İstanbul Film Festivali, bu yıl 44. kez sinemaseverlerle buluşuyor. Festival, 11-22 Nisan tarihleri arasında İstanbul’u sinemanın farklı coğrafyalardan gelen en nitelikli örnekleriyle buluşturacak.
Bu yılki program, 139 uzun metrajlı ve 15 kısa filmden oluşan zengin ve iddialı bir seçki sunuyor. Usta yönetmenlerin son yapımlarından genç sinemacıların dikkat çeken işlerine, kült yapımlardan dünya prömiyerlerine uzanan bu kapsamlı seçki, hem uluslararası hem de yerli sinemanın nabzını tutuyor. Festival boyunca pek çok film dünya, uluslararası, Balkan ya da Türkiye prömiyerini İstanbul’da gerçekleştirecek.
Sadece filmleriyle değil, aynı zamanda söyleşileri, özel gösterimleri ve etkinlikleriyle de bir sinema şölenine dönüşen festival, 12 gün boyunca yönetmen ve oyuncularla izleyicileri bir araya getirecek. İstanbul Film Festivali, bu yıl da sinemanın dönüştürücü gücünü ve birleştirici dilini şehirle buluştururken, sinema kültürünü hep birlikte yeniden düşünmeye çağırıyor. Festivalin basın sponsoru Fil’m Hafızası olarak festivali an be an yerinde takip ediyor ve filmlerden edindiğimiz deneyimleri sizlerle paylaşıyor olacağız. Keyifli okumalar…
Yeni Şafak Solarken (Yön. Gürcan Keltek, 2024)
Gürcan Keltek’in Locarno çıkışlı son filmi Yeni Şafak Solarken, bir film izlemekten çok tarifi zor bir deneyim sunuyor. Keltek’in belgesel sınırlarında gelişen sezgisel sinema dili bu kez kurmaca ile iç içe geçmiş, ama yine tüm açıklığıyla tanımların ötesinde kalmayı başarıyor. Bir belgesel olarak yola çıkan film, zamanla doğaçlamaya ve sezgiye yaslanan hibrit bir yapıya dönüşüyor. Her sahne tanıdık gibi ama tam olarak kavranamayan, soyut bir karanlığa açılıyor; her duygu açık ama açıklanamıyor.
Zihinsel sıkıntılarla boğuşan Akın karakterine hayat veren Cem Yiğit Üzümoğlu, içe çekilmiş bir oyunculukla, bedenini adeta karakterin çatlaktan sızan ruhuna dönüştürüyor. Göz temasından kaçışı, kelimelerle arasındaki mesafe, sessizliklerindeki derinlik, karakterin kırılganlığını yapaylıktan uzak bir biçimde bedenleştiriyor. Deliliği canlandırmak gibi riskli bir alanı asla teatralleştirmeden, yer yer ürkütücü, çoğu zaman ise dokunaklı bir performansla tamamlıyor. Kamera da bu ruh hâline ortak oluyor; Peter Zeitlinger’in kadrajları, Akın’ın zihniyle şehir arasında görünmez bir bağ kuruyor. İstanbul bu filmde sadece bir arka plan değil, Akın’ın iç dünyasının yankısı; hayaletlerin kol gezdiği, zamanın katman katman biriktiği bir mekân.
Filmin sinematografisi, kurgusu ve özellikle ses tasarımı, anlatıyı bir atmosfer olarak örüyor. Seyircinin karşısında gürültü yerine fısıltılar, anlatı yerine sezgi, çizgisel zaman yerine parçalanmış bir bilinç akışı var. İstanbul’un mekânlarına yapılan göndermeler, kentsel hafızanın da film boyunca nasıl diriltildiğini gösteriyor. Akın’ın geçmişin kalıntıları arasında yaptığı bu gezinti, yalnızca kişisel bir çözülmenin değil, aynı zamanda bir şehrin artık tanınamaz hâle gelmiş ruhunun da temsiline dönüşüyor. Keltek’in sineması yine konfor alanını reddediyor ama bu kez izleyiciyi doğrudan duygusal bir boşluğun, tanımsız bir arayışın içine yerleştiriyor.
Kuşkusuz bu yıl Altın Lale’nin öne çıkan ender yapımlarından biri olan Yeni Şafak Solarken, aynı zamanda şehre, hafızaya ve insana dair sezgisel bir belge.
Film; bugün 16.00’da Kadıköy Sineması ve 21 Nisan Pazartesi 21:30 Cinewam City’s 7’de tekrar gösterilecek.
Öldürdüğün Şeyler (Yön. Alireza Khatami, 2024)
İranlı yönetmen Alireza Khatami’nin Türkiye’de, Türk oyuncularla çektiği Öldürdüğün Şeyler, her ne kadar güçlü bir fikirle yola çıkıyor gibi görünse de bu fikri sinemasal anlamda ete kemiğe büründüremeyen, biçimsel tercihlerinde fazlasıyla gösterişçi, anlatısında ise şaşırtıcı derecede kopuk bir film. Khatami’nin ülkesi İran’da karşılaşabileceği sansürden kaçmak için filmi Türkiye’ye taşıma kararı, filmin ana eksenindeki patriyarka eleştirisiyle örtüşüyor olabilir; ne var ki bu karar beraberinde önemli bir sorun da getiriyor: mekân ve kültür duygusundaki yüzeysellik. Yönetmen, Türkiye’yi adeta uzaktan, imgelerle ve ezberlerle kuruyor; sonuçta ortaya çıkan şey, coğrafyanın ruhuyla tam anlamıyla bağ kuramayan bir “evsizlik” hissi.
Yönetmenin Kanada’dan bakarak Türkiye’de kurduğu bu sinema evreninde, ne karakterler ne de diyaloglar sahici hissettiriyor. Oyuncu yönetimi zayıf, özellikle Ekin Koç ve Ercan Kesal gibi son derece yetenekli oyuncuların bile rollerinde kaybolduğu bir film. Diyaloglar teatral olmanın ötesine geçemiyor; doğal olmaktan uzak, zaman zaman yapay ve hatta inandırıcılıktan bütünüyle uzak. Film ilerledikçe, izleyici olarak karakterlerle kurulması gereken duygusal bağ zedeleniyor; anlatıya yabancılaşıyor, hatta yer yer filmden kopuluyor.
Öldürdüğün Şeyler, ana fikriyle – ataerkil şiddetin kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığı, erkekliğin kriz anlarında nasıl çözüldüğü – etkileyici bir sinemasal alan açabilecekken, bu alanı hem biçimsel hem anlatı düzeyinde dolduramıyor. Filmin ikinci yarısında başvurulan gerçeklik kırılmaları, karakterin dünyasında bir metafizik çöküşü işaret etse de, bu kırılmaların sinemasal karşılığı yeterince güçlü kurulmadığı için sadece biçimsel numaralar gibi kalıyor. Filmin sonundaki “ışığı öldür” repliği, iddialı bir kapanış gibi dursa da, o noktaya kadar ışığın ne olduğu bile tam olarak inşa edilmediği için etkisini yitiriyor.
Sonuç olarak Öldürdüğün Şeyler, bir sinema dili ve kültürel bağlam uyuşmazlığının somut örneği gibi. Dışarıdan bakıldığında etkileyici görünen ama içeriden izlerken kopuk, fazla stilize ve inandırıcılıktan uzak bir yapım. Khatami’nin niyeti güçlü olabilir, ama bu niyetin sinemaya dönüşümünde hem içerik hem biçim düzeyinde ciddi kırılmalar var. Bazen güçlü fikirler, yanlış coğrafyalarda zemin bulamaz; bu film de ne yazık ki bu hissin bir izdüşümü gibi.
Film; 19 Nisan Cumartesi 16:00 * Atlas 1948 ve 21 Nisan Pazartesi 16:00 Cinewam City’s 7’de tekrar gösterilecek.
Higher Than Acidic clouds (Yön. Ali Asgari, 2024)
Ali Asgari’nin otobiyografik filmi Higher Than Acidic Clouds İranlı yönetmenin Cannes Film Festivali dönüşünde yönetim tarafından uğradığı baskı rejimini konu alıyor. Telefonuna, bilgisayarına ve kişisel eşyalarına el konulan Asgari, bu süreçte en çok sevdiği insan, annesine bile ulaşamıyor. Böyle buhran dolu günlerin içerisinde aylarca yeni bir şeyler üretmek için düşünüyor. İlk önce filmini tasarlıyor, iletişimsiz geçen günlerini hikâyesine sığınarak telafi ediyor. Üç gün gibi kısa bir sürede filminin bir kısmını çekip araya birkaç aylık dinlenme molası veriyor. Birkaç döneme ayrılmış bir çekim planıyla hayata geçirdiği son filmi Higher Than Acidic Clouds, İran toplumunu oldukça yüzeysel; ancak bir o kadar da derinlemesine gözler önüne seriyor.
Sistemle ve toplumla her zaman bireysel dertleri olan Asgari, on yıl kadar uzun bir süre İtalya’nın Roma kentinde yaşıyor. Çok sevdiği şehir olan Tahran ve Roma arasında duygusal bir bağ kurarak anılarını kayda alıyor. Filmin büyük bir çoğunluğu Asgari’nin kendi sesinden oluşuyor. Alışılmış belgesel anlatısının dışında kalan Higher Than Acidic Clouds kurgusal düzlemi belgesel tonuyla gerçeklikten uzaklaşmadan yakalamayı başarıyor. Keza Asgari bu filminde yapay zeka destekli uygulamalardan yardım aldığını da itiraf ediyor. Higher Than Acidic Clouds İran sinemasının durağanlığını, etik kavramını sorgulayışını, umutlu çocuklarını görmeye alışkın seyirciler için sıra dışı bir film olarak ele alınabilir. Çünkü tamamen Asgari’nin perspektifinden aktarılan hikâye yönetmenin en bireysel filmi olarak anılıyor. Tahran üstündeki dağılmak bilmeyen kara bulutlar, Asgari’nin de başından eksik olmuyor. Higher Than Acidic Clouds, karanlık, kasvet ve yağmur öncesi çöken ağırlık gibi bir anlatı sunuyor. İç hesaplaşmalarla örülü yoğun sahneler Asgari ailesinin geçmişini ve kardeşler arası ilişkileri yaşanılan bu tutsaklık süresince yeniden sorguluyor.
Filmin gösterimleri sona ermiştir.
Hêvî (Yön. Orhan İnce, 2024)
Umut etmek insani bir duygudur. Birine güvenmek, ondan medet ummak umuda dair içimizde yaşattığımız en önemli kıvılcımdır. Birey henüz kötülük kavramı ile tanışmadığında ya da hayatında hiç “öteki” olan tarafından kandırılmadığında umut hakkındaki inancı diğerlerine göre daha saf ve temiz bir anlam kazanır. Genellikle çocuklar üzerinden kurulan bu saflık; hayal etmeyi, inanmayı, sabretmeyi ve beklemeyi umutlu bir eyleme dönüştürür. Belki de bu sebeple iyi niyetli ve etik değerleri olan insanlar çocuk yaftasıyla aşağılamaya çalışılır. Toplumun kendisine benzetemediği her birey “çocukça” bir kimliğe sahiptir. Sistem savaşı, kaosu, rekabeti ve umutsuzluğu yüceltir; ancak çocuklar, çocuk gibi olanlar ya da her şeye rağmen umut etmeye gücü yetenler bu çürümüş sistemin dışında kalır.
44. İstanbul Film Festivali, Yeni Bakışlar bölümünde gösterilen Hêvî, dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl 31. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleştirmişti. Orhan İnce imzalı Hêvî, küçük bir kız çocuğu olan Zeyno’nun gözünden aile dinamiklerini ve ticaret ilişkilerini ele almaktadır. Taşra motifleriyle ve sert yaşam koşullarıyla oluşturulan hikâye, sağır ve dilsiz Zeyno’nun annesinden yadigâr koyunuyla yeni bir bakış açısı geliştirmeyi tercih etmektedir. Alışılagelmiş kırsal mekân anlatılarının ötesinde odağına çocuk ve hayvan dostluğunu da ele alan filmde öne çıkan en önemli tema umut ve umuda tutunan hayatların insan yaşantısına olan etkisi olarak yorumlanabilir. Keza orta sınıf bile sayılmakta güçlük çeken bir babanın çocukları için verdiği mücadeleyi paralel olarak aile olmanın dinamiğiyle harmanlayan nahif bir anlatıdan bahsetmek de oldukça mümkün. İyi niyeti kaçınılmaz bir şekilde suistimal edilen Mehmet, bu saflığını çocuklarının rızkıyla ödemek zorunda kalır. İnancın, erkekliğin, sözün ve namusun toksikliği üzerine kurulan hikâye, nostaljik anlatısıyla pastoral bir izlek sunmaktadır.
Film bu akşam 19.00’da Kadıköy Sineması’nda ekip katılımıyla tekrar gösterilecek.