartman sakiniyle konuşma sahnesi ile başlıyor. Yöneticinin apartman sakinine “Sesiniz gelmiyor” dediği noktada kendisinin de sesi kesiliyor. Bunun film için ayrıca bir özel bir anlamı var mı?
Bu fikir sevgili kurgucumuz Ali Aga’nın önerisiyle ortaya çıktı. Başta ikimizde temkinliydik. Fakat bi süre sonra tekrar dönüp bu ses dokunuşlarına baktığımızda anlam yaratması açısından oldukça zenginleştirdiğini fark ettik. Filmin görüntü olanakları da kurgu sürecinde filmle ilgili yeni anlam yaratma konusunda bize seçenekler sunuyordu. Bu ses kesilmesi, filmin duygusunda aslında meselenin, bu kalıp önyargının çok içerden yürütüldüğünü hissetmesi konusunda bir anlam yaratmış oldu.
Aslında apartmanda birçok sorun var, hatta acil denebilecek sorunlar da var örneğin kapıcının olmaması sebebiyle çöplerin birikmesi ya da gürültü, ısınma sorunu gibi ve yönetici imza toplamak için geldiğini söylediğinde kimsenin aklına ilk olarak bodrum katta yaşayan mülteci aile gelmiyor. Ya da yönetici yüksek bir kira karşılığında evini İranlı bir aileye kiralarken herhangi bir sorun olmuyor ama “bodrum kattakiler”in varlığı sorun oluyor. Bu gerçekten güzel bir vurgu olmuş, apartmanda farklı kökenlerde, farklı kültürlerde pek çok kişi yaşarken “mülteciler” sorun yaratıyor. Din, dil, ırk konusundaki duvarlar aşılıyor gibi görünse de “mülteci” denilince durum çok farklı oluyor sanırım, değil mi?
Aslında mülteci meselesi maalesef ki siyasetçilerin elinde bir malzeme olarak kullanılıyor. Ülkenin diğer tüm sorunlarını örtmek için çoğu zaman bir araç hâline getiriliyor. İnsanların kendi sorunlarını unutmaları için bir araç olarak kullanılıyor. Ekonomik kriz, yoksulluk, kadına şiddet bu ve buna benzer çözülmesi gereken onlarca mesele varken ve ülkede mülteci yokken bile çözülememiş meselelerin hepsinin mültecilerin varlığı ile üzeri kapatılıyor. Çünkü aslında mülteci her zaman savunmasızdır. Yasal hakları genellikle güvence altına alınamamıştır. Bunun için onlarla ilgili bir söylemde bulunmak oldukça kolaydır.
Gördüğümüz kadarıyla imzayı atan tek apartman sakini Reyhan Hanım. Sadece onun imza atmasının özel bir anlamı var mı?
Filmin içerisinde imzayı atanlar ve atmayanlar dışında, imza verme ya da vermeme nedenlerine odaklanmak önemli. Örneğin, Reyhan Hanım dışında, imza atmayı reddeden ve bunu işten çıkarılmasını sigortasız çalışmayı kabul eden mültecilere bağlayan bir apartman sakini var. Bu karakterin durumu, filmin doğrudan göstermediği ama başka dairelerin varlığını hissettiren detaylardan biri. Her ne kadar filmde bu diğer daire sakinlerini görmesek de onların varlığını diyaloglar ve olay örgüsüyle öğreniyoruz. Enver Bey’in merdiven boşluğunda biriyle konuştuğu sahne buna bir örnek. Enver, “Biraz sonra yanınıza geleceğim” dese de filmde o daireye gidip gitmediğini görmüyoruz. Bu durum, imza veren ya da vermeyen bireylerden ziyade, karakterlerin bu kararı alma nedenlerine odaklanmamız gerektiğini vurgulamaya çalıştım. Aynı zamanda bazı dairelerde bu konu hiç açılamıyor bile. Örneğin, üst katlarda yaşayan ve apartmandan gelen köpek seslerinden rahatsız olan bir sakinin, mevzunun tam olarak ne olduğunu anlamadan imza atmayı reddetmesi, bu karmaşıklığın bir yansıması.
Reyhan Hanım’ın imza atması ise en üst katta yaşıyor olmasıyla doğrudan ilişkili. Ancak bu, yalnızca fiziksel bir durum değil; sınıfsal bir hiyerarşiyi de temsil ediyor. Reyhan Hanım, apartmanda bir bodrum katı olup olmadığından bile habersiz. Hatta birinci katta bulunan bir daireyi bodrum katı sanıyor. Bu, en üst kat ile bodrum kat arasında herhangi bir bağın kurulamadığını, karakterlerin birbirlerinden kopuk bir şekilde var olduklarını gösteriyor. Sonuç olarak, filmin alt metni, karakterlerin imza verme ya da vermeme nedenleri üzerinden bir toplumsal çözümleme sunmaya ve mekânsal ayrışmanın sınıfsal bir karşılığını ortaya koymaya çalışıyor.
Apartman yöneticisi Enver Bey’in, 7 numarada oturan adam ve yaşlı, hasta bir imam olan apartman sakiniyle kurduğu diyaloglarda “ucuza işçi çalıştırma, elektrik kaçağı” gibi konularda da ayrıca bir eleştiri var. Aslında tüm bu detaylarla, sorunun sadece barınma problemi olmadığını da ayrıca vurgulamak istediniz sanırım. Yanılıyor muyum?
Mültecilerin çıkarılmak istendiği dairenin aslında bir kaçak yapı olduğunu fark etmemiz de bu eleştiriyi güçlendiriyor. Çünkü bu, onların zaten baştan itibaren insan onuruna yakışmayan koşullarda yaşamaya mahkûm edildiklerini gösteriyor. Türkiye’de özellikle 2014-2021 yılları arasında kiralık ev ilanlarına baktığınızda, mültecilere layık görülen evlerin neredeyse ev bile sayılamayacak durumda olduğunu görebilirdiniz. Daha yaşanabilir evlerde ise “Yabancılara kiraya verilmez” ibaresiyle karşılaşırdınız. Burada “yabancı” kelimesinin aslında mültecileri kastettiği açık.
İyi ev ilanlarının İngilizce ya da Almanca verilmesi ve bu evlerin genellikle yüksek gelir grubuna hitap etmesi, mültecilerin ise çoğu zaman fotoğrafsız ve kötü koşullardaki evlere yönlendirilmesi, toplumun genel bakış açısını ele veriyor. Çünkü yaygın kanı, mültecilerin ev seçme gibi bir hakkı ya da lüksü olmaması gerektiği yönündeydi.
Tüm bunların yanında, mültecilerin yalnızca barınma değil, çalışma hayatında da ciddi sömürüye maruz kaldıklarını biliyoruz. Ağır işlerin büyük kısmı onların üzerine yıkıldı. İnşaat ve maden sektörlerinde, hiçbir güvenlik önlemi olmadan çalıştırıldılar ve bu süreçte yüzlerce kimliksiz çocuk hayatını kaybetti. Ancak buna rağmen, günün sonunda mülteciler, işsizliği yaratan bir “tehdit” olarak sunuldu.
Dolayısıyla, apartmanda geçen diyaloglar, barınma sorununu aşan bir bağlama işaret ediyor. Burada asıl mesele, mültecilerin toplumda sürekli olarak nasıl dışlandığını, sömürüldüğünü ve haklarından mahrum bırakıldığını göstermek.
Düşünsenize, evinizi, hayatınızı geride bırakıp bilmediğiniz bir yere gidiyorsunuz. Ama orada size yaşanacak bir ev bile layık görmüyorlar. Bir mültecinin ev seçme, iş seçme, hatta bazen hayatta kalma gibi bir “lüksü” yok. Mülteci krizi dediğimiz şey aslında sadece yerinden edilme meselesi değil. Bu insanlar, gittikleri her yerde ayrımcılıkla, sömürüyle, dışlanmayla mücadele ediyor. Ama unutmayalım ki bu kriz sadece onların sorunu değil. Bu, hepimizin sorumluluğu.
Enver Bey film boyunca merdivenleri kullanıyor ve gördüğümüz kadarıyla genelde merdivenlerden hep iniyor. Bu da kendisi yönetici ve apartmanın yarısının sahibi olduğu için, apartman sakinlerine ulaşabilmek adına hep bir alt kata inmesiyle toplumsal hiyerarşiye değinmek adına güzel bir vurgu olmuş, hatta öğretmen Esen Hanım’ın bile kendisinden daha alt katlarda oturması artık statü kavramının sadece maddi güçle belirlendiği anlamını taşıyor diye yorumladım. Peki, sadece alt katlarda sensörün yanışının gösterilmesinin ya da sadece ikinci katta saksıdaki çiçeklerin kurumuş olmasının özel bir sebebi var mı?
Evet dediklerin doğru. Alt kattaki sensörü yanışı bir tercihti. Kapı önünde olacak mizanseni güçlendirmek için bunu tercih etmiştik. Fakat saksıda kurumuş çiçek tamamen bir rastlantıdan ibaret. Apartmana o çiçeği sanat ekibimiz getirmedi; fakat biz bunu çekerken tabi ki fark ettik. Çok büyük anlam yaratmaya çalışmadan, filme de bir katkısı olacağını düşündüğümden pencerenin yanında kurumuş çiçeklerin kalmasını istedim.
Merdiven demişken, mekândan da ayrıca bahsetmek isterim. İzmir Kısa Film Festivali’nde gösterim sonrasındaki söyleşide, çekimleri bu apartmanda yapmak için özel bir çaba harcadığınızdan bahsetmiştiniz. Mekânı bulmak sizin için zor oldu mu?
Gerçekten zorlu bir süreçti; aylarca süren bir mekân arayışı yaşadık. Karaköy’deki Abed Han Pasajı, ilk görüşte beni çok etkilemişti. Hatta ilk mekân keşfimizi de bu handa yapmıştık. Tarihi dokusu, özellikle merdivenleri ve apartman boşluğuyla kendiliğinden harika bir atmosfer yaratıyordu. Ancak tarihi bir yapı olduğu için odaların iç kısımlarını kullanmamıza izin verilmedi. Bunun üzerine görüntü yönetmenim Deniz Eyüboğlu Aydın ile bu mekânda çalışmanın prodüksiyon açısından zorlayıcı olabileceğine karar verdik ve vazgeçtik.
Sonrasında Tarlabaşı’nda birkaç apartman baktım. Ancak ne yazık ki merdiven boşlukları açısından istediğim duyguyu verebilecek bir mekâna denk gelemedim. Mısır Apartmanı da değerlendirdiğimiz seçenekler arasındaydı; ancak orası da prodüksiyon şartlarımız için oldukça zahmetli görünüyordu.
Sonunda Yeldeğirmeni’nde bulunan Ankara Apartmanı’nı keşfettik ve çekimlerimizi burada yapmaya karar verdik. Ancak bu mekânda da çekimler oldukça zorlu geçti. Neredeyse tüm daireleri kullandık ve kalabalık bir ekiple çalıştık. Bu durum apartmanda yaşayan insanları rahatsız etmiş olabilir, bu da benim için büyük bir stres kaynağıydı. Yine de tüm zorluklara rağmen, Ankara Apartmanı filmin atmosferine önemli bir katkı sağladı.
Film boyunca bahsi geçen “mülteci” aileyi, son sahnede buna dahil, hiç görmememizin sebebi nedir peki?
Bu konuyla ilgili yazmaya başlamamla birlikte iki farklı senaryo ortaya çıktı. İlk senaryonun adı Yabancılara Kiralık Değildir idi. Bu hikâye, tamamen mültecilerin bakış açısından onların hayatlarını konu almayı amaçlıyordu. Ancak, bu şekliyle bir şey yaratmanın samimi olmayacağına karar verdim. Dışarıdan bakarak sadece mültecilerin mağduriyetlerini gözlemlemek kolaydı, ama onların iç dünyalarına dair derin bir anlayış geliştirmek zordu.
Neyse ki uzun düşünmeden sonra, şu anki hikâye olan “Eksi Bir” ortaya çıktı. Böylece bu hikâyeyi, problemin yaratıcılarının bakış açısından anlatma kararı aldım. Bu nedenle, karakterlerin içsel dünyalarını keşfetmek yerine, durumu yaratan bakış açılarına odaklanmayı tercih ettim.
Sonuç itibariyle film bambaşka bir noktaya evrildi ve karakterlerin mültecilik perspektifini, bizim dünyamızla daha doğrudan ilişkilendirdim. Tüm bu tercihler, mültecilere kamerayı çevirmekten kaçınmamla ilgiliydi. Konuştuğumuz bu meseleler çerçevesinde, mülteci profili genellikle kalıp yargılarla betimlenir; ben ise onların aslında nasıl giyindiği, nasıl bir evde yaşadığı gibi dış görünüş unsurlarına odaklanmadan, herkesin aklındaki mülteci imajını sorgulamak istedim. Çünkü mülteci kavramını kapsayan çok sayıda topluluk mevcut ve bunlardan herhangi biriyle sınırlandırmak istemedim.
Son sahnede ailenin, diğer apartman sakinleriyle komşuluk ilişkisi kurduğu da belirtiliyor. Birbirlerine yemek ikram etmeleri, tabağın komşuya boş gitmemesi ve Enver Bey’in filmin başından beri yakındığı baharat kokusundan hiç rahatsız olmadan pilavı afiyetle yemesi çok ironik olmuş. Bunun için özellikle pilav tercih etmenizin bir sebebi var mı?
Bir gün, bir kişiyle mülteci meselesi üzerine tartışma fırsatı buldum. Kendisi, mültecilere karşı ciddi bir nefret söylemi sergiliyordu. Aramızdaki tartışma alevlendi; ancak belirli açıklamalarımı mantıklı buldu gibi görünüyordu. Son olarak beni sakinleştirmek için şunları söyledi: “Valla, Afganları ve Suriyelileri de sevmiyorum ama bunlar bir pilav yapıyor, aman yarabbim! Yok böyle bir şey. Fatih’te bir yer var, mutlaka gidip tadına bakmak lazım; hatta ben ısmarlayacağım.”
Bu cümleler, tartışma sırasında ortaya çıkan muhabbetin sonucuydu. Aslında pilav, hem Afganlar hem de Suriyeliler için oldukça önemli bir besin kaynağıdır ve günlük yaşamlarında sıkça tüketilir. İstanbul’da tanıdığım birçok Afgan var, özel günlerinde pilav pişirip bir araya gelirler. Ben de birkaç kez böyle yemek buluşmalarına katıldım. Pilavı özenle pişirirler ve lezzetli olması için bolca baharat kullanırlar.
Tartıştığım kişinin onlara karşı dışlayıcı bir tutum sergileyip onların pilavını sevmesi arasındaki tezat, hikâyenin gelişimini ve finalini oldukça etkilemiştir.
Oyuncu seçiminin de çok başarılı olduğunu belirtmek isterim. Oyuncuları belirleme konusunda süreç nasıl gelişti?
Uzun yıllardır sinema sektörünün mutfağında olan biri olarak, her zaman beraber çalışmak istediğim oyuncuları not alıyordum. Bu filmde, neredeyse o notlarımdaki tüm oyuncularla çalışmayı hayal ediyordum. En büyük hedefim, geniş ve kalabalık bir oyuncu kadrosuyla bir yapım ortaya koymaktı. Bu benim için çok önemliydi.
Senaryoyu hazırlarken, özellikle çok sayıda oyuncuyla çalışmayı hedefledim ve şanslıyım ki bu hedefime ulaştım. Oyuncular bana güvendi, ben de onlara güvendim. Müfit Kayacan’ı projeye ikna etmek başlarda biraz zordu, ama ısrarlarımıza dayanamadı ve sonunda Müfit abi de aramıza katıldı. Bu benim için büyük bir mutluluktu.
Senaryo henüz yazım aşamasındayken Devin Özgür Çınar, Erol Babaoğlu, Tarhan Karagöz ve Engin Emre Değer ile çalışacağımızı konuşmuştuk. Daha sonra diğer tüm değerli oyuncularımızı da projeye dahil ettik ve hep birlikte bu filmi hayata geçirdik.
Son olarak, daha önce de ödül alan kısa film projeleriniz ve bildiğim kadarıyla ödüllü bir uzun metraj senaryonuz var. Kısa film çekmek ya da bu yolculuğa kısa film ile başlamak özel tercihiniz miydi? Yakın zamanda bir uzun metraj projeniz de olacak mı?
Daha önce Beyoğlu Sineması (2016) ve Karganın Aşınan Gagası (2018) adında iki kısa film yaptım. Sinema okuyan bir sinemacıysanız, genellikle kısa metrajla bu serüvene başlarsınız ve bence kısa film, oldukça özel bir form. Kısa film yapma süreci, hem öğretici bir deneyim sunar hem de bir sinemacı olarak potansiyelinizi daha erken keşfetmenizi sağlar. Ancak benim için kısa film ilk yıllarımda sadece bir aşamaydı; son yıllarda ise bu formu çok sevdiğimi fark ettim. Eğer mümkün olsaydı, hayatım boyunca sadece kısa film üreten bir sinemacı olarak kalmak isterdim, ama maalesef bu ekonomik koşullarda bu neredeyse imkansız.
Son yıllarda Türkiye’de kısa film ciddi bir sektör hâline geldi. Dünyaya giden birçok kısa film üretildi ve dijital platformlar da kısa film almaya başladı. Belki önümüzdeki yıllarda kısa film daha da önemli bir yere sahip olabilir.
Ödüllü uzun metraj senaryomun hikâyesi ise şöyle: 2020 yılında bakanlıktan Diyalog ve Yazım desteği alarak senaryomu yazdım. Senaryonun adı Mekke Otel. Ancak bu filmi şimdilik rafa kaldırdım ve ilk uzun metrajlı projem olmayacak gibi görünüyor.
Yakın zamanda bir uzun metrajlı projem olabilir. Fakat filmin çekim şartlarına ulaşması ve çekilmesi uzun yıllar alabilir. Bu nedenle çok da yakın olmayan bir süreçte böyle bir filmden söz edebilirim.