Amerikan sinemasının usta yönetmeni Martin Scorsese’nin merakla beklenen son filmi The Wolf of Wall Street, Scorsese ile Leonardo DiCaprio’nun beşinci işbirliği. Scorsese’nin yirmi üçüncü filminde (belgeseller hariç) bugüne kadarki en uzun süreli filmine imza atması (180 dakika) aslında tesadüf değil. 72 yaşına gelen usta yönetmen en az 2,5 saat süren, sinema tarihine göndermelerle dolu bol diyalog içeren uzun sahneler barındıran, başrol oyuncularına ödül törenlerinde ön plana çıkmalarını sağlayan unutulmaz kompozisyonlar kazandıran filmler çekmeye 1977’de New York, New York ile başlamıştı. 155 dakikalık film, Scorsese’nin 2,5 saatin üzerine çıkan ilk filmiydi ve her haliyle anaakım sinemaya karşı duruyordu. The Wolf of Wall Street de tıpkı New York, New York gibi anaakım sinemaya kafa tutuyor.
1990’ların ünlü yatırım şirketi Stratton Oakmont’un kurucusu, zeki borsacı Jordan Belfort’un otobiyografisinden uyarlanan filmde Scorsese, Goodfellas (1990) ve Casino’da (1995) çok iyi başardığı biyografik suç filmi kalıbını burada biyografik suç komedisine çevirerek işe başlıyor. Goodfellas ve Casino ile beraber ele aldığımızda “üçleme” olarak nitelendirebiliriz, zira yine Scorsese etkili dış ses anlatısıyla açılan, suç dünyasını gözler önüne seren, 150 dakika ve üzeri süreye sahip olan bir filmle karşılaşıyoruz. The Wolf of Wall Street’i diğer iki filmden ayıran en büyük özellik içerdiği komedi dozunun fazlalığıyla doğru orantılı olarak sert ve şiddet içeren sahnelerinin azlığı oluyor. Buna rağmen kimi anlarında aniden surata sıçrayan kan ve kadının karnına atılan yumruk gibi sahnelerle Goodfellas acımasızlığını da hissettirmeyi ihmal etmiyor.
Ana karakterin örnek aldığı kişi sayesinde suç dünyasına girmesi Scorsese’nin en sevdiği giriş bölümlerinden biridir, tıpkı Goodfellas’ta Ray Liotta – Robert De Niro ve Casino’da Robert De Niro – Joe Pesci arasında kurduğu formül gibi. The Wolf of Wall Street’te ise örnek alınan karakter Matthew McConaughey’nin canlandırdığı Mark Hanna oluyor fakat Scorsese burada bir değişikliğe giderek seyirciyi şaşırtıyor. Restoranda geçen on dakikalık bir diyalog sahnesinde Belfort’u etkisi altına alarak hayata bakış açısını değiştiren Hanna karakterini şirket battıktan sonra film boyunca bir daha hiç görmüyoruz. Radikal bir adım olarak değerlendirebileceğimiz bu hamle Belfort’u kısa sürede edilgenlikten etken olan sürece taşımaya başlıyor.
Scorsese, küçük işlerle başlayıp büyüyerek suç imparatorluğu haline gelen bir grup insanın hikayesini kalıp olarak yine bildiğimiz tarzda aktarıyor, zira filmi “suç dünyasına girme aşaması”, “suç imparatorluğu haline gelme”, “güç sarhoşluğu ve şaşaalı dönem”, “suçlu – ajan ilişkisi” ve “maddi ve manevi açıdan kaçınılmaz çöküş” şeklinde beş epizotta özetlemek mümkün. Biçim ve içerik ise hikaye örgüsünün gelenekselliğinin aksine görsel ve kurgusal açıdan çok fazla yenilikçi, dinamik hamleler barındırarak Scorsese’nin “destansı suç komedisi” oluşturma çabasına büyük katkı sağlıyor. Slow motion çekimlerle hareketli müziği harmanlama, dramatik bir sahneyi televizyondaki Temel Reis görüntüleriyle paralel olarak kurgulama gibi çılgın fikirler filmi her anında izlenilir kılmayı başarıyor.
Yüksek ikna kabiliyeti ve çok iyi bir motivasyon konuşmacısı olan Belfort’un çalışanlarını da kendisi gibi ahlaksız sistemin çarkı içerisinde açgözlü, güce ve paraya tapan insanlar haline getirmesi şirket ortamını paranın sürekli eğlenceye harcandığı bir karnaval ortamına dönüştürüyor. Kadın bir çalışanın saçlarının 10 bin dolar karşılığında sloganlar eşliğinde sıfıra vurdurulmasından, hedef tahtasına cücelerin fırlatılmasına kadar birçok uçuk fikrin cirit attığı bu şirket içi sahnelerde Scorsese’nin özellikle görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto ile kurgucu Thelma Schoonmaker arasında güçlü bir bağ kurabildiği göze çarpıyor. Öyle ki, kameranın geniş açılı objektiflerle ve kaydırma hareketleriyle adeta tüm ofise hakim olduğu sahnelerin müzik seçimleri ve sıçramalı kurgu ile beraber güçlü bir dinamizm kazandığı aşikar.
Suç filmi kalıbının vazgeçilmez suçlu – polis arasındaki çatışma boyutu ise Scorsese’ye yakışır bir şekilde işliyor. Belfort ile ajan Denham’ın (Kyle Chandler) ilk buluşmalarında Michael Mann’in Heat (1995)’indeki gibi bir ciddiyetin ve tekinsizliğin aksine, oldukça eğlenceli ve sıradan gözüken fakat iç seslerinde av – avcı konumunda birbirlerine karşı tetikte olan bir portre çiziliyor. Misal, Leonardo Di Caprio’nun aşırılığı ile Kyle Chandler’ın sadeliği arasındaki uçurumun elbette başladığı gibi sahtelik kokan dostane diyaloglarla devam etmeyeceğini biliyoruz, zira sosyal statüsü ve ahlaki değerleri birbirine tamamen zıt iki insanın bir noktadan sonra gerçek yüzlerini göstermesi beklediğimiz gibi kaçınılmaz oluyor.
Belfort’un gerçek hayat hikayesini bilenler günümüzde hala etkili bir motivasyon konuşmacısı olup konuşma başına 30 bin dolar aldığını biliyorlar. Filmin esas sorusu, Belfort’u yakalayan FBI ajanı Denham’ın metroda bankaların sömürdüğü yorgun ve mutsuz görünümlü insanların arasında yolculuk ederken düşündüğü sahnede gizli. Son sahnede gerçek Jordan Belfort’un karakter olan Belfort’u takdim etmesi ve son plandaki genel görüntüde insanların Belfort’a olan bakışları ise aslında sorunun cevabını veriyor.
Scorsese yaşlandıkça daha da bir gençleştiğini kanıtlarcasına seks – para – uyuşturucu denklemindeki tüm aşırılıkların sınırlarını zorlayan, eğlenceli, dinamik ve akıcı bir başyapıt ortaya koyarak şaşırtmaya devam ediyor. Trainspotting (1996) ve Requiem for a Dream (2000) ile rahatlıkla yarışabilecek, 10 dakika süren, karakterlerin uyuşturucu etkisinde olduğu sekans ise sinema tarihine geçecek kadar güçlü. Leonardo Di Caprio ve Jonah Hill’in Oscar’a aday olan güçlü karakter oyunculukları, Margot Robbie’nin büyüleyici güzelliği, Jean Dujardin’in mizahi yönü kuvvetli İsviçreli banker tiplemesi, Matthew McConaughey’nin 10 dakikada bile şaşırtmaya yeten performansı, Kyle Chandler’ın sade ama etkili ajan portresi ve Rob Reiner – Jon Favreau – Spike Jonze gibi yönetmenlerin kısa rollerde yer alması ise filmi oyunculuklar konusunda tadına doyum olmayan bir mertebeye ulaştırıyor.
Yönetmenin en büyük özelliği olan tamamen zıt iki insanın bir noktadan sonra gerçek yüzlerini göstermesi senaryosu bu filmde de sonuna kadar işlenmiş, ayrıntısına ve karakterlere özellikle girmeyeceğim, izlediğinizde göreceksiniz, başrol ve ilk eşi dediğimde ne dediğimi anlayacaksınız. Senaryonun en vurucu yerlerinden biri maaşlı ve namuslu kişiliklerin paranın müridi olan diğer kişiliklerin karşında zaman zaman yaşadığı ezik durumlar, her şeye rağmen kişiliklerinden vazgeçmemeleri.
Yönetmen yine en iyisine ulaşmış ve bence kendini de aşmış. Filmin yönetmenini bilmeden izleseydim Scorsese olduğunu bilirdim. Ama yeni kamera teknikleri, müzik ve kurgusu, muhteşem oyuncuları ile Scorsese’nin yüreğine, Caprio’nun gönlüne sağlık.
Filmi izledikten sonra ilk yaptığım harıl harıl hakkında eleştiri yazıları okumaktı. Birkaç eleştiri okudum fakat filme göre çok yüzeysel yazılardı. Bu yazı filmin hakkını vermiş. Scorsese’nin ustalığına yaraşır bir yazı olmuş. Yazarın eline sağlık.
Goodfellas ve Casino ile bir üçleme oluşturduğuna katılıyorum; gerçi Wall Street’teki komedi unsurları çok fazla ve diğer iki filmin ağırlığı yok. Ama dediğiniz gibi Scorsese yaşlandıkça daha bir gençleşmiş, aslında tam bir Scorsese filmi ama diğer filmleriyle kıyaslayınca oldukça şaşırtıyor. Leonardo harikaydı yine, birçok kişi Scorsese artık Leonardo’yu oynatmasın yeter diyor ama katılmak mümkün değil.Titanic’teki bebek yüzlü ciddiye alınmayan adam günümüzün en güçlü oyuncularından biri oldu, her filmde ayrı bir karaktere giriyor.