Bir filmi adamak adına belki de en uygun gündür pazartesi. Kapitalizmin içtimaya çağırdığı, insanlığın kendine yük ettiği, altında bir güzel ezildiği gün. Yararı kime olduğu tartışılır bir koşturmada kemirilen, defalarca kez aybaşına kadar süren meçhul ömrümüzün sömürülme davetiyesinin bize vardığı ilk an… Hâl böyle olunca onu sinemada anmamak; saymak olsun, sövmek olsun bir ağza almamak olmazdı. Hele ki pazartesiden en çok çeken işçilerden ya da pazartesi zulmüne en çok muhtaç olan işsizlerden bahsetmemek hiç olmazdı.
Los lunes al sol (2002), İspanyol yönetmen Fernando León de Aranoa’nın, güneşin tadına doymalarına rağmen yeniden pazartesiden başlamak üzere tutsaklık arayan işsizleri işlediği bir film. Ağırbaşlılığından ödün vermeden, aktığı suyu bulandırmadan yolunu bulan tertemiz bir yapıt. Öyle ki, boşluklara şerbet gibi akan dingin müzikleri, rengini belli etmekten kaçınmayan açık sözlülüğü, tekme tokat isyan görüntüleri, dünyanın en çelimsiz hamlesi gibi görünse de hayli derinden sarsan inatçı direnişleri, yalnızlığımıza sataşan diyalogları ve arada kalmışlık sandığımız hâlimizin sıkışıp çatırdayışını efelenmeden anlatışıyla bünyemizin genişçe bir coğrafyasına hükmetmeyi başarıyor.
Altı erkek, kasvet çökmüş bir barın talihsiz sandalyelerine düzensiz bir şekilde dağılmış, birbirlerine hayli baygın bakarak bir şeyler konuşuyor. Javier Bardem’in baştan sona ayarında mimikleriyle hayat verdiği Santa karakterinin yönlendiriciliğinde yolunu bulan bu konuşmalar her defasında, bir zamanlar aynı tersanede işten atılmaya direnmiş bu altı arkadaşın kendi arasında yaptığı “Neden bizden bir devrim çıkmadı?” başlıklı bir oturuma dönüşüyor. Bu oturumlar filmin kurgu rotasını belirlerken, buluşmaların gerçekleştiği bar ise ana mekân olarak öne çıkıyor. Diyalogların, lirik havasını bir an bile yitirmediği filmde, bardan asla bir devrim çıkaramayacak olan altılıyı kavuran tıkanmışlık, filme baştan sona yayılıyor.
Tıkanmışlık hissiyle kavrulan yalnızca karakterler değil, ondan da aslı bizler. Yönetmen, oturduğumuz yerden bu olgun seyir içinde komik, kasvetli yahut gergin bir an bekleyen şehvet dolu gözlerimizi, koltuğa yayılmış hazırcı zihnimizi dürtüyor. Kendi kıpırdamazlığımızı yüzümüze vurmadan edemeyen yönetmen, polislerin işçilere saldırdığı görüntülerin üzerine örtülen klasik müzikle, sıradanlaşan vahşet karşısında insanlığın hoş bir sedaya kapılmasına inceden dokunduruyor. Bunun hemen ardından izleyiciyi barda ağırladığında ise tebessümle salıverdiği gerçekliği yaşamaya davet ettiği izleyicisine özdeşleşmek üzere biri diğerinden daha da dipte olan bol bol karakter sunuyor. O barda kimin ısmarladığı meçhul içkileri yuvarlarken gerçeği konuşmayı erteledikçe dingin bir tını, şiddetin üzerinde salınmaya kaldığı yerden devam ediyor.
İzleyiciyle çaresizliğini paylaştıktan sonra kurgusuna yeniden sarılan film, derdine ortak ettiği seyircisine tadımlık olarak sunduğu karakterlerin daha da derinlerine iniyor. Eşi Ana’yla (Nieve de Medina) sıkıntıları olan Jose (Luis Tosar), genç kalamadığına yanan Lino (José Ángel Egido), hasbelkader kendine bir iş bulmuş “stadyum bekçisi” Reina (Enrique Villén), barın sinirleri alınmış sahibi Rico (Joaquín Climent) ve onun kızı Nata (Aida Folch). Son olaraksa sakinliğiyle korkutan, filmden çektiği acıyı bitene kadar saklayıp varlığını filmin kopuş ânına feda ederek bizi erkenden terk eden Amador (Celso Bugallo). Nata ve Ana erkeklerin bezgin, durgun, çaresiz hallerinden farklı olarak kararlı, güçlü kadınlar olarak karşımıza çıkıyor. Böylece muhtaçlık bahsini “tersten” kuran yönetmen, piyasa ekonomisinin erkeği de kadını da nihayetinde kendine tutsak ettiğini ve onun da ötesinde sınıfsal ayrışmanın can yakıcılığını ikilinin çalıştığı işler üzerinden ziyadesiyle gözler önüne seriyor.
İlmek ilmek örülen ve karakterlere dengeli dağılmış olan dram, mesafeleri tadında kopuş anlarıyla seyirciyi filmde tutmayı başarıyor. Liberalinden sosyalistine, muhafazakarından anarşistine kadar temsillerini barın direnişçi altılısında yaşatan yönetmen, bir bakıma her bir ideolojiyi gerçeklikle, sokakla, hayatla sınıyor. Sivrilmeden sınavını gerçekleştirirken seyirciyi de iyi bir gözlemci olmaya teşvik ediyor. Zira neredeyse herkesin kendince haklı olduğu bir film karşımızdaki. Bireyselliği ya da toplumsallığı önceleyen herhangi bir çıkış kendi özgül koşulları içerisinde aynı oranda haklılık taşıyor. Söz gelimi dostluğu, birlikte mücadeleyi haykıran Santa ile “İşe ihtiyacım var, senin için böyle konuşmak kolay, o imzayı atmak zorundaydım” diyen Reina, yaşadıkları sürecin samimi, gerçekçi birer temsilini sunuyor.
Filme dair göze çarpan bir diğer nokta ise alt metinlerin yoğunluğu ve sahiciliği. Üretim araçlarının satılığa çıktığını seyreden Santa’nın emeğine olağanca yabancılığıyla bir ay öncesine kadar üretiminde yer aldığı gemiye taş sallamasından tutun, başına nice iş çıkarmış olsa da direnişinin simgesi hâline getirdiği kırılmakla cezalı bir sokak lambasına kadar çaresizliğin şiddete meyil edişi başta olmak üzere pek çok alt metin okunuyor. Birbirimizi ne kadar sevdiğimizin, birbirimize ne kadar acıdığımızla dile geldiğini Jose ile Ana üzerinden izlerken, yakınımızda olmasına rağmen hayatından bihaber olduğumuz nice insanın temsili, Amador’un sessiz sedasız gidişinde ortaya çıkıyor. Bunun yanında seyre keyif katan, tadında bunalımı tehdit etmeyip dinginliğe bulanmış seyrimize sataşmayan mizah ve hikâye anlatıcılığı da Los lunes al sol’u özel kılanlar arasında. Santa’nın ağustos böceği ve karınca hikâyesi karşısındaki çıkışı, Amador’un siyam ikizleri hakkında anlattıkları ve filmde yer alan diğer birçok pasaj göz dolduruyor.
Sinemanın, hayatı yaşadığımız kadar ona olan tanıklığımızı pekiştiren yönünün başarılı bir şekilde ortaya çıktığı Fernando León de Aranoa filmi, hayli akışkan, şiirsellikle sarmalanmış diyaloglarıyla övgüyü hak ediyor. Üslubuna eşlik eden solgun renkler, içerikte yarattığı zenginliği tamamlıyor. Görevini bu noktada tamamlayan yönetmenin ardından, onun bu düzen karşısında aldığı tavrı sorgulamak, irdelemek, hayatımıza olan izdüşümlerini eşelemek görevi ise biz izleyicilere kalıyor.
Filmin anlatımı muhtesemmm
izlemek sabırsızliğına itti,
Filmi izlemeden de sizin anlatıminizla izlemiş ve donemi yaşamış gibi oldum
Çok teşekkürler Murat Gürgen