Eski bir Kürt hikâyesine göre, gölde yaşayan bir kaplumbağa, her gün etrafında kanat çırparak yükselen kuşlara özenip uçmayı, gölün karşı kıyısına geçmeyi diler. Dileğini kuşlara söyler, kuşlar da: “Uçabilirsin.” diye yanıtlar. “Kaplumbağalar da uçar.” İki kuş, kaplumbağaya bir dal uzatırlar ve ağzıyla dala sımsıkı tutunmasını söylerler. Kaplumbağa tutunur. Kuşlar havalandıkça, adım adım geçen ömründe hiç çıkmadığı kadar yükseklere çıkan kaplumbağanın şaşkınlık ve heyecandan ağzı açık kalır. Ağzını açmasıyla birlikte dalı bırakır ve göle düşer. Hayatının ne bir adım gerisine ne de ilerisine. Sırtında koca bir kambur gibi taşıdığı yüküyle, eviyle, ocağıyla, usul usul yaşadığı, ait olduğu dünyasına…
Adını, uçamayan kaplumbağaların da çok istediklerinde uçabileceklerine inanan bu eski Kürt hikâyesinden alan Kûsî jî dikarin bifirin (2004), Bahman Ghobadi’nin, özüne kendi çocukluğunu da dâhil ettiği ödüllere doymayan filmi. Yaşayamadıkları çocukluklarını mayınlarla birlikte toprağa gömmek zorunda kalan, diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarının filmi aslında. Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra ailesini, toprağını kaybeden, Irak-Türkiye sınırına kurdukları çadırlarda, taştan ve tahtadan bozma, bilim ve fenden nasibini almamış ama yine de “okul” demekten çekinmedikleri çorak arazileriyle, bakımsızlık, ilgisizlik içinde, özgür dünyadan uzakta yaşayan Kürt çocuklarının hikâyesi. Daha doğrusu Ghobadi’nin “çocukluk arkadaşlarım” diye tanımladığı, her biri gerçekten mülteci olan, hayatlarında televizyon izlemedikleri hâlde bir sinema filmine can veren çocukların çaresizliği. Kaplumbağa hikâyesindeki, en yükseklerden yere çakılıyor olsa da kendi evine düşeceğini bildiğinden içi huzur dolarak aşağı süzülen kaplumbağadan farklılar. Onlar, mayın toplayıp satarak para kazanmaya çalışan, gidecek yerleri olmayan, ailesiz, önemsiz, kimliksizleştirilmiş, uçamayan çocuklar.
Yönetmen, hikâyeyi dört ana karakter üzerine kurup, diğer çocukları da ana eksen etrafına yerleştirerek olay zincirini karmaşıklaştırmadan dağlara çevirdiği kamerasıyla yalın bir anlatım dili seçer. Karakterlerden ilki, mülteci çocukların liderliğini üstlenen, köydeki en teknolojik alet olarak addedebileceğimiz bisiklete sahip, az buçuk bildiği İngilizcesiyle Amerikan hayranlığını her fırsatta dile getiren Satellite (Uydu) lakaplı Soran. Onun lakabı Satellite çünkü o, uyduyu takıp televizyonu ayarlayarak köylülere Amerika’dan, her an büyük bir yıkımı da beraberinde getirecek olan korku ve ölüm makinesi savaştan haber verebilecek tek kişi. Bu meziyetin ona kattığı öz güven de Satellite’ı çocukların gözlerini kırpmadan ne derse yapacakları bir lider konumuna getirmiş. Öyle bir lider düşünün ki Halepçe Katliamı’nda ailesini kaybedip kampa sonradan gelen Agrin isimli kızı ve yakınlarını benimseyip kollayacak, Agrin’e âşık olup bir gün aşkına karşılık vereceğini umacak…
Agrin, mayına basıp iki kolunu birden kaybeden, gördüğü kehanetlerle felaketleri öngören kardeşi Hengov’un ve ailesini katledenlerin tecavüzü sonucu hamile kaldığı, iki gözü de görmeyen Riga’nın annesi. Agrin derinleşerek, filmdeki tek boyutluluğundan sıyrılıp tüm Kürt halkının temsili oluveren, güçlü olmasına rağmen susturulmuş, işgale uğramış, madden, manen kuşatılmış, yıpranmış bir karakter. Özgürlüğü elinden alınarak mutsuzluğa itilmiş, tel örgülerle çevrili bir coğrafyanın ete kemiğe bürünmüş hâli. Dağlardan, sınırlardan başka gidecek hiçbir yeri olmayan ama buna rağmen güçlü durmaya çalışan Kürdistan’ın ta kendisi. Ghobadi’nin filmlerindeki fazla konuşmayan, çaresiz ve acılarına tutunarak sona doğru ilerlemeye çalışan kadınların temsili. Filmin açılış sahnesinde uçurumun kenarına doğru yürüyüp kendini aşağı bırakan Agrin, “filmin varacağı son, başından bellidir” mesajını verir. Bu anlamda Milcho Manchevski’nin, odak noktasına Balkanlardaki iç savaşı yerleştirdiği filmi Pred Dozhdot (1994)’taki “zaman asla ölmez” söylemini akla getirir Turtles Can Fly. Benzer şekilde, çerçeve anlatıyla yuvarlak olmayan bir çember çizer. Biliriz ki bu bir Kürt filmidir. Daha da önemlisi bir Ghobadi filmidir. O hâlde acılarla doludur. Ghobadi’nin filmle ilgili açıklamasında da belirttiği üzere “yaşananlar yüzde yüz doğrudur.”
Televizyonun, haram kanallar -müzik ve moda kanalları için bu söylemi kullanırlar- içerdiği gerekçesiyle “gâvur icadı” olduğuna inanılan bir toplumda, kehanetlerin işlemesi beklenir ama savaşa çeyrek varsa, ne olacağınız o renkli kutunun içinde görüp dilini bilmediğiniz bir adamın iki dudağının arasındaysa, kehanetler sizi kurtarmaya yetmez. Halepçe’de kendilerine kötü şans getirdiği için artık kehanette bulunmaz Hengov. Ama bulunacağı zamanlar pek yakındır.
Arazilerdeki patlamaya hazır mayınları, içi boş mermi ve füze kovanlarını toplayan çocuklar, aslında her an savaşın içindedirler. Çocuklukları çoktan ölmüştür ama bir umutla, içlerinde yaşayan çocuk ölmemiştir diye uğraşmaya devam ederler. Sakat bacağını, koltuk değneklerinden aldığı destekle silahmışçasına sınırdaki Türk askerine doğrultan bir Kürt çocuğu, yüzünü hiçbir zaman görmediği, aslında doğuştan kaybettiği annesini bir kez daha kaybedip sınırdaki dikenli tellere sarılıp ağlayan Riga, insanın içinde yaşayan ölmemiş çocukların son çırpınışıdır.
Köylülerin, kirli olduğu gerekçesiyle su içmediği kaynak, filmin merkezine yerleştirildiğini söyleyebileceğimiz bir unsur. Ghobadi’nin filmlerinde sıklıkla kullandığı at, kaplumbağa ve su altı imgeleri, filmin bazı sahnelerinde yerini kırmızı balıklara bırakır. Kırmızı balık, Nevruz inancında iyi şansın timsalidir. Bu inanış, filmde Satellite’ın, Agrin için su kaynağına dalıp kırmızı balık bulacağını söylemesiyle hayat bulur. Ama kırmızı balıklar, Agrin’in hayatını karartan o karanlık gecenin rengini değiştirmeye asla yetmez. Su altı imgesinin kullanıldığı bir diğer sahne de, kimyasal saldırı ihtimaline karşı halka maske dağıtılan sahne. Maske bulamayanların saldırı esnasında yüksek yerlere çıkması ya da suyun altına girmesi söylenir. Savaş maskesinin, sonradan Riga’nın oyuncağı olması bir yana, bu açıklamanın filmde yer buluyor olması, film, savaşı anlatıyor diye yapılmış basit bir tercih değil. Zira su altı ve yüksekler, imgesel açıdan film için çok önemli.
Riga’ya baktıkça o makus geceye dönen Agrin’in, Riga’yı mayınlı arazinin ortasındaki ağaca bağlayıp ölüme terk etmesi, Satellite’ın Riga’yı kurtarmaya çalışırken mayına basıp yaralanması, olay üzerine Hengov’un, Satellite’a gönderdiği “Yarın her şey bitecek” mesajı ve aynı gece Saddam hükümetinin devrilip Amerikan askerlerinin şehre girmesi, filmin en yoğun kısmı. Riga, Agrin için ailesini katledenlerin çocuğu. Kabullenemediği, kendisini yok etme isteğiyle özdeşleştirdiği ama içten içe de kıyamadığı, film ilerledikçe çözülmekte olan bir kör düğüm.
Olay gecesi şehre giden bir çocuk, Satellite için Amerikalıların “çok kıymetli” dediği devrilen Saddam heykelinin kolunu ve bir de naylon torbadaki kırmızı balıkları satın alarak döner. Satellite’ın o çok istediği, Agrin’e vereceğini söylediği kırmızı balıkları. Fakat balıklar sahtedir, kırmızıya boyanmışlardır. Yönetmen bir kez daha hissettirmeden, sahneyi okuyarak ulaşılacak bir mesajla zihinleri boyar. Sahte kırmızı balıklar, şanssızlıktır. Amerika’nın, Irak’a verdiği boş vaatlerdir. Günler önce köyün üzerinden helikopterlerle geçip dağıttıkları bildiride yazan “İyi günler gelecek…” yalanıyla başlayan vaatlerin geldiği son noktadır.
Hengov, tüm yaşananları rüyasında görür. Kaplumbağalarla birlikte suyun dibinde yüzen Riga’yı da, uçurumun kenarındaki Agrin’i de… Sabah uyandığında ‘her şey bitmiş olur’. Göz yaşları içinde atladığı su kaynağının dibinde, Riga’nın mavi lastik botlar giyinmiş çocuk ayaklarını seçer, dağa çıktığında ise Agrin’in mor terliklerini bulur. Kolları olmayan bir çocuk, kaybettiği iki kişinin boşluğunu, geride kalan iki lastik terlikle doldurabilecekmiş gibi terlikleri ağzıyla yerden alır ve gider. Agrin, Riga’yı taşa bağlayıp su kaynağına atmış, kendisi de uçurumdan atlayarak yine dibe, Riga’nın varacağı yere doğru yola çıkmıştır bile. Bir kaplumbağa uçmayı denemiş, diğeri ise filmin başından beri suya atmak istediği kaplumbağalarının yanına gitmiştir. Finalde, Amerikan askerlerine hayranlığından dolayı tanklar köyden geçerken Satellite’ın el sallaması beklenirken, Satellite, askerlere sırtını döner ve Agrin’in sessiz çığlığını, tüm Kürt halkı adına bir kez daha vurgulayarak şiirsel anlatıyı en derine taşır.
Kürt Sineması’nın en belirleyici motiflerinden olan engebeli, tehlikeli dağlar, kayalıklar, geniş ve çorak araziler, Bahman Ghobadi’nin de vazgeçilmezlerinden. Kürt Sineması’ndan bağımsız düşünemediğimiz dağların, Kürt halkının çetin yaşamının ifadesi olarak birçok Kürt filminde yer aldığını söylemek mümkün . Bahman Ghobadi’nin ise geniş açılarla verdiği, uçsuz bucaksızmış gibi görünen, tel örgüleri görene kadar insanın aklına bir an özgürlüğü düşürüp sonra filmin konusunu anımsayınca özgürlük fikrinden vazgeçtiği bir dil. Turtles Can Fly‘da da A Time For Drunken Horses (2000) ve Half Moon (2007) gibi Ghobadi’nin filmografisindeki diğer filmlerde de gördüğümüz üst açıdan tepelere doğru koşuşturan insanlar, şehir merkezindeki pazar alanları, insanda kaotik hisler uyandıran kalabalık mekânlar, ağıtlar ve dengbêj nağmeleri, seyirciyi filmle özdeşleştirmekten çok filmi anlamaya iten aktüel çekimlerle yaratılmış yarı belgeselci anlatım, Ghobadi’nin masalsı üslubunun ilmekleri. Salt mesaj verme kaygısı olmayan, detayları yorumladıkça gün yüzüne çıkan mesajlar da barındıran film, Kürt halkının yaşadıklarını, savaşın yıkıcı psikolojik ve sosyolojik etkisini, duyguları sömürmeden birebir yansıtmadaki başarısıyla İran Sineması’nın, özellikle de 2000’li yıllardan bu yana yükselmekte olan Kürt Sineması’nın zirvesi bana kalırsa.
Kaplumbağalar da uçar, uçar ama yeni bir kafesin içine doğru, gökyüzünden uzaklara, yazamadığı özgürlük şiirinin her bir dizesine, aydınlanamayan yarınlarına…