Belli başlı oyuncuların yer aldığı belli başlı hikayelerde, aynı karakterler aynı cümleleri aynı seslerden yüzlerce kez dile getirmiştir Yeşilçam melodramlarında. İnsanlarımız bu seslere kulaklarını hiçbir zaman kapamamış, salonlara koşup aynı aşklara, aynı acılara ortak olmuş, üzülmüş, ağlamış ve tüm bu cefanın bir mükafatıymışçasına, her seferinde, hikayenin sonunda birbirine kavuşan çiftlerin mutluluğuyla ayrılmıştır salondan. Televizyonun gündelik hayata girmesiyle salonlardan evlere taşınan filmler, 2000’lerin dizi döngüsü kurulana, gündüz kuşağı diye tabir ettiğimiz program salgını başlayana kadar da hususi yayın saatlerinde insanlara ulaşmaya devam etmiştir. Öyle ki dikkatinize ihtiyacı olmayan olay örgüsüyle en zahmetsiz izlencedir onlar. Daha önce defalarca izlenmiş olmaları bir tarafa, başvurulduğunda, kaçırdığınız sahnelerdeki tüm boşlukları otomatik olarak dolduracak melodram formülü nakşedilmiştir içimize. Yeri gelir, Ekrem ve Nalan’ın bir görüşte başlayan aşkları ilk darbesini aldığında sonunu bile görmeye gerek duymayız filmin. Yarın öbür gün başka bir kanalda rastlanacak Ferit ve Alev, nasıl olsa kaldığı yerden devam ettirecektir bu hikayeyi. Senaryolar, müzikler, isimler, cisimler… Her şey o kadar aynıdır ki birbirinden ayırıp hakkında konuşmayı bile beceremeyiz bu filmlerin bazen. Parça parça, sahne sahne, şarkı şarkı yer edinirler belleklerde.
Ama bir film vardır ki, hem Yeşilçam’ın o alışılagelmiş melodram kurallarına büyük oranda bağlı kalmış hem de tüm benzerlerinden sıyrılıp başlı başına bir film olmayı, dahası Türk sinemasının o yıllardan kalma sayılı övünç kaynaklarından biri olmayı başarmıştır. Auteur kavramı Türk sinemasında ismiyle anılan Ömer Lütfi Akad’ın yalın sinema dili, özgün bir aşk hikayesini mehilsiz bir büyüyle yansıtırken, ses, yönetmenlik, oyunculuk ve senaryo belki de o güne kadar ilk defa bir melodramda bu kadar itinalı bir bütünlüğe ulaşmıştır.
Toplum kurallarıyla çelişen bir ilişki
Vesikalı Yarim’in benzerlerinden ayrıştığı ilk nokta evli bir adamla bir konsomatrisin aşkını işliyor oluşudur. Ezilen, hor görülen, başına olmadık belalar gelen masum bir kadın değildir Sabiha. Daha çok Yeşilçam’ın kötü kadınına atfedilen bir mesleği, toplumun onaylamayacağı bir hayat biçimi vardır. Bu koşullara istemediği durumlar sonrasında düştüğüne dair bir aklama çabasına da girilmez filmde. Sabiha onu tanıdığımız sahneyle sunulur bize. Geçmişiyle ilgili hiçbir bilgi verilmez. Olduğu gibi kabul etmemiz beklenir. Aynı şeyler Halil için de geçerlidir. Ne meçhul bir bestekar, ne fakir mahallelerde ilham arayan bir yazar, ne de zengin bir babanın özünde iyi niyetli çapkın oğludur o. Sıradandır. Yarattıkları tesirde, bugün hala konuşulan, tartışılan bu iki karakterin derinliğinde yatan şey de bu sıradanlık, bu gerçekliktir keza.
Vuslatlarının önüne koyulan engel de başkadır. Ne sahibine ulaşması engellenen bir mektup vardır ortada, ne bir yanlış anlama, ne araya giren kötü bir adam, ne Sabiha’nın işi bırakmasını engellemeye çalışan eli silahlı adamlar, ne de oğlunun bir konsomatrisle evlenmesini istemeyen zengin bir fabrikatör… Gerçeğin kendisidir engel. Sabiha ve Halil’in aşkını ötekileştiren o gerçek, toplumun bir çözüm, bir zaruriyet olarak gördüğü evlilik bağıdır. Ve Halil ile Sabiha’nın birbirlerini çok öncesinden tanıyor olmaları gibi, onlara suç ortaklığı yapmamızı biraz olsun meşrulaştıracak bir sebep bile yoktur elimizde.
Filmin şarkılara değil, şarkıların filme hizmet ettiği bir melodram
Türün adına da yansıdığı üzere şarkılar melodram filmlerin olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Vesikalı Yarim de müziğin neredeyse hiç susmadığı, süresi boyunca ardı ardına birçok şarkının çalındığı melodramlardan biridir bu yönüyle. Ancak şarkıların film içindeki kullanımı, senaryoya, çekim yapılan mekanlara ve karakter özelliklerine uygunluğu sıradan bir filmdekinden çok daha güçlü bir etki bırakır bizde. Üzerine kitaplar, şiirler, şarkılar yazılan Vesikalı Yarim’in akademisyenlere tartışma konusu olan tılsımında herkesin hemfikir olduğu etkenlerden biri de filmdeki müzik kullanımı olmuştur nitekim. Şarkıların filmdeki yeriyle ilgili bir diğer nokta ise sinemamızdaki neredeyse tüm diğer melodramların aksine Vesikali Yarim’deki şarkıların esas karakterler tarafından değil, meyhanede sahneye çıkan birbirinden farklı kadın figüranlar tarafından söyleniyor olmasıdır.
Yeşilçam’ın dışında bir oyunculuk anlayışı
Tanıklık ettiğimiz yalın fakat kuvvetli oyunculuklar, filme değer katan unsurlardan bir diğeridir. Konusu açılır açılmaz yönetmen Ö. Lütfü Akad’ın oyuncu yönetimindeki üstün kabiliyetlerinden söz eden başrollerdeki Türkan Şoray ve İzzet Günay, filmografilerinin en değerli eseri olarak andıkları Vesikalı Yarim’den oyunculuğu öğrendikleri film olarak bahsederler. Gerçekten bir başka oynarlar bu filmde her iki oyuncu da. O güne dek daha çok komedi filmlerinde rol alan İzzet Günay, tüm külhanbeyliğine rağmen çekingenliğinden yerden kaldıramadığı bakışlarıyla, bir manavın gayriihtiyari jestleriyle hayat verir Halil’e. Şoray ise Sabiha’nın yeri geldiğinde dişiliğini yeri geldiğinde çaresiz kederini abartıdan uzak bakışlarla yansıtmasını bilir perdeye. Bir başka güzeldir Şoray bu filmde.
Yardımcı rollere gösterilen ehemmiyet de yine ayrıştırır Vesikalı Yarim’i diğer birçok yapımdan. Sabiha’nın arkadaşı Müjgan rolündeki Ayfer Feray ve Halil’in babasını oynayan Selahattin İçsel eşine az rastlanır inandırıcılıktaki performanslarıyla filme çok şey katarlar. Filmin yan rollerinde Yeşilçam’ın kadrolu yardımcı oyuncuları yerine yüzleri eskimemiş isimlerin yer alıyor olması da bir avantajdır bu anlamda kuşkusuz. Ve isimler… Belki ilk bakışta önemsiz bir detay olarak görülebilir, ancak karakterlere verilen isimlerin gerçek hayatı yansıtmaktaki başarısı da filmin o çok tuhaf, çok tanıdık tadında pay sahibidir. Takma isim olsa Sabiha mı olur?
Başka Türden Bir İstanbul, Başka Türden Bir Aşk Hikayesi: ‘’Çok eskiden rastlaşacaktık.‘’
‘’Dillendirilmemiş duyguların öyküsüdür bu. İltifata teşekkür etmek, hatalara özür dilemek gerekmez kimsenin hayatında. Cevabı iki tarafı da üzecek sorular günahtır.’’
İç içe geçmiş apartmanlar yerinde bostanların, barların yerinde meyhanelerin olduğu, votka yerine rakının, Marlboro yerine Birinci sigarasının içildiği, köprülerin açılıp kapanma saatlerinin beklendiği 1960’ların İstanbul’udur yer. Babasının mahalle arasındaki manavında çalışan Halil, evden işe işten eve sıradan bir hayat sürmekte, zaman zaman arkadaşlarıyla Ayı Fırat’ın Meyhanesi diye andıkları mütevazı bir yerde eğlenmeye gitmektedir. Kendi gibi manavlık yapan arkadaşlarından Fethi’nin bonkörlüğü tutar bir gün. Oradaki barlar en birincidir, diyerek yücelttiği Taksim’deki Şen Saz isimli, masalarının arasında konsomatrislerin dolaştığı, Şükran Ay’ın içli şarkılarının söylendiği bir müzikhole götürür arkadaşlarını. Lakin çok geçmeden üstü kapalı bahsettikleri ”başka bir mekana” geçmeye karar verir Halil’in arkadaşları. Yalnız kalan Halil bir süre sonra kalkmaya yeltenirken, sigara dumanlarının arasından saçlarını tek omzunda toplamış iri gözlü, sarışın bir dilber belirir gözlerinin önünde. Şarkı susar, meyhanedeki kaba gürültü kesilir, zaman durur o an. Gilda filminin sinema okullarında temsil olarak gösterilen kadraja giriş sahnesini gölgede bırakan bir edayla bütün bakışları kaplar Sabiha. Bir sigara içebilir miyim? Yakar mısın?..
İkisi de yanmıştır artık. Konsomatris Sabiha ve evli bir adam olan Manav Halil… Zaman seyrine döndüğünde kulaklarımıza çalınan şarkı başkadır. Ben melanet hırkasını / Kendim giydim kime ne? / Arı, namus şişesini / Taşa çaldım kime ne?
O gece gün ağarana kadar Beyoğlu meyhanelerini arşınlayan ikili, sabahı Sabiha’nın evinde eder. Birkaç soru sorarlar birbirlerine, ama daha çok susarlar. Sabiha, Halil’e içkiye, eğlenceye alışmamasını tembihledikten sonra uyumak için çekilir odasına. Dedik ya köprünün açılmasını kapanmasını beklemek gerekirmiş o yıllarda. Gitme vakti gelene kadar salondaki kanepeye uzanıp uyur Halil de. Hiçbir şey geçmez aralarında. Başka erkek olsa, o kadar masraftan sonra…
Ne var ki Sabiha’nın nasihatine kulak asmayıp kolunda vesikalısına getirdiği meyve sepetiyle Şen Saz’da alır soluğu Halil ertesi akşam. Sabiha küçümser önce, hor görür garip bir şaşkınlıkla. Belki de bulunduğu ortamla tezat düşen kendi duygularıdır alaya aldığı. Ama sonra pişman olur tavrından, gelir manavın masasına. Hani gelmeyecektir, niye gelmiştir? Neden gözlerinin içine bakmakta zorlanmaktadır. Aşikâre hoşlandım. Hoşlanmaktan da beter mi ne…
Yol yordam bilmeyen Halil birlikte gitmeleri için para verebileceğini söyleyince atışırlar ama! Sabiha bir müşterisinin masasına, Halil sokaklara atar kendini sonra. Meyhanenin kapanma vakti gelince, çıkış kapısı önünde babası yaşında bir adamla kaç saat kalacağının pazarlığını yapan Sabiha, saatlerdir sessizce dışarıda bekleyen Halil’i görür bir sokak arkada. Sokağın ardındayım / Saatin dördündeyim / Eller tatlı uykuda / Ben senin derdindeyim
Beklediği son işaret budur belli ki. Koşup tutar elini artık düşünmeye gerek duymadan. Yıllarca bunun için beklememiş midir hem? Sabiha içki masalarından, Halil evinden, babasının manavından çeker kendini. Birlikte Sabiha’nın evinde yaşamaya başlarlar. Halil, Beyoğlu’na açtığı küçük bir tezgahta portakal, limon satıp yeni evi için alışveriş yapmaktadır. Hafta sonları Ayı Rıfat’ın meyhanesi yerine sevdiceğiyle İstanbul tepelerini, deniz lokantalarını uğrak yeri yapmıştır. Nerelere gidip neler yapıyorsak bende hepsi ilk. Sabiha ise yalnızca O’nun için giyinip kuşanmakta, mükellef sofralar kurmaktadır. Bu evi şimdi seviyorum. Ondan evvel, ne bileyim, bir barınaktı sadece. Şimdi ev oldu.
Bu böyle nereye kadar devam eder derken Halil’in arkadaşları çıkagelir Şen Saz’a. Sabiha’nın iş arkadaşı Müjgan’a söylerlerken öğreniriz biz de Halil’in evli olduğunu. Belki sonradan daha çok üzülür diye korktuğundan, belki iş arkadaşı gittikten sonra iyice yalnızladığından, belki de bir sebep bile aramadan… Müjgan ertesi gün Sabiha’ya anlatmaya gider ilk iş. Evliymiş. İki de çocuğu varmış!
İnanır mı Sabiha? Patronuyla arkadaşı birlik olup meyhaneye geri dönmesi için böyle bir yalan uydurmuşlardır sonunda işte. Peki Halil’in zaman zaman dalıp gitmeleri nedendir öyleyse? Ailesinden, evinden konuşmaktan ısrarla kaçısı? Sabiha’nın bahsederken ”kendimi katmıyorum” dediği evlilikten laf açıldığında Halil’in haletiruhiyesi? Çok kıymetli bir şey bulursun da sonra bulduğuna bile bin pişman olursun. Nereye koyacağını bilemezsin öyle mi? Bir matah gibi!
Ne inanabilir duyduklarına Sabiha, ne hiç duymamış gibi davranabilmeyi becerebilir. Ne gözleriyle görmeye gidebilir, ne açık açık sormaya cesaret edebilir. Öyle ya, dillendirilmemiş duyguların öyküsüdür bu. Polisler kavgaya karışan Halil’i sormak için eve geldiklerinde ikisi de birbirlerinin durumdan haberdar olduklarını bile bile susar. Halil hapishaneye düştüğünde babası ziyarete gitmeyişinin sebebinin inat ya da kızgınlık değil, ziyaretinin oğlunu utandıracağı düşüncesi olduğunu söyler. İltifata teşekkür etmek, hatalara özür dilemek gerekmez kimsenin hayatında. Cevabı iki tarafı da üzecek sorular günahtır. Hep dilimin ucunda. Evli misin? Sonra duymuş gibi başını kaldırışı, yüzüme bakışı, bir şey mi dedin diye sorması, o anda korkudan donup kalmam… Ya sorsaydım, ya evliyim deseydi… Ya da niye sordun, bana inancın yok mu dese… Darılıp kızsa… Bilmiyorum… Bilmiyorum.
Dalıp dalıp giden Sabiha’dır bu sefer. Ayrılmayı denese de başaramaz başta. O zaman gidip görecektir gözleriyle. Kocamustafapaşa’daki manavdır gideceği yer. Aile, toplumsal roller, yargılar, gelenekler, pişmanlıklar… Hepsi bu küçük dükkanda kesişmiştir. Aşması bütün engellerden daha zor, yüzleşmesi bütün gerçeklerden daha sancılıdır bu yüzden. Göreceğini görmüş, anlayacağını anlamıştır Sabiha. Herkes haklı bu işte.
Yine de yüzüne vuramaz Halil’in. İki tarafın da üzülmesi reva değil ya, kendini düşürmeye çalışır Halil’in gözünde. Yeniden konsomatrisliğe başlar, bıktım der, sıkıldım der. Denedim, yapamadım, bana göre değilmiş der. Bazen dayanamayıp döner, af diler. Hatırlayınca yeniden saldırır, acıtır, kırar, kahreder. Ama Halil hiç vazgeçmez. Ve hiç bilmez Sabiha’nın evli olduğunu bildiğini, bundan yaptığını her şeyi. Halil hapishaneye düşünce, benim gibi unutmuştur o da, der Sabiha Müjgan’a. Senin gibi unuttuysa… Unutmak buysa!
Kimselere görünmeden evine kapanır bekler Sabiha bir yıl boyunca. Ama o manav dükkanı aklına her gelişinde vazgeçer her şeyden bir daha. İşin içinde başka bir kadın olsaydı… Uğraşır baş ederdim ama… Aileyle, çocuklarla baş edilmez. Tam Halil serbest kalacağı gün yeniden döner içki masalarındaki yıllanmış konumuna. Unutmuştur der ama, olur ya geleceği tutarsa o halde görsün, büsbütün vazgeçsin ister O’ndan. Bu sefer başaracaktır da. Kimseye etmem şikayet / Ağlarım ben halime / Titrerim mücrim gibi / Baktıkça istikbalime
Sessiz bir kabullenişle evine dönen Halil’i sessiz bir kabullenişle karşılar ailesi. Çiçekle kumaşlarla kaplanmış sedire oturup koyar karşısına Sabiha’nın armağanı sigara tabakasını ve tesbihi. Bir evinin kanatlı ahşap penceresinden dışarı bakar, bir önünde duran hatıralara, bir de evin köşesine istiflenmiş, evliliğinin bir nevi simgesi olan gelin sandığına. Yaşanan her şeyi, üzerine döşeklerin yığıldığı sandığın içine hapsetmektir en iyisi belki de.
Filmin o unutulmaz finalinde ağlayan Sabiha’dır belki. Ancak filmin önceki sahnelerinde de olduğu gibi yine Halil’i anlatır çalan şarkılar. Gözler Sabiha’nındır, şarkılar Halil’in… Gözyaşların boşuna / Düşmem artık peşine / Yansın yüreğin yansın / Şimdi de bende sıra / Kalbimi kıra kıra / Bıraktın bir hatıra / Günahını yalancı dudaklarında ara
Vesikalı Yarim’in finaliyle ilgili son sözü filmin senaristi Safa Önal’a bırakalım:
”Onların bir araya gelmesine imkan ve ihtimal yoktu. Başlangıçtan itibaren imkansız bir aşkı deniyorlardı. Yürüyemezdi o aşk. Yani Sabiha oradan çıkamazdı. Kenar semtin delikanlısı, evli, çocuk babası Halil de saz kadını Sabiha ile yaşamları boyu yapamazdı. Yani ayrılık tanıştıklarından itibaren vardı. Ama onlar imkansızı denediler. Aşk buydu zaten!..”
Melodram mıdır, benim şüphelerim var. Bellki de melodram olmadığı için bu kadar iyi bir film olarak hafılarımıza kazındı.
yıllar sonra yeniden seyretmek öyle iyi geldi ki.Ne güzel filmlerimiz de var bizim dedim. Yaşamı aşkıyla, toplumsal sorumluluk ve sorunlarıyla,acısıyla…kolaya kaçmadan, yaşayan sanki bizmişcesine, harika görüntü ve oyuncularıyla….ağlayan İstanbul’u da arkadan geçirerek hüznün şarkılarıyla….çok iyiydi film
.
Bu filmi ilk defa geçenlerde ödev için izledim. Şimdi de bu yazı çıktı karşıma. O kadar güzel, o kadar hoş betimlemişsiniz ki hayran kaldım doğrusu. Her satırda bire bir filmdeki sahneleri hatırladım, canlandırdım tıpkı bir film şeridi gibi aktı gitti gözümün önünden.