İki hafta boyunca 8 salonda, 593 seansta, 25 bölümde 50 ülkeden 245 yönetmenin, uzun ve kısa metrajlı toplam 357 filminin gösterildiği, toplam 135 bin sinemaseverin izlediği 33. Uluslararası İstanbul Film Festivali,19 Nisan Cumartesi akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen ödül törenin ardından son buldu.. Söyleşilerin, panellerin, atölye çalışmalarının ve özel partilerin de yer aldığı festival programında izlediğimiz filmler arasından, geçen yıl olduğu gibi yine aklımızda en çok yer edinen 20 filmi derledik sizler için.
Seçim aralığımızı daraltmak adına 2013 ve 2014 yapımı filmleri dikkate aldığımız notunu da düştükten sonra lafı daha fazla uzatmadan 33. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Fil’m Hafızası yazarlarının radarına takılan 20 filmi beğeninize sunuyoruz.
Keyifli okumalar!
*Not: Liste alfabetik sıralanmıştır.
Adalet Peşinde (The Verdict, Jan Verheyen, 2013)
Eşini bir psikopatın vahşice saldırısı sonrası, yedi yaşındaki kızını da bu saldırı sırasındaki kaza sonucu kaybeden Luc Segers‘in acısını hafifletecek tek şey katilin yakalanıp ağır bir cezaya çarptırılması olacaktır. Katil, çok kısa bir zamanda yakalanır ancak hemen sonra mahkeme tarafından salıverilir. Çünkü bir dosyanın altında savcının imzası yoktur. Bu küçük usul hatası yüzünden deliller yok sayılır ve dava düşer. Luc Segers için adaleti kendisinin sağlamasından başka bir çare kalmamıştır. Hapse giren katil değil, katili öldüren Luc Segers olunca kamuoyunda infial olur. Medyanın da ilgisi ile olay bir anda Belçika Hukuk Sistemi’nin sorgulandığı, ülkenin en önemli davalarından birine dönüşür.
Luc Segers’i oynayan Koen De Bouw’un performansı, filmin kurgusu ve baştan sona temponun düşmemesi övgüye değer. Yönetmen Jan Verheyen’in ise özellikle mahkeme sahnelerinde Hollywood filmlerine öykündüğünü hissedebiliyorsunuz. Neyse ki, şov yapan avukatlara “Burası A.B.D mahkemeleri değil sakin olun” diyen hakime, mahkemeyi de filmi de daha fazla Amerikan’laşmaktan kurtarıyor. (Gökhan Kalan)
Baştan Çıkarılmış ve Terk Edilmiş (Seduced and Abandoned, James Tobaco, 2013)
Festivalin NTV Belgesel Kuşağı kapsamında gösterilen Baştan Çıkarılmış ve Terk Edilmiş, Hollywood’dan Cannes’a film üretim süreçlerini ve sektörün nasıl bir çarkta döndüğünü anlatıyor. Belgeselin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen James Tobaco, aynı zamanda Alec Baldwin’le birlikte kamera önüne de geçiyor. İkili, yıllardır aşina oldukları sektörü; yani diğer bir deyişle Cannes Film Festivali’nin film pazarlarında işleyen sistemi, yapımcıların projeleri değerlendirme kriterlerini, kariyerlerine yön vermeye çalışan oyuncuların içinde bulunduğu riskleri ve film çekmek isteyen yönetmenlerin boğuştuğu sıkıntıları samimi ve mizahi bir dille anlatıyor.
Baştan Çıkarılmış ve Terk Edilmiş’i farklı kılan nokta ise derdini alanında otorite olmuş usta yönetmen, oyuncu ve yapımcıların ağızlarından anlatması. Martin Scorsese, Francis Ford Coppola, Roman Polanski ve Bernardo Bertolucci gibi yedinci sanatın gedikli isimlerinin sinema hakkında dile getirdikleri, gerçekten de kayda değer sözler. Sinema sektörü acaba gerek konvansiyonel filmlerin anavatanı Hollywood’da, gerekse avangart ve yenilikçi sinemayı besleyen Cannes’da nasıl işliyor, neler yaşanıyor, nasıl değerlendirmeler yapılıyor gibi soruların cevaplarını merak edenler, filmde aradıklarını bulacaktır. (Emrah Öztürk)
Ben O Değilim (I am not Him, Tayfun Pirselimoğlu, 2013)
“Ben kendim değilim, ama olmak isterim.”
Sartre’ın bu ünlü deyişini anımsatır bir öyküyle Tayfun Pirselimoğlu yitip giden insanlardan bir başka boyut sunuyor bizlere. Vasıfsız hayatının gidişatında turlayan yemekhane görevlisi Nihat’ı canlandıran Ercan Kesal o kadar doğal geçişler yaşatıyor ki, seyirci olarak bizler O’nun “O” olamama serüveni sürüp gitsin istiyoruz. Başka bir diyarda, başka bir zamanda vücut bulmuş yeni kendisiyle hayatı biraz olsun iyileşsin ve gerçek mutluluğu/aşkı bulabilsin diye düş kuruyoruz. Bir süre sonra fantastik dokundurmalarla pekiştirilen insanın kendi olmasından yaşadığı mutsuzluğu, başkalarında yakaladığı benliğinde daha da kötüye gidecek mi diye düşünmeden edemiyoruz. Çünkü başkaları gerçekten cehennem çıkıyor!
Ressam, yazar ve sinema adamı Tayfun Pirselimoğlu, Andreas Sinanos’un çarpıcı görüntüleriyle yarattığı son filminde olabildiğince yalın bir anlatımla her gün binlercesiyle karşılaştığımız insanların üstünden hiç kimse olabilmeyi anlatıyor. Ve bunun imkansızlığını… 33. İstanbul Film Festivali “Ulusal Yarışma”da En İyi Film, En İyi Senaryo ve Giorgos Komendakis’in notalarıyla En İyi Müzik Altın Lale’lerine layık görülen yapım Türk Sinemasının gerçekten de “kendisi” olarak başarıya ulaştığının kanıtı niteliğinde. (Aysan Sulu)
Bergman’ın Evinde (Trespassing Bergman, Hynek Pallas & Jane Magnusson, 2013)
“Eğer sinema bir din olsaydı, burası da Vatikan olurdu.” Alejandro Gonzalez Inarritu
Jane Magnusson ve Hynek Pallas’ın ellerinden çıkmış olan belgeselde Ingmar Bergman’ın evini, hayatını, filmlerini -kısacası Bergman efsanesini- izleme şansını elde ediyoruz. Francis Ford Coppola, Michael Haneke, Lars Von Trier ve Martin Scorsese ise 2011 yılının Kasım ayında Faroe Adaları’na yapılan bu güzel yolculukta bizlere eşlik eden isimlerden sadece birkaçı… Bergman’ın 2007 yılındaki ölümünden sonra ne olacağına dair sansasyonlar çıkan evinde, ünlü yönetmenlerden Bergman anılarını dinlememizi ve bizlere filmlerine göz atma imkanını sağlayan yapımın öne çıkan ismi ise Lars Von Trier. Kendisi röportaj boyunca kaprisleriyle biraz canımızı sıksa da sonunda hepimizin yüzüne bir tebessüm yerleştirmeyi başarıyor. Faroe kıyılarında Persona (1966) filmini yâd eden Alejandro González Iñárritu ve kendi filmine –The Piano Teacher (2001)– 5 değil de 4 yıldız verdiği için bozulan Michael Haneke de filmin gözdelerinden. Belgesel bazında baktığımızda son derece eğlenceli olan yapım Bergman sinemasını tekrardan izleme isteği uyandırıyor ve festivalin güçlü filmleri arasında yerini alıyor. (Merve Özveren)
Bizden İyisi Yok (We Are the Best, Lukas Moodysson, 2013)
İsveçli yönetmen Lukas Moodysson’un 12-13 yaşlarındaki üç kızın punk hikayelerini anlattığı son filmi Bizden İyisi Yok, festival seçkisinin en renkli filmlerinden biriydi. Eşi Coco Moodysson’un “Aldrig godnatt” adlı çizgi-romanından filme uyarladığı hikaye punk müziğin sembol ismi Sid Vicious’un ölümünden üç, Crass grubunun “Punk Is Dead” şarkısını yayınlamasından ise dört yıl sonra, 1982’de geçiyor. Ailelerinden, okullarından, dinden, devletlerden, savaşlardan ve spordan nefret eden yakın arkadaşlar Bobo ve Klara ise eski punkçı abileri ve ablalarının artık Joy Division dinlemeye başladığı bu dönemde dünyayla olan tüm dertlerini punk ile haykırma yolunu seçiyorlar. Bu uğurda bir grup kurmaya karar veren ikili, kendilerine enstrüman çalmayı öğretecek üçüncü bir elemana ihtiyaç duymaları sonucu dindar Hedvig’i aralarına alıyor. Din ile ergenlik işlerini birbirine karıştırmayan Moodysson, söz konusu ortak dertler olunca kendi değerlerinden ödün vermeden bir arada yaşayabilmenin, birlikte ses çıkarabilmenin mümkün olduğu sıcak bir büyüme filmi sunuyor önümüze. (Kaan Denk)
Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel, Wes Anderson, 2014)
Büyük Budapeşte Oteli romanının yazarı, esin kaynağını anlatmaya başlar. Böylece biz de yazarla birlikte 1980’lerden 60’lara gideriz. Genç yazar, otelin sahibi ve aynı zamanda zenginliğiyle ünlü Mr. Moustafa’dan otelin öyküsünü dinler. Ve bir atlama daha yaparak 1960’lardan 30’lara gideriz. Mr. Moustafa, otelde nasıl işe başladığını anlatır. Konsiyerj M. Gustave’ın konuklar üzerindeki etkisini, nasıl bir belboy olarak işe aldığını, otelin seçkin konuklarından Madame D.’nin başına gelenleri, Agatha’yla yaşadığı büyük aşkı ve M. Gustave’ın soluk kesen maceralarını izleriz. Tüm bu olaylar, Wes Anderson’un sıra dışı hayal gücüyle kurgulanmış karakterler, mekanlar, nesnelerle kurulu hayali bir evrende geçer. Bir Doğu Avrupa ülkesi hissiyatı uyandıran Zubrowka’nın Lutz şehrinde görkemli tepelerin üstüne kurulmuş Büyük Budapeşte Oteli’nin karlar altındaki görüntüsünden, Zubrowka parasına kadar pek çok şey büyük bir yaratıcılıkla tasarlanmıştır. Ralph Fiennes, Willem Dafoe, Jude Law, Bill Murray, Edward Norton, Tilda Swinton, F. Murray Abraham ve Owen Wilson gibi çok sayıda ünlü oyuncunun yer aldığı Büyük Budapeşte Oteli, 2014 Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı Ödülü’nü kazanmıştı. (Çağın Şentürk)
Çevreyolu (Sacro GRA, Gianfranco Rosi, 2013)
Adını Roma’nın çevresini saran, 70 km’lik dev otoyoldan alan Çevreyolu, günümüz metropollerinin en temel sorunlarından biriyle, benzer mekânları paylaşmalarına rağmen, birbiriyle temas kuramayan bireylerle ilgileniyor. Günlük yaşamlarını film boyunca tekrar tekrar ekrana getirdiği farklı toplumsal sınıflara mensup, farklı özelliklere sahip bireyler arasında hiçbir bağlantı kurmuyor yönetmen Gianfranco Rosi. Tek ortak özellikleri Sacro GRA otoyolunun çevresinde yaşamak olan bu bireyler, aralarına yerleştirilen beton yollarla birbirlerine bağlanmak bir yana, bu görsel imgenin eksiyle birbirlerinden daha da uzaklaşıp, yaklaşık 3 milyon nüfuslu koca Roma şehrinde gittikçe daha da yalnızlaşıyorlar. Yönetmen, belgesele dâhil ettiği insanların seçimine gösterdiği özenle, bireyin büyük şehirlerdeki yalnızlığının yanında, toplumdaki sınıf farklılıklarının ve modern şehir yapısının sınıflar arasında kurduğu bariyerin altını da güçlü bir şekilde çiziyor.
İlk bakışta spontane ve çok hesaplanmadan çekilmiş gibi görünmesine rağmen, detaylı ve uzun bir çalışmanın ürünü olduğu belli olan Çevreyolu, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanan ilk belgesel olma unvanının hakkını sonuna kadar veren, sinema duygusu çok güçlü, benzerine az rastlanan bir belgesel. (Güvenç Atsüren)
Düşman (Enemy, Denis Villeneuve, 2013)
“Kaos, deşifre edilmeyi bekleyen düzendir.”
Incendies (2010) ile kariyerinde büyük bir çıkışa geçen yönetmen Denis Villeneuve, 2013’te üzerine çok konuşulacak iki filme daha imza attı. Jose Saramago’nun “Kopyalanmış Adam” romanından uyarlanan Düşman, sıkıcı hayatı olan bir tarih profesörünün izlediği bir filmdeki figüranlar arasında kendisine tıpatıp benzeyen bir adamı fark etmesini ve bununla yüzleşmesini ele alıyor. Aynı yıl içerisinde The Double (2013) ve Ben O Değilim (2014) gibi “doppelganger* (aralarında herhangi bir bağ bulunmayan, birbirine fiziksel olarak ikiz derecesinde benzeyen ama karakter olarak tam tersi olan iki kişi)” temalı filmlere rastlamamız belki tesadüf olabilir fakat bunlar içerisinde Düşman’ın gerilim dozu yüksek atmosferiyle öne çıktığını söyleyebiliriz. Benlik ve kimlik kavramlarını sorgulayan film, kafkaesk atmosfere sahip esrarengiz bir rüya izlenimi yaratıyor, en az Cronenberg’in Naked Lunch (1991)’ı kadar aklımızdan böceklerin hiç çıkmayacağı distopik bir rüya… Psikolojik tahlilleriyle ve özellikle akıllardan çıkmayacak final sahnesiyle id, ego ve süperego arasındaki yapısal kişilik kuramı üzerine uzun uzun düşünmek şart. (Halil İbrahim Sağlam)
Eksik Resim (The Missing Picture, 2013, Rithy Panh)
Yönetmenliğini Rithy Panh’ın yaptığı Eksik Resim, konu zulmetmek olunca sayısız coğrafyada, çok çeşitli biçimlerde edinilmiş nice acı deneyimden oluşan insanlık tarihinden bir kesit sunuyor. İktidara gelmesiyle yozlaşan ideolojilerden geçilmeyen bu tarihin “seç beğen al” bollukta sunduğu katliam deryasında adı geçen coğrafyalardan biri olan Kamboçya’da, 1975-79 yılları arasında hüküm süren Kızıl Kmerler rejimine odaklanılıyor. İnsanın güce olan açlığının vardığı noktayı resmeden film, özgürlük, eşitlik, adalet gibi evvelden bu yana kokusu yakınlarda tüten ama asla tabağımıza düşmeyen kavramların bir diktatörlüğün kendini var etme uğraşındaki oynadığı rolü çarpıcı bir şekilde aktarıyor.
Özellikle de üç koldan ilerleyen anlatım biçimiyle dikkat çeken filmde, yönetmenin şimdiki halinin temsili olan soğukkanlı anlatıcılığının oluşturduğu fonla, çocukluğunun algılayış dünyasını tasvir eden kilden figürler arasında sessiz sedasız bir gerilim bulunuyor. Son olarak bu kişisel hesaplaşmayı gerçekçi, onun da ötesinde can yakıcı bir kulvara çeken arşiv görüntüleri ile de tarihe tanıklık ediliyor. Kızıl Kmerler dönemi öncesi ve sonrasına da kısaca değinilen filmde yönetmen, bu baskı döneminin tarihsel konumunu başarılı bir şekilde irdeliyor. Köylülerin topraksız bırakıldığına, Kızıl Kmerler’in bu duruma karşı örgütlenerek halktan destek aldığına ve son olarak bu baskı dönemi geride kalmış olsa da köylülerin hâlâ topraksız, sefil bir hayat sürdüğüne gerçekçi bir dille değinerek, derdini dokunaklı biçimde anlatan, gösteren, buna dair lafını da söylemekten geri durmayan bir film ortaya koyuyor. (Murat Gürgen)
Film Eleştirmeni (The Critic, Hernán Guerschuny, 2013)
İnsanların ekmek arası yaşadığı hayatlardan nefret eden, ülkesinin en korkulan film eleştirmeni Victor Tellez, karanlık seyir salonlarında ve ateşli tartışmalar dışında geçen günlerinde ‘evsiz’, aşksız ve yalnızdır. À bout de souffle (1960) tadında bir aşk yaşamayı arzularken, bir gün hiç hoşlanmadığı o romantik komedi klişeleriyle bezeli bir tanışma anı ile hayatına giren kadın her şeyin değişmesine neden olur.
Özellikle başrol oyuncusu Rafael Spregelburd’ün sade ve güçlü performansı ve senaryosundaki şaşırtıcı noktalar sayesinde sinemanın post-projeksiyon sürecine farklı bir bakış açısı getiren Film Eleştirmeni (2013), akıcı anlatımıyla Arjantin sinemasının başarılı örnekleri arasında yer alıyor. Eski film eleştirmeni Hernán Guerschuny’nin yazıp yönettiği bu ilk yapım -doğal olarak- hemen hemen tüm sinema eleştirmenlerinden gerçekçi izler taşıyan öz yaşam öyküsü niteliğinde ve 33. İstanbul Film Festivali’nin en çok ilgi gören anti-depresanlarından biri oluyor. (Aysan Sulu)
Göldeki Yabancı (Stranger by the Lake, Alain Guiraudie, 2013)
Festivalin Nerdesin Aşkım? Bölümü’nde izleyici karşısına çıkan Göldeki Yabancı (2013), isminden en çok söz ettiren filmlerinden oldu bu yıl. Mayın tarlasını andıran bir çıplaklar plajında aşk, cinsellik ve şehvet kavramlarının birbiriyle ilişkisini; birinin kati varlığının ancak bir diğerinin yok oluşuyla mümkün olabileceğini fısıldayan sözcüklere ve bu kavramlardan hangisini yeğlemek gerektiğine cevap arayan sorulara döken yapım sinematografik gücüyle de dikkat çekici. Önümüzdeki yıllarda, üzerine pek çok incelemenin yazılacağı, ismini daha da büyüteceği su götürmez olan filmin son kertedeki Jeux Interdits (1952) göndermesi ise ölüm kalım meselesi bir cinselliğin (ve belki aşkın, belki şehvetin…) üstüne çöreklenen o zifiri karanlık finale hüzünlerden hüzün beğendirip filme dizilen övgüleri daha bir içimize sindiriyor. (Soner Yıldırım)
Ida (Ida, Pawel Pawlikowski, 2013)
Ida’nın seçimi, aslında bize hayatlarımızın ne kadar harika pazarlandığına dair küçük bir işaret. Parmağına bakmak anlamsız, gökyüzünü gösteriyor Ida. Zira orada, manastırında Tanrı’sıyla mutlu. Dışarıdaki hayat onu cezp etmiyor, en büyük zevklerin bile ötesi yok: Daha? Sonra? Bir yandan da bu tavır; hayatlarımızın anlamsızlığına ve dinlerin kutsanmasına yönelik bir çaba olarak da algılanabilir ama başkalarının yaşantısına karışmayan kendince bir örnek olarak Ida’nın böyle bir derdi yok. Belki yönetmen Pawel Pawlikovski’nin olabilir; yanına koyduğu bitik karakterlerin dip hareketleri içerisinde Ida iyice ideal bir azizeye dönüşüyor çünkü. Filmin ana izleğini oluşturan Nazi soykırımıyla ilgili dramatik bağ da, özünde bu idealleştirmeye hizmet ediyor denilebilir. Yine de bu hesapçılık ihtimalini ikinci plana atan naifliğiyle; caz müziğin, at arabalarının ve en çok da siyah-beyazın hissettirdiği 60’lar ruhunun inceliğiyle göğe bakmak için bir durak Ida. (Salihcan Sezer)
Körlük (Blind, Eskil Vogt, 2014)
Birincil olarak görme duyusu üzerinden işleyen bir sanat dalı olan sinemada körlüğün görsel karşılığını bulmak oldukça zor bir iş. Fakat Körlük (2014), birkaç şık ve iyi işleyen görsel deneme içermekle birlikte, önceliği bu olan bir film değil. Daha önceki yıllarda İstanbul Film Festivali’nde dikkat çekmiş Reprise (2006) ve Oslo, 31. August (2011) gibi değerli filmlerin senaryosunda imzası bulunan Eskil Vogt, bu ilk yönetmenlik denemesinde körlüğün zihne ve hayal gücüne etkisiyle ilgileniyor daha çok.
Görme yetisini yitirdikten sonra, kocasıyla ilişkisinin aldığı şeklin bir tür paranoyaya sürüklediği ve aynı sebepten kendini evine hapsetmiş genç bir kadını takip merkezine alıyor Körlük. Vogt, kulağa sıradan bir drama gibi gelen bu temayı, genç kadının paranoyasından beslenerek yazdığı romanla zenginleştiriyor ve filmin başarısı da bu noktada ortaya çıkıyor. Gerçek ve kurgu arasında geçişlerin çok başarılı bir kurguyla izleyiciye sunulması, filmin seyir zevkine yaptığı inkâr edilemez katkının yanında, sinemada kurgunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
Duygu sömürüsüne, istismar edilmeye böylesine açık bir konuyu, son derece yaratıcı bir üslupla, derli toplu ve serinkanlı bir şekilde anlatmasıyla Eskil Vogt, yönetmen olarak dikkat çekici bir çıkış yapmanın ötesinde, son yılların en heyecan verici ilk filmlerinden birine imza atıyor. (Güvenç Atsüren)
Mandalina Bahçesi (Tangerines, Zaza Urushadze, 2013)
33. İstanbul Film Festivali’nde, Sinemada İnsan Hakları Yarışması‘nda yarışan Mandalina Bahçesi, 1990 yılındaki Abkhazia’daki savaşı konu alır. Savaştan önce Estonyalıların yaşadığı, sonrasındaysa terk edilmiş bir köyde, iki Estonyalı Ivo (Lembit Ulfsak) ve Margus (Elmo Nüganen) yaşamlarını sürdürmeye çalışır. Köy, ormanlar içinde göz alıcı bir doğal güzelliğe sahiptir. Mandalina ağaçları, dallarındaki meyveleri adeta taşıyamaz durumdadır ve iki köylü ürünün heba olmaması için azimle çalışıp, mandalinaları, Ivo’nun marangozhanesinde yaptığı kasalara doldurmaktadırlar. Köyün yakınlarında Gürcü’ler ve Çeçen’ler arasında geçen bir çatışmanın ardından yaralanan Çeçen asker Ahmed (Giorgi Nakashidze) ve Gürcü asker Nika (Misha Meskhi)’yı, Ivo’nun evinde tedaviye alırlar. Böylece birbirlerinin arkadaşlarını öldürmüş düşmanlar, aynı evde yaşamaya başlarlar. Ivo, evin sahibi ve hayat kurtarıcı rolünde yönetimi ele alır. Tangerines, savaşın ve öldürmenin anlamsızlığını yalın bir dille izleyiciye hatırlatırken, geçmişin izlerinin günümüze yansımalarını da sorgulatır niteliktedir. (Çağın Şentürk)
Ölümümün Hikayesi (Story of My Death, Albert Serra, 2013)
Zorlayıcı ve yapıbozucu filmleriyle her daim dikkat çeken Katalan yönetmen Albert Serra son filmi “Ölümümün Hikayesi” ile 66. Locarno Film Festivali’nden “Altın Leopar” ödülüyle dönüp festival takipçilerinin ilgisini çekmişti. Farklı yüzyıllarda yaşayan Casanova ile Kont Dracula’nın yollarını ölümün ekseninde kesiştiren Serra, Werner Herzog filmlerinin egzotik setlerini hatırlatan bir atmosfer yaratarak tekinsizliği hiciv ile buluşturuyor. İlk yarısında Casanova’nın şatosunda dolaşmasına rağmen dönem filmlerinin şaşaasını reddedip oldukça minimal bir sanat yönetimi eşliğinde aristokrasi eleştirisine soyunan film, ikinci yarıda Dracula’nın gelişiyle birlikte dış mekan ağırlıklı, karanlık, esrarengiz, şiddeti yabancılaştırıcı öğe olarak kullanan bir intikam hikayesine evriliyor. Böylelikle Serra, radikal dokunuşlarıyla büyüleyici sinematografisinden, natürel ışık kullanımından ve her biri amatör oyuncularının şaşırtıcı performanslarından güç alarak 148 dakikalık aykırı bir vampir filmine imza atarak sinefillere unutulmaz bir sinema deneyimi yaşatıyor. (Halil İbrahim Sağlam)
Sokak Köpekleri (Stray Dogs, Tsai Ming Liang, 2013)
Daha önce çektiği Dong (1998), Ninabianji dian (2001), Tianbianyiduo yun (2005), I Don’t Want to Sleep Alone (2006) gibi filmlerle hem Tayvan sinemasının hem de dünya sinemasının en farklı, en kendine has yönetmenlerinden biri olan Tsai Ming Liang’ın son filmi Sokak Köpekleri, şiirsel bir başyapıt. Filmografisinin başından beri alışılagelmedik, sıra dışı bir üsluba sahip yönetmen özellikle son dönem filmlerinde hikâye öğesini neredeyse sıfıra indirmişti. Sokak Köpekleri’nde de aynı karakteri devam ettiren Liang birbiri ardına eklediği çok az diyaloglu ve sabit kamera ile çekilen uzun plan sekanslarla Taipei’nin varoşlarında yaşayan bir ailenin hüzünlü portresini beyazperdeye taşıyor. Yirmi küsur senedir birlikte çalıştığı ve bütün filmlerinde rol verdiği, yönetmenin alter egosu diyebileceğimiz Lee Kang-Sheng’in baba rolünde oynadığı film yoğun şiirsel metaforlarla yüklü parçalı anlatım metoduyla şüphesiz ki izleyici için kolay bir seyir vaat etmiyor. Filmi başyapıt olarak değerlendirecekler kadar son derece sıkıcı olduğunu iddia edenler de olacaktır. Ancak tek gerçek, geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü başta olmak üzere pek çok festivalden ödüllerle dönen film gerçekten de Liang’ın dediği gibi sinema kariyerinin son filmiyse, sinema yaşayan en büyük şairlerinden birini kaybetmiş olacak. (Burak Acar)
Şiddet Güzeli (Miss Violence, Alexandros Avranas, 2013)
Son beş yıl içerisinde tüm dünyada ses getiren ve kendinden söz ettiren yeni Yunan sinemasının son mahsulü Şiddet Güzeli, yönetmen Alexandros Avranas’ın ikinci uzun metraj filmi. 11 yaşındaki Angeliki’nin, aile içinde hazırlanan doğum günü partisinde pastası kesildikten ve dedesiyle “Dance Me to the End of Love” eşliğinde dans ettikten sonra kendisini balkondan atmasıyla açılan ve son anına kadar seyircisini diken üzerinde tutmayı başaran film, çıkış noktasını Almanya’da yaşanan gerçek bir olaydan alıyor. Filmin, dozunda sızdırılan bilgilerle tam olarak nasıl bir ailenin içerisinde olduğumuzu anlayabilmemizi temsilen yavaş yavaş aralanan kapısı, seyircisine umut bırakmayan finaliyle çok sert çarpılıyor ve üzeri kilitleniyor. Üslubu ve içeriklerinin benzerliğiyle öncülü olan Kynodontas (2009) ve Attenberg (2010) gibi filmler ile birlikte anılmaya başlanan Şiddet Güzeli, bu yılki festivalin en sert yapımlarından biriydi. Yunanistan sinemasının yeni auteurleri, aşkın bittiği yerde şiddet ve istismarla dans etmeye devam ediyorlar. (Kaan Denk)
Taş Bebek (Papusza, Joanna Kos-Krauze & Krzysztof Krauze, 2013)
33. İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale Uluslararası Yarışma Jüri Özel Ödülü ile ayrılan Taş Bebek (2013), Polonya tarihinin ilk Çingene şairi Bronisława Wajs’nin gerçek yaşam öyküsünü dayanan anlatısında 2. Dünya Savaşı’nın ardından yerleşik hayata geçmeleri için zorlanan Çingenelerin ülke tarihindeki yerine de söz hakkı tanıyor. 1950-1960’larda çekilen fotoğraflardan esinlendiklerini ifade eden yönetmenlerin akıldan çıkmayacak uzak çekimleri bu amaca muazzam bir hizmet sunarken sıkça başvurdukları flashback’ler ve fade out’lar ise filmin biçimsel devamlılığına katkı sağlıyor. En nihayetinde, “Eğer Çingenelerin bir hafızası olsaydı kederden yaşayamazlardı,” diye iç geçiren Bronisława Wajs‘ın göçebe hayatlardan sağ çıkan şiirlerine sinemasal bir eklenti olarak dimağlara kazınıyor bu siyah-beyaz güzellik. (Soner Yıldırım)
Tom Çiftlikte (Tom at the Farm, Xavier Dolan, 2013)
İlk filmi J’ai tué ma mère’den (2009) bu yana annesiyle ödipal hesaplaşmalara doyamayan Kanadalı Xavier Dolan’dan, daha olgun ve yeni bir sorunlu aile öyküsü olan Tom à la ferme; erk ve erkeklik halleri üzerine bir psiko-gerilim. Ölen erkek arkadaşının cenazesi için onun ailesinin yanına giden ancak kendini birden mısır tarlalarında kovalanırken, bir araba dayak yerken ve buzağı doğurtup inek sağarken bulan kentli editör Tom’un kimlik karmaşası yaşaması kaçınılmaz, halinden memnun kalması da tuhaf olacaktır. Gelgelelim doğala özdeş, baskıya dost tavırlarının müsebbibi, ölü sevgilisinin sapkın erkek kardeşi Francis ile oynadıkları şiddetli kedi-fare oyunu yahut çevirdikleri ‘‘Çiftlikte Homoerotizm Başkadır’’ filmi sona erdiğinde zihnimizde bambaşka bir soru belirir: Francis’in deri ceketi neden dev Amerikan bayraklıydı, hep alegori? (Salihcan Sezer)
Üçleme (Triptyque, Robert Lepage & Pedro Pires, 2013)
Kanadalı tiyatro yazarı ve yönetmen Robert Lepage’ın Pedro Pires ile birlikte yönettikleri Üçleme, Lepage’ın kendi yazmış olduğu Lipsynch isimli 9 saatlik tiyatro oyunundan kısaltılarak sinemaya uyarlanmış. Edebiyat tutkunu ve şizofreni tanısıyla kaldırıldığı hastaneden yeni çıkan kitapçı Michelle, beynindeki bir ur nedeniyle konuşma yeteneğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan, Michelle’in caz şarkıcısı kardeşi Marie ve Marie’nin önce doktoru ardından sevgilisi olan beyin cerrahı Thomas’ın birbirine bağlanan öykülerini üç ayrı bölümde anlatıyor film. Kurgu her ne kadar keskin hatlarla ayrılmış gibi görünse de üç ana karakter de film boyunca birbirleriyle ilişki içinde. Aynı zamanda filmde üç ayrı bölümde anlatılan hikâyeler filmin farklı bir zamansal dönemine karşılık gelse de, hem bölümlerin kendi içlerindeki gel-gitler hem de özellikle birinci ve üçüncü bölüm arasındaki zamansal atlamalarla film bugün ile geçmişin, gerçek ile hayalin iç içe girdiği bir forma bürünüyor. Büyük resim film ilerledikçe, parçalar birbirine bağlandıkça yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Üçleme özenli senaryosu; hafıza, beyin, yaratıcılık, beden, sanat, yalnızlık gibi kavramlara felsefi derinlikte sunduğu ince bakışla festivalin en iyi filmlerinden biri olarak anılmayı hâk ediyor. (Burak Acar)