İstanbul Film Festivali, bu yıl 44. kez sinemaseverlerle buluşuyor. Festival, 11-22 Nisan tarihleri arasında İstanbul’u sinemanın farklı coğrafyalardan gelen en nitelikli örnekleriyle buluşturacak.
Bu yılki program, 139 uzun metrajlı ve 15 kısa filmden oluşan zengin ve iddialı bir seçki sunuyor. Usta yönetmenlerin son yapımlarından genç sinemacıların dikkat çeken işlerine, kült yapımlardan dünya prömiyerlerine uzanan bu kapsamlı seçki, hem uluslararası hem de yerli sinemanın nabzını tutuyor. Festival boyunca pek çok film dünya, uluslararası, Balkan ya da Türkiye prömiyerini İstanbul’da gerçekleştirecek.
Sadece filmleriyle değil, aynı zamanda söyleşileri, özel gösterimleri ve etkinlikleriyle de bir sinema şölenine dönüşen festival, 12 gün boyunca yönetmen ve oyuncularla izleyicileri bir araya getirecek. İstanbul Film Festivali, bu yıl da sinemanın dönüştürücü gücünü ve birleştirici dilini şehirle buluştururken, sinema kültürünü hep birlikte yeniden düşünmeye çağırıyor. Festivalin basın sponsoru Fil’m Hafızası olarak festivali an be an yerinde takip ediyor ve filmlerden edindiğimiz deneyimleri sizlerle paylaşıyor olacağız. Keyifli okumalar…
The Ice Tower (Yön. Lucile Hadzihalilović, 2025)
Lucile Hadžihalilović’in The Ice Tower filmi, Hans Christian Andersen’in Karlar Kraliçesi masalından ilham alıyor ama onu yeniden anlatmakla yetinmiyor; arzu, kayıp ve kimlik üzerine hipnotik bir meditasyona dönüştürüyor. Berlinale’de En İyi Sanatsal Katkı Ödülü’ne layık görülen film, çocukluğun hayaletlerini sinemanın yapay karlarıyla örtüyor.
1970’lerde geçen hikâyede, annesinin ölümünden sonra yurtta büyüyen 16 yaşındaki Jeanne, geçmişin ağırlığından kaçarak karlı dağları aşıp şehre ulaşır. Geceleri sığındığı bir binada Karlar Kraliçesi filminin çekildiğini fark eder. Cristina (Marion Cotillard), bu filmde soğuk, kırılgan ama büyüleyici bir figürdür. Jeanne onun etkisine kapılır; bu hayranlık zamanla anneye, tanrıçaya ve yıldız oyuncuya duyulan arzuyu iç içe geçirir.
Filmi izlerken en çok hissedilen şey, kar tanelerinin yere düşerken yarattığı o derin sessizliktir. Hadžihalilović bu sessizliği bir atmosfer öğesi olmaktan çıkarıp, anlatının dokusuna dönüştürür. Film, sanki karın kendisi kadar sakin, melankolik ve ürpertici bir ritimde akar.
Yapay setler, buz kristalleri ve ışık yansımalarıyla bezeli bu dünya, karakterlerin de gerçeklik algısını bozarken, izleyiciyi de sinemanın büyüsüne teslim ediyor. Cristina ve Jeanne’in test sinemasında sahneleri birlikte izlediği an, kurmaca ile gerçek arasındaki sınırın tamamen silindiği noktadır. The Ice Tower, sessizliğin, arzunun ve sinemanın hem büyüsüne hem manipülasyonuna dair unutulmaz bir deneyim sunuyor.
Film, 21 Nisan Pazartesi 21:30 Atlas 1948’de tekrar gösterilecek.
The Penguin Lessons (Yön. Peter Cattaneo, 2024)
Tom Michell’in aynı adlı anı kitabından uyarlanan The Penguin Lessons, 1976 Arjantin’inde geçen, alışıldık bir “insan ve hayvan dostluğu” hikâyesine dayanıyor. Politik karışıklık, yaklaşan darbe ve kayıplar gibi sert başlıkları fon olarak kullanan film, esas odağını İngiliz bir öğretmen ile rastlantı sonucu kurtardığı bir penguenin arasındaki bağa veriyor.
Yönetmen Peter Cattaneo, bu gerçek hikâyeyi yer yer mizahi, yer yer duygusal anlarla kurarken, ülkenin tarihsel atmosferine dair yalnızca sınırlı bir arka plan sunuyor. Film, Arjantin’deki darbe yıllarının ağırlığını hissettirme konusunda derinlemesine bir başarı gösteremiyor; benzer dönemleri işleyen çok daha güçlü yapımlar varken, burada politik olan genellikle yüzeyde kalıyor.
Buna karşın, Steve Coogan’ın canlandırdığı içe kapanık öğretmen karakterinin penguen Juan Salvador ile yaşadığı dönüşüm, sade ama yer yer de oldukça klişe bir biçimde aktarılmış. Okulun içine gizlice getirilen bu sıra dışı misafir, öğrenciler arasında beklenmedik bir etki yaratıyor. Ancak okulun sosyal dinamikleri ve öğrencilerin iç dünyaları oldukça sıradan tiplerle sınırlı kalıyor.
Gerçek bir hikâyeden uyarlanmasına rağmen, filmin bazı sahneleri hayli kurgusal bir his veriyor. Buna rağmen, ana oyuncu kadrosunun performansları izleyiciyi belli ölçüde bağlı tutmayı başarıyor. The Penguin Lessons, büyük iddialar taşımayan, yumuşak tonlu bir dram; ilginç bir hikâyeyi zaman zaman yüzeysel ama izlenebilir bir anlatımla perdeye taşıyor.
Fakat asıl önemli mevzu; filmde gerçek penguenlerin kullanılmasıdır. Anlatıya dokunaklı bir gerçeklik kazandırsa da hayvan refahı açısından ciddi etik soruları da beraberinde getiriyor. Doğaları gereği özgürce yaşamaya alışkın olan bu hayvanların, yapay ışıklarla dolu, kalabalık ve tekrarlarla ilerleyen bir set ortamında çalıştırılması, hem fiziksel hem de psikolojik sağlıkları için risk oluşturabilir. Üstelik günümüzde CGI teknolojisiyle hayvanların son derece gerçekçi şekilde canlandırılması mümkünken, duygusal etki uğruna canlı hayvanların bu sürece dahil edilmesi, kaçınılmaz olarak sömürü tartışmalarını gündeme getiriyor. Sinemanın teknik olanakları bu noktada etik tercihleri daha da görünür kılarken, “gerçeklik” adına canlı hayvanların kullanılması vicdani açıdan sorgulanmayı hak ediyor.
Film; 17 Nisan Perşembe 11:00 Paribu Cineverse Nautilus, 18 Nisan Cuma 21:30 Cinewam City’s 7’de tekrar gösterilecek.
To a Lane Unknown (Yön. Mahdi Fleifel, 2024)
Mahdi Fleifel’in insan haklarına odaklandığı To a Lane Unknown, göç etmenin getirdiği zorlukları merkeze alıyor. Lübnan’dan Atina’ya yasa dışı yollarla gelen iki kuzen Chatila ve Reda, doğdukları toprakları daha iyi bir hayat umuduyla arşınlıyor. Klasik mülteci temalı filmlerin aksine To a Lane Unknown kahramanlarını onurlu ve saygıdeğer insanlar olarak gösterme derdine düşmeden mesajını tüm dünya insanlarının vicdanına sunuyor. Burada önemli olan herhangi bir ırkı ya da ülkeyi yüceltmek değil, bunu henüz ilk sahnelerde idrak ediyoruz. Genellikle Orta Doğu ülkeleri ve kaçak yollarla sınırı geçmiş herkes o ülkenin zorlukları kadar sunmuş oldukları imkânlarını da güzelleme yoluyla aktarır. Ancak Fleifel, alışılagelmiş başarı hikâyelerine adeta meydan okuyor.
Batı’nın gözünde Doğu ve doğulu insanın her daim öteki olarak anılması, siyasi arenada ve keza bütün sosyopolitik ortamlarda nefret söylemleriyle birlikte ele alınıyor. Çoğu kez etnik köken ayrımcılığının ileri aşamalarını şiddet ve taciz adı altında duyumsuyoruz. Bu hususta Fleifel, göç edilen ülkeyi yüceltmeden ya da kendi karakterlerini çürümüş bir topluluk olarak göstermeden gerçeği olduğu gibi aktarmaya çalışıyor. Chatila geride iki yaşında oğlu ve yarısını bırakarak Atina’ya ulaşıyor; ancak Reda hasta annesinden başka hayata tutanacak herhangi bir umut ışığı bulamıyor. Bu ikili çatışma ve karakterler arası güç ayrımı Fleifel’in kurgusunda iyi polis-kötü polis motivasyonuyla ilerliyor.
Filmin asıl tartıştığı konu herkesin koşullarla birlikte değişebilecek potansiyele sahip olması üzerine kurulur. Burada etik değerler, ahlak, inanç ya da iyi bir insan olmak yoktur. Hayatta kalmak ve ilerlemek için gereken neyse tüm değer yargıların bir kenara bırakılması gerekir. Chatila ve Reda sürekli değişen dinamikleriyle seyirciyi tam kalbinden yakalamayı başarır. Gücü ve otoriteyi temsil eden Chatila ile çaresizliği ve bir başkasının kanatları altına sığınmaktan başka elinden bir şey gelmeyen Reda’nın özgürlüğe kavuşma öyküsü sanırım içinde bulunduğumuz yüzyılın tüm mensuplarına tanıdık bir temas bırakıyor.
Mahdi Fleifel’ın bol ödüllü filmi ingiltere, Filistin, Fransa, Yunanistan, Hollanda, Almanya, Katar ve Suudi Arabistan ortak yapımıyla evrensel bir insanlık hikâyesinin portresini sunuyor. Umut varsa hayat vardır, peki hayatımız bir başkasının elinde ve onun inisiyatifinde olduğunda ne olur? To a Lane Unknown, yabancı topraklarda filizlenmeye çalışan tohumları unutmamız ve insan hakkı ihlallerine alışmamız üzere adeta belge niteliği taşıyor.
Film son kez olarak 15 Nisan Salı 21:30’da Cinewam City’s 3’de tekrar gösterilecek.
Black Dog (Yön. Guan Hu, 2024)
Black Dog, hikâyesini hapisten şartlı tahliye olmuş umutsuz bir adam ile uyutulmak için tüm kasabada aranan siyah bir köpeğin dostluğu üzerinden kurmaktadır. Zorlu bir ergenlik süreci geçiren Lang, arkadaşının ölümüne neden olduğu için on yıla yakın bir süre hapis cezası alır. Yıllar sonra evine geri döndüğünde ne ailesi, ne aile bağları ne de dostu kalmıştır. Güvenebileceği ve hayata tutunabileceği tek varlık, tüm kasaba boyunca aranan kuduz teşhisli bir köpektir. Babasıyla ve geçmişiyle büyük problemler yaşayan Lang, köpeğiyle kurduğu ilişkide yeniden hayata atılır. Yetişkinliğin vermiş olduğu olgunlukla geçmişin izlerini silmeye belki de kendini affetmeye çalışmaktadır. Ancak hayatına devam etmeye çalışırken adeta köpek dostu gibi sessizdir. Kelimelerin, sözcüklerin, cümlelerin anlamının yitirildiği bir dünyada Lang’ın tek sesi vicdanıdır.
Çin sinemasının önemli isimlerinden Guan Hu’nun son filmi olan Black Dog, dünya prömiyerini Cannes Film Festivalinde gerçekleştirdi. Festivalden “Belirli Bir Bakış” ödülüyle dönen film, dramatik olay örgüsüyle retrospektif bir havaya sahip. Geçmişi günümüzün bakışıyla ve etik değerlerle ele alan Hu, ülkemizde de gündemi sarsan sokak köpeklerinin toplatılması gibi çok yakın bir tarihte yaşadığımız vahşeti binlerce mil ötesinden deyim yerindeyse resmediyor. 2008 Pekin olimpiyatları döneminde geçen hikâye, aradan geçen yaklaşık yirmi yıllık süre boyunca çağdaşlığın gün geçtikçe gerilediğinin bir kanıtı olma özelliği taşıyor. Modernleştikçe ilkelleşen yeni dünya insanlarının toksik ilişkileri Black Dog ile bir kez daha gündeme getiriliyor. Günümüzün makineleşmiş ve duygusu alınmış otoriteleri yıllar öncesinde de aynı umarsızlıkla dolu pasif davranışları ve eylemsizliği izleyeci olarak bizleri şaşırtmıyor. Çünkü dünyanın neresi olduğu fark etmeksizin bütün katliamlar birbiri ardına sıralanıyor. Böyle karamsar olan ve zehirlenen bir toplumda Lang, mesihyen üslubuyla iyi insanların hâlâ var olabileceğine duyulan umudu alevlendiriyor.
Filmin gösterimleri sonlanmıştır.