Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.*
Güney Amerika’nın mütevazı ülkesi Uruguay’dan mütevazı bir film çıkageldi 2004’te. Adından o kadar çok söz ettirdi ki sinemayla biraz olsun ilgilenen herkes, izlese de izlemese de bir yerlerde duydu, bir yerlerden hatırladı bu filmi. Ülkemizde gösterime giren Uruguay yapımı ilk film olmak gibi bir özelliği vardı. İsmi ise sanılanın aksine bir Britanya içkisinden değil, fotoğraflarda mutlu görünmek için söylenen ”cheese” kelimesinin Latin Amerika’daki ikamesinden geliyordu.
Filmin genç yönetmenleri Juan Pablo Rebella ve Pablo Stoll 2001 yılında dostlarının yardımıyla çektikleri 25 Watts ile sinemaya adım atmış ve Güney Amerika sinemasının gelecek vadeden isimleri arasındaki adilane yerlerini almışlardı. Bu filmden üç yıl sonra, bu kez Whisky ile takipçilerinin karşısına çıkan ikili, beklentileri boşa çıkarmayarak modern bir başyapıta imza atmış, böylelikle genç kameraları dünyaya açılmıştı. Özellikle Cannes Film Festivali‘nde aldıkları ödülden sonra gelecekte adlarından sıkça söz ettirecekleri konuşulurken 2006 yılında üzücü bir haber bu heyecan verici birlikteliği noktaladı:
Yönetmenlerden Juan Pablo Rebella bilgisayarının başında kendini vurarak intihar etmişti. Masasının üstünde yarısı boşaltılmış bir şişe viski vardı.
Birbirinin aynı günlerin tekrar tekrar yaşandığı orta sınıf bir Montevideo mahallesinin bakımsız çorap konfeksiyonlarından birindeyiz. İşyerinin altmışına merdiven dayayan sahibi Jacobo’yla, onunla aynı yaşlarda yalnız bir kadın olan Marta ve ebeveynlerinin adı Marta ya da Jacobo olmayan iki genç kız çalışıyor burada. Küçük radyoda o gün hangi programın dinleneceğine karar verilmesinden başka değişkenlik payı olmayan düzenlerinin anlatılmaya değer bir hikaye haline gelmesi Jacobo’nun Brezilya’da yaşayan ve kendisi gibi çorap imalatıyla uğraşan nispeten daha mutlu ve başarılı erkek kardeşi Herman’ın bir yıl önce ölen annelerinin mezar taşı merasimi için şehre gelmesiyle gerçekleşiyor. Aralarındaki husumeti geçmişte bırakamayan Jacobo, kardeşini mutlu bir hayat sürdüğüne ikna edebilmek için çalışanlarından Marta’ya birkaç gün boyunca eşi gibi davranmasını teklif ediyor. Pek de heyecan verici bir hayatı olmadığını kolaylıkla tahmin edebileceğimiz Marta düşünmeden kabul ediyor bunu. Temizlenen eşyalar, ütülenen elbiseler, yenilenen resimler ve suratlardaki Whisky gülümsemesiyle hem yaşayacakları ev hem de karakterlerin kendileri bir evliliğin parçası olduklarını hissettirmeye başlıyor.
Üç ana karakter ve onların yer yer zoraki bir tiyatro oyununa dönüşen ilişkileri üzerine kurulan filmde her karakter başka bir amaçla ve kendine has bir bakışla hikayenin içinde yer alıyor: Tek isteği acınacak durumda olmadığını göstererek nefret beslediğini ileri sürebileceğimiz kardeşinden intikam almak olan Jacobo, nadiren konuşan sert mizaçlı biri. Kardeşinin aksine hemen hemen her konuda söyleyecek bir şeyleri olan Herman tüm neşesine karşın hayatında bir takım eksiklikler hisseden, takdir edilme ihtiyacı içinde bir adam. Bu keşmekeşe gönüllü olarak dahil olan Marta’nın aradığı şey ise salt mutluluk… Montevideo’da geçirdikleri birkaç gün isteklerine ulaşabilmeleri için yeterli olmayınca yakınlardaki sahil şehri Piriapolis’te fazladan birkaç gün daha geçirme fikri ortaya çıkıyor. Sözüm ona dört yıldır karı-koca olan çiftin evlilik kurgusu hesapta olmayan seyahatle birlikte iyiden iyiye kendini gösteriyor. Yıllara dayanan monoton iş arkadaşlıklarının alyanslı bir uzantısı olan ilişkileri Herman’ın gözünde en ufak bir inandırıcılık problemi çekmiyor. Zira bu kanaatkar, tekdüze ve sıkıcı evliliğin Herman’ın bildiği diğer evliliklerden hiçbir farkı bulunmuyor.
Hayatları boyunca bir rekabet içinde olduklarını anladığımız Herman ve Jacobo arasında ilk etapta bir imdat çekici etkisi yaratıyor Marta. Kırılgan nezaketiyle iki tarafın da daha kontrollü, daha olgun davranmalarına sebep oluyor. İki kardeş arasında bir iletişim kurulduğundan bahsedebileceğimiz sahneler de böylelikle söz konusu olabiliyor. Lakin günler geçip ilişkiler kendi rutinini yeniden yaratmaya başlayınca o yapmacık ”çok iyi zaman geçiriyoruz” günleri de geride kalıyor ve kardeşler arasındaki rekabet, ödülü Marta olan gizli bir mücadeleye dönüşüyor.
Yenilen yemekler, karşılıklı hediyeler ve ortak pişmanlıklar karakterler arasında kıskançlığa dayalı bir gerilim duygusu yarattığı gibi istem dışı bağlar da örmeye başlıyor. Ancak yeni bir bağ isteyen kim?..
Bu noktada Marta’dan biraz daha bahsetmek gerekiyor.
Uğruna özenerek giyineceği bir eş, Iguazu şelalelerinde geçirilmiş formalite bir balayı ve yatağının ucundaki komodine konmuş bir bardak su Marta’nın mutluluk tanımını doldurmaya yetiyor. Yalnız geçen yıllarını sığınağı andıran izbe bir konfeksiyonda çalışarak geçiren Marta, kendini birdenbire okyanus kıyısındaki şirin bir yerleşkede bulunca ilkgençliğine terk ettiği ümitleri yeniden hayat buluyor. Hırstan, öfkeden ve çıkarlardan uzak, küçük mutlulukları hesap eden ümitler, filmin başından itibaren karakterler üzerinde gerçekleşmesini beklediğimiz kırılmanın Marta vasıtasıyla cereyan edeceğinin işaretlerini veriyor. Çocukluğundaki gibi cümleleri tersten okumayı deniyor, yeniden sigara içmeye başlıyor, giydiği kıyafetlerdeki pembe tonlarının ağırlığı her geçen gün artıyor. Mirella Pascual‘ın üzerinde ne kadar konuşulsa az kalacak bir performansla ete kemiğe büründürdüğü Marta her yeni sahnede biraz daha değişiyor, bildiğimizden başka bir biçimde güzelleşiyor. En nihayetinde pasif bir katalizör olarak girdiği bu üç taraflı etkileşimden başkalaşarak çıkan tek kişi o oluyor. Ama değişim beklenenin aksine bir kurtuluşa değil, bir tükenişe zemin hazırlıyor. Marta’nın bütün çocukluğa dönüşlerinin ardından ergenlik geliyor.
Marta’nın hikaye içindeki yerleşimi, kurguya yönelik tercihlerde de önemli rol oynuyor. Güney Amerika sinemasının doğrudan ve atak dili yerine Avrupalı meslektaşlarını anımsatan sade ve dingin bir anlatımı yeğleyen yönetmenlerin en belirgin müdahaleleri, kilit karakter konumundaki Marta’nın sonuçları belirleyecek hiçbir eylemini es geçmeyen eksiltmeler oluyor. Herman’la birlikte olup olmadığı, yazdığı notta neden bahsettiği, konfeksiyona geri dönüp dönmeyeceği gibi dönüm noktaları, imalarla desteklenen soru işaretleri şeklinde seyircinin değerlendirmesine bırakılıyor. Karakterleri dikkate aldığımızda, zaman ve duygu düzleminden yapılmış taraflı seçimlerden arta kalanlar olarak yorumlayabileceğimiz eksiltmeler, böylece, senaryonun her köşesinde izine rastlayabileceğimiz Whisky esprisiyle ters perspektiften bir ilişkilendirmeyi mevzubahis ediyor.
Whisky’nin insanlarında duygulardan bahsetmek ölümcül bir yasak işlevi görüyor. Yalnızlığın bir güç mü yoksa bir zayıflık mı olduğu çelişkisi bütün duygulara ket vuruyor. Gündelik telaşlar ve çıkarlar daha ağır basıyor. Jacobo gibi ketum ya da Herman kadar boşboğaz olmanın bu anlamda bir belirleyiciliği olmuyor. Tüm kararlar zamana bırakılınca kötü anılar iyi olanlardan daha çabuk unutuluyor. İş geçmişi hatırlamaya geldiğinde herkes biraz hile yaparken, ben mutluydum, diyebilmenin işbirlikçiliğini yapmak resimlere bırakılıyor. Danışıklı yalanlar sahte tebessümlerle kıvrılan dudaklarda bekliyor, birisi çıkıp resimdeki mutluluktan bahsediyor, herkes güle oynaya inanıyor.
Whisky şişesi hiç boşalmıyor.
*Behçet Necatigil – Sevgilerde