Zaten en dipteyken daha ne kadar dibe inebilirsiniz ki… Ya da küçük bir hata sizi ne kadar dibe çekebilir?
Uyuşturucu bağımlılığı ya da uyuşturucu kartelleri, sinemada her zaman mükemmel örneklere konu olmuştur diyemeyiz. Fakat bazı felaketlerle karşılaşmış olmamız, aynı zamanda bu gibi konuların sinemanın – özellikle de bağımsız sinemanın – en iyi örneklerine konu olduğunu söyleyemeyeceğimiz anlamına gelmez. Sonuçta uyuşturucu bağımlısı sevgilisinin peşinden giderek hayatını mahveden kız hikayesinin ötesine bir şekilde geçildiği an, ortaya başyapıt sayılabilecek seviyeye kadar ulaşabilen filmler çıkabiliyor. Black’s Game her ne kadar bunlardan biri olmasa da en azından “güçlü” diyebileceğimiz mertebeye oldukça yakın bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Rotterdam ve Edinburgh gibi festivallerden sonra FilmEkimi 2012 kapsamında ülkemizde gösterilen, geçtiğimiz yıl Drive (Sürücü) adlı filmle adını tüm dünyaya duyuran ve gelecek yıl çok daha güçlü bir yapım olarak kabul edilen Only God Forgives ile karşımıza çıkacak olan Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn’in yapımcılığını üstlendiği Black’s Game İzlanda yapımı bir gerilim filmi. Aslında sadece gerilimden ö,te biraz komedi biraz aksiyon ve bolca dramla karıştırılmış karanlık ve güçlü bir yapım.
Black’s Game‘de, Rejkjavik tarihinde gerçekten yaşanmış olayların kurgusal karakterlerle dramatize edilmiş halini izliyoruz. İlk uzun metrajlı yönetmenlik denemesiyle karşımıza çıkan Oskar Thor Axelsson bu olayları karakterlerin etrafında korkutucu ya da gerici bir şekilde döndürmekten çok işin eğlence kısmına daha fazla yer veriyor. Karakterlerimiz işlerini, küçük bir uyuşturucu karteliyken tüm şehri ele almış şiddet dolu ve tehlikeli bir suç endüstrisine dönüştürülüyor. Lola rennt (Koş Lola Koş) ve Trainspotting gibi filmlerin yüksek temposunu ve bitmek tükenmek bilmeyen enerjisini örnek alan Black’s Game ayrıca Oslo, 31. August (Oslo, 31 Ağustos) ya da Requiem for a Dream (Bir Rüya İçin Ağıt) gibi etkileyici yapımların ağır ve karamsar havasını hissettiriyor.
90’lı yılların sonuna doğru Stebbi (Thor Kristjansson), bir bar kavgasına karışır ve başı belaya girer. Nezaretten çıktığında oldukça garip huyları olan çocukluk arkadaşı Toti (Johannes Haukur Johannesson) ile karşılaşır. Toti, Stebbi’ye büyük bir iyilik yapar ve onu mahkum edilmekten kurtarır, fakat karşılığında da büyük bir iyilik bekler. Bu iyiliği kayıtsız şartsız kabul eden Stebbi, artık Toti’nin başında olduğu uyuşturucu kartelinin bir üyesidir ve yeni ismi Psikopar Stebbi’dir. Toti, çok geçmeden Bruno (Damon Younger) ile ortak olur ve artık iş iyice büyümüştür. Uyuşturucu ithalat – ihracatı gerçekleştiren bu küçük çete büyüdükçe şiddetli ve tehlikeli bir boyuta ulaşır. Toti’nin amacı yeraltı dünyasını yaptığı planlarla modernize etmekken Bruno’nun istekleri çeteyi suçluların kalbi yapacaktır.
Black’s Game, bilinen gerilim filmleri gibi normal seyirde ilerlemezken adeta kendi içinde evrim geçiriyor. İçiçe geçen sürükleyici hikayeler izleyiciyi öyle bir alıp götürüyor ki bazen nerede olduğunuzu merak ediyorsunuz. Adeta beyninizi kirletip sonra da yıkayıp temizleyen Black’s Game‘in başkarakteri Stebbi, kontrolünün dışında gelişen olaylarla hikayeyi inşa ettiği gibi yıkıyor ve bu, sizi gerilimin içine çekmeye fazlasıyla yetiyor.
Karakterler işlerinde başarının doruğundayken çetenin “yeni” psikopat ruhlu lideri Bruno’nun, pozisyonunun verdiği anlamsız güçle yapacağı şey gerçek anlamda kontrolün kaybolmasına neden oluyor. Devasa bir kutlamada gerçekleşen bu olay hem karakterlere hem de seyirciye büyük bir şok yaşatıyor ve filmin boyutu bir anda değişiyor. Zaten pek parlak olmayan havayı tamamıyla karanlık tarafa çekerek boyutu değiştiren bu olayı hem seyircinin hem de tecrübe eden karakterlerin unutmasını imkansız kılıyor.
Filmle ilgili hevesinizi ve üzerinizde yaratacak olduğu etkiyi azaltmamak için daha fazla detaya inmeden devam edecek olursak, filmde kurulan en büyük bağ kesinlikle Toti ve Stebbi arasındaki kuvvetli arkadaşlık. Johannes Haukur Johannesson ve Thor Kristjansson gibi İskandinav ülkelerinin yeni yetenekleri, kendi karakterleri içerisinde bu bağı kurarak seyircisinin de filmle ve karakterlerle güçlü bir bağ kurabilmesinin en büyük sebebi. Johannesson ve Kristjansson’ın yanında Damon Younger da oldukça iyi bir aktörlük örneğiyle, filmin en can alıcı noktasında harika bir performans sergiliyor. Filmin anahtar sahnelerinde en iyi oyunculuklarını gözler önüne koyan bu üç aktör de takdiri hak ediyor. İkinci kez bir sinema filminde rol alan Black’s Game‘deki meşhur kartelin bayan üyesi Dagny’i canlandıran Maria Birta ile ise ilerleyen zamanlarda büyük yapımlarda karşılaşacağımız kesin.
Black’s Game’de iyi olan şeyler yalnızca oyunculuklar ve iyi hazırlanmış senaryosu değil elbette. İzleyince aklınızdan kolay kolay silinmeyecek ve zihninizde sonsuza dek yer edecek çarpıcı sekanslar göreceksiniz. Çetenin uyuşturucu alım – satım operasyonlarını gerç,ekleştirdiği anlar gibi… Bunlar filmi iyi gösteren ve ayrıca ne denli başarılı çekilip kurgulandığını kanıtlayan demirbaşlar.
Filmi genel olarak satmaya çalışmaktansa karakterlere ve hikayeye yoğunlaşarak stilize edilmiş olan Black’s Game, küçücük ve basit bir hikayeyken, aynı karakterleri ve senaryosundaki iş gibi bir anda büyüyen ve devleşen güçlü, ciddi ve karanlık bir film. Stefan Mani’nin aynı adlı romanından uyarlanan Black’s Game‘i çarpıcı müzik kullanımı, şok edici sürpriz dönüşleri ve çizgisinden sapmamasıdır belki de bu denli iyi kılan, bilinmez… Fakat yine de saygı duyulması gerektiğini düşündüğüm ve aynı zamanda muhakkak izlenmesi gereken sağlam bir gerilim filmiyle karşı karşıya olduğunuzu yeniden belirtmekte fayda var.