Sinema, kitap ve müzik eleştirmenliği, çevirmenlik, spor yazarlığı ile daha pek çok ilgi alanını bizlerle buluşturan, bunca şeye ayıracak vakti nasıl bulduğu konusunda sevenlerini de hayrete düşüren Sevin Ablamızla, onu yakaladığımız ilk fırsatta NTV Radyo ve Televizyon binasının kafesinde içeriği zengin, bol kahkahalı, keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Sinemamızın 100.yılı sebebiyle andığımız pek çok isim ve yapımın izlerini takip ederek, dünya sinemasına açılan bir tünelde Sevin Ablamızın deneyimleri, öneri ve görüşleri ile yolumuzu aydınlatmaya çalıştık…
Caz müziğine olan tutkunuzu biliyoruz, Ravi Coltrane ile yaptığınız söyleşinizde Coltrane, “Nereli olursak olalım, hepimiz içimizdeki sesi bulabilmek için içsel yolculuğa çıkmak zorundayız.” diyor. Bu anlamda müziğin seyirciye bir karakter olarak hikayesini, sesini taşımak, anlatmak istediği eşsiz yapımlar oluyor. Sinema ile müzik arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Sinema ile müzik arasında tabii ki çok yakın bir ilişki var. Hatta sinema müziklerinden koleksiyon yapan insanlar var. Ben ikisi arasında bir ilişki olmadığı zaman o kadar da meraklısı değilim. Bunu dışarıdaki çalışmalara göre söylüyorum, filme göre müzik yapıyorlar orada. Dolayısıyla müzik filmin kurgusunu yürütebilir, sürükleyebilir ona pek çok katkıda bulunabilir. Ancak film müziğinin kesinlikle belli bir mesafede kalması gerekiyor, öne çıkmaması gerekiyor. Böyle örnekler var, çok meşhur film müziği bestecileri yani. John Williams gibi meselâ. Ancak tabii ki müziksiz kalmayalım, çeşitli düzeylerde belli bir müzisyenle yönetmenin birlikte çalışmasını doğru buluyorum. Çok meşhur olanlara da bir parça kuşkuyla yaklaştığımı söylemeliyim. Çok öne çıktıklarında buna bir mesafe koymak gerekiyor. Ancak yine de sinema ve müzik arasında hayati bir ilişki olduğunu düşünüyorum.
Roman Polanski mesela filmlerinde genellikle Krzysztof Komeda ile çalışmış. Cul de Sac (1966) ve Rosemary’s Baby’de (1968) onun notalarını duymak mümkün.
Doğru. Krzysztof Kiešlowski de çok uzun süre aynı müzisyenle çalıştı.
Polonyalı trompetçi Tomasz Stanko’nun da geçtiğimiz Haziran ayındaki İstanbul Caz Festivalinde yer verdiği Rosemary’s Baby yorumu da enfesti.
Tomasz Stanko müthişti, festivalin en iyi konserlerinden biriydi bence. Güzel bir akşam yaşattı dinleyicilere.
Son yıllarda birçok yayınevi sinema üzerine, okurun rehberliğinden yararlanabileceği ya da sinema üzerine yaratıcı okumalar yapabileceği yelpazesi oldukça geniş kitaplar, çalışmalar yayınlıyor. Bununla birlikte film gösterimleri yapan, seminerler düzenleyen yerler var. Bu anlamda bize önerileriniz neler olabilir? Nerelere gidelim? Neler okuyalım?
Çok yanlış birine soruyorsun bu soruyu şu anda (gülüyor). O tür kitapları okuduğumu söyleyemem pek. Çeviri sorunu var bence. Yanlışlıklar olmayabilir yorumlamalarda tabii ancak ukalalık olarak nitelendirilmesin ben İngilizce olan metinleri okuyorum. Hele bir de çok yeni bir Türkçe ile çeviri yaptılarsa nelerden söz ettiklerini anlamak mümkün olmuyor. Mesela yönetmenler üzerine olan kitapların bazıları çok iyi. İngilizce aslından okuyun demek pek doğru bir yaklaşım olmayabilir ama François Truffaut ve Alfred Hitchcock’un konuşmalarını Fransızcasından okuyabilmek isterdim meselâ. Her şeyde olduğu gibi sinema konusunda da çeviri çok önemli. Hele de teknik bir konu ise ele alınan, çok daha önemli. Zaten ilk birkaç sayfadan anlamanız mümkün çeviriyi. Ben bu son çıkan Haneke kitabının da (Yakın Plan Haneke) güzel bir kitap olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir baktım henüz, yanıltıcı olmasın tabii. Şunu ya da bunu takip edin demek zor. Bu tür kitaplar bir dönem çok basılır, bir dönem yerini başka mevzulara bırakır. Atölyeler konusuna gelince; kendim gitmediğim için bir şey diyemeyeceğim. Biz Kutlukhan Kutluk’la geçen yıl İstanbul Akademi’ye gittik. Bu yıl ben gidemiyorum. Ortak bir program vardı, ertelendi. Zaten ben sorumluluğu ona yükleyip iki üç kez gittiğim için yürümüyor öyle. (gülüyor) Ben şeyi çok ilginç buluyorum, gerçi Facebook hesabından izliyorum, gidemedim çünkü. Cem Başeskioğlu’nun atölyelerini. 7-8 saat sürebiliyor, en az iki yıldır yapıyor bu atölyeleri. Önceleri kendisi konuk oluyordu başka programlara ancak şimdi bu atölye programları ile sinemaya farklı gözle bakma şansı yakalayabilir meraklıları. Bunun dışında İfsak ve Türsak gibi yerlere de gidilebilir.
Kullandığı dil ve biçim arayışlarıyla sizi etkileyen belgesel yapımlardan bahseder misiniz biraz? Ülkemizde her yıl düzenlenen Documentarist belgesel festivalini nasıl buluyorsunuz?
Çok iyi buluyorum, kapsamlı olduğunu düşünüyorum. Ancak hiçbir zaman arzu ettiğim kadar vakit ayırıp, gidip belgesel görme şansım olmuyor. 2-3 film ancak izleyebiliyorum. En azından düzenli yapılıyor olması bile sevindirici, kaldı ki iyi filmler seçiyorlar. Belgeseller artık film festivallerinde de var, mesela İstanbul Film Festivalinde. Biz de NTV olarak sponsoru olduğumuz için biliyorum. Başka festivallerde de var. Artık internetten de ulaşılabiliyor bu filmlere, korsanı kastetmiyorum, yapımcılar bu filmlere daha çok ulaşılsın diye internet ortamında paylaşıyorlar, ticari yanları zayıf ne de olsa. Beni daha çok Joshua Oppenheimer gibi yönetmenler ilgilendiriyor. Onun, Endonezya’da yönetimde olan hükümetin yaptıklarını belgelediği bir filmi The Act of Killing (2012)var. Herkesin katliam dediği vahşi şeyler oluyor ancak öyle baskıcı bir yönetim ki halkla konuşmak mümkün olmayınca katillerle konuşuyor yönetmen. Anlatın bakalım diyor ve sözü onlara veriyor. Onlar da bir oyunu anlatır gibi yaptıkları vahşeti anlatıyorlar, beceriksiz aktörler gibi oynuyorlar da üstelik. Bir de Claude Lanzmann’ın, Yahudi katliamını kampların civarında oturan ve hiçbir müdahalede bulunmayan insanlarla konuşarak anlattığı Shoah (1985) adlı çalışması var. Kampların çevresinde yaşamalarına rağmen hiçbir şey görmediklerini ve işitmediklerini dile getirir insanlar bu belgeselde, dokuz saatlik bir filmdir. Böyle ezber bozan çalışmalar var. Michael Moore’un tavrından ise hoşlanmıyorum. Neden hoşlanmıyorum? Kendini göstermeyi çok seviyor. Kendini filmin önüne koyuyor. Bir de en son dokuz tavsiyesinin olduğu bir çalışması var. Ancak burada pek kimsenin ilgisini çekmedi, ben bir ortamı köpürteyim dedim, yani çok önemli şeyler söylüyor ama kendisiyle örtüyor söylediklerini. Bir belgeselcinin tavrı bu olmamalı bence.
Zaten belgeselin niyetini umursamayı bir kenara bırakan tavır bu, zira bir tür manifesto demek belgesel yapım.
Evet. Belgesellerde artık yenilikçi söyleyiş şekilleri var. Bununla birlikte belgeselin yükseldiğine ve yükseleceğine inanıyorum. Çok acayip zamanlarda yaşıyoruz. Ama öte yandan insanlar bu yaşananları görmek de istemiyorlar. Kısa filmi de çok severim. Ama beni şu anlamda üzüyor. Kısa film yapan herkesten ille de bir gün uzun metrajlı film çekmesi bekleniyor. İyi de neden? Niye birisi ömrü boyunca kısa film yapmasın. Öykü yazanların da kapısında bu beklenti var, ille de roman yazsın. Neyse ki Alice Munro bunların hepsini yıkarak bir öykü kitabıyla Nobel Edebiyat Ödülünü aldı geçen yıl. Üstelik kendini de öne atan biri olmadığı halde. Bir de sadece bağımsız film yapanlar var. Mesela John Cassavetes, başka bir şey yaptıramazsın ona. Stanley Kubrick, Spartacus (1960) için ömrü boyunca pişman kalmış, stüdyo vardı ve karıştı her şeye diye. Bunlar daima bağımsız olmak ve bağımsız kalmak isteyen yönetmenler. Ama bir de şöyle genç yönetmenler var. İlk bağımsız filmleriyle övgü alıp meşhur olunca, teklif geliyor ve hemen stüdyo filmi yapıveriyorlar. Bu da bence çok üzücü. Her birinin kendine göre yeri var. Biz birinden bıktığımızda diğerine gidiyoruz, izliyoruz. Öteki de olmazsa o zaman nereye gideceğiz? Genellikle de ikinci film ilk film kadar parlak olmuyor, bu anlamda ikinci film ciddi anlamda bir test. Hem iki kuruş parayla çalışmaya alışık olan ve bütün oyuncularına söz geçiren birinin bir anda dünya çapında yıldız oyuncularla ve 100-150 milyon dolarlık prodüksiyonlarla karşı karşıya kalması da onlar için iyi olmuyor aslında. Bunu aşanlar var tabii ama genel eğilim bu.
Dünyada ve ülkemizde yaşanan toplumsal olaylar aslında bilişimin ne kadar ilerlediğini bize bir kez daha gösterirken diğer yandan sinemasal hiçbir deneyimi olmayan sıradan insanlar bir dökümantarist tavrıyla belgeleme performansı gösterdiler. Tabii şimdi sosyal medyada paylaşılan kısa videolar sinemasal bir tecrübe olmasa da parlak fikirleri arşivleyen ilginç yaklaşımlar. Siz bilişimdeki bu gelişmeleri sinema sanatı açısından nasıl okuyorsunuz?
Onların sadece kaydederek bile faydası olmuştu. Hem ne olup bittiğini katılmayanların görebilmesi açısından hem de bir belge kayıt olarak kalabilmesi açısından önemliydi. Önceki yıl Antalya’da Altın Portakal Film Festivali Kısa Film yarışmasında Jüri Özel ödülünü alan animasyon film vardı Ayce Kartal’ın Gezi üzerine, Tornistan (2013) çok başarılı bir çalışmaydı. Eğer böyle bir imkân varsa neden kullanılmasın tabii ama ben başka şeylerin filmin önüne çıkmasını istemiyorum. Artık bazı festivallerde bir ya da iki dakikalık filmler için yarışmalar yapılıyor. Yani bazı şeyler bir dönem çok popüler olup öne çıkabiliyor. Örneğin bizim zamanımızda bir video furyası vardı. Bir süre sonra video çöplüğü hâlini almıştı. Bir festivale gidiyordum eğer ön jüri isen 200-250 film geliyordu, içinden yirmi tane film çıkmıyordu, böyle bir duruma gelmişti. Zaman zaman oluyor bunlar. Ancak faydalanabileceğin şeyleri aradan almak önemli bence. Kendi kendini dengeliyor bu gelişmeler. Her şeye rağmen Hayao Miyazaki de bir miktar bilgisayar efekti kullanıyor meselâ. Eğer iki günde yapacağın şeyi altı ayda yapıyorsan neden olmasın yani…
Üstünde yaşadığımız coğrafyanın son on yıldır geçirdiği hızlı sosyal ve politik değişimler, kültür ve kent politikaları sinemanın olanakları ile okunabilecek önemli olgular. Türk sinemasının bu olgularla ilgili söylediklerini, uzun vadede söyleyeceklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben çok fazla Türk filmi görmüyorum. Özel gösterimlerden sonra güvendiğim birkaç arkadaşımın önerdiği ve tavsiye ettiği filmleri izliyorum. O yüzden kaçırdığım yapımlar olabilir. Bir orta çizgi yakalamak gerekiyor. Sanatı sanat için yaşatırken gerçekliğin aynası olarak da mutlaka okumasını yapmak gerek. Bizim bir 12 Eylül sinemamız vardı. Hepsi iyi filmler olmasa da dönemi ele alış bakımından etkili yapımlardı. Ancak yeterince eğilim gösterilmediğini düşünüyorum ben. Daha çok kısa film, animasyon ve belgesel filmlerle okunuyor bu dönem. Filmlerden sen kaç tane hatırlıyorsun meselâ?
Fazla değil, Yılmaz Güney sinemasını hatırlıyorum şu an.
Yılmaz Güney farklıydı ama. Onun peşinden sürüklediği hayranları vardı. Sadece politik filmler yaptığı için izlenmiyordu. ‘Çirkin Kral’ ı sevenler de gidiyorlardı filmlerine. Sinemayı silkeleyip başka bir gösterme yolu olduğunu da söyleyen Yılmaz Güney’dir. O kadar güçlüydü ki başka da kimse çıkmadı.
Bence politik derken örneğin Çoğunluk (2010) filmi de bu tür sinemanın bir örneğiydi..
Tabii kesinlikle, öyle zaten. O şekilde bakarsak politik olmayan hiçbir şey yok. Üstelik Çoğunluk derdini çok da iyi anlatıyordu. Zeki’nin (Demirkubuz) filmleri politiktir. Ben Tayfun Pirselimoğlu’nun da filmlerini politik buluyorum. Reha’nın(Erdem) Kosmos’u (2010), düpedüz top ve makineli atışı duyuyordum filmde yani direkt politik açılımlar olmasa da savaşı çağrıştıran sesler vb bir yerden politikaya bulaşıyor. Mesela Sinan Çetin’in ilk filmi Prenses (1986). Çok doğru yerleri vardı, tüfek sesi gibiydi o teksirden kâğıtları fırlatma sahnesi. Ama çok yanlış şeyler söylediği düşünülerek epey eleştiri almıştı bu filmi ile. O filmden sonra bambaşka bir adam oldu Sinan zaten.
Polisiye sevdiğinizi her fırsatta dile getiriyorsunuz. Türk edebiyatında da Ahmet Mithat’tan Peyami Safa’ya, Ahmet Ümit’ten Pınar Kür’e uzanan bir polisiye roman yelpazesi var. Yerli ya da yabancı polisiye de sizi etkileyen, keşif niteliğinde filmler var mı? Sinemamız bu türü sizce nasıl okuyor? Yeni dönemde karşımıza bir “Behzat Komiser” daha çıkar mı?
Valla ben Behzat Komiserin kitaplarını hepsine tercih eden birisi olduğum için(gülüyor) tabii dizide metin değişikliklere uğradı ama karakter olarak süper bir karakterdi, o ayrı. Bunun dışında Ahmet Ümit’in kitapları uyarlanıyor. Turgut Yasalar hep gerilim/polisiye denilebilecek filmler çekmeye çalışıyor. Bak onun da ilk filmi çok eleştirilmişti, yanlış okuyor, yanlış görüyor diye. Onun dışında, dışarıda “kim yaptı” kalıbına uygun olarak Tinker Tailor Soldier Spy (2011) var. Çok iyi bir filmdi. Yine John Le Carre’ın A Most Wanted Man (En Çok Aranan Adam)’i İnsan Avı adı ile sinemaya uyarlandı. Philip Seymour Hoffman’ın son filmlerinden biri aynı zamanda. Dışarıda çok beğendiğim polisiye filmler oluyor açıkçası. Bununla birlikte çok iyi diziler var, mesela son Agatha Christie dizisi Agatha Christie’s Poirot (1989) gibi. Ne bakımdan iyi? Oyunculuk açısından iyi elbette. David Suchet hakikaten Poirot’ların en iyisi. Ama kitaplarının tamamını okumuş biri olarak epey değişiklik yapıldığını fark ettim uyarlama sırasında, bu da metinleri bilen okurları rahatsız ediyor aslında. Bir de eski Yeşilçam filmlerinde bile daha fazla polisiye unsurlar vardı. Bazen yönetmenler varsaydıkları kitlenin beklentilerini karşılamayı tercih edebiliyorlar, böyle de bir şey var. Polisiye sonuçta fantazya ve bilim kurgu gibi masraflı prodüksiyonlar değil; Tinker Tailor Soldier Spy’a bak meselâ, hiçbir şey yok sadece sokakta bir vurulma olayı var ve muhteşemdi bence, en azından o sadeliği koruduğu ve casus filmlerindeki James Bondvari şeylere itibar etmediği için. Sonuçta John Le Carre bir casus, neler olup bittiğini bilen biri yazıyor o metinleri. Kısacası Agatha Christie’lerin, Sherlock Holmes’lerin iyi uyarlamaları vardır. Guy Ritchie’nin Sherlock Holmes (2009/2011)filmleri ve BBC’nin Sherlock (2010) mini dizisi bence çok iyi yapımlar. Fransız yapımlar da iyidir. Tüm çocukluğumu karartan 1955 yapımı Les Diaboliques ve René Clemént’ın The Talented Mr. Ripley’den(1999) uyarladığı Plein Soleil(1960) oldukça iyi yapımlardır. Sonra John Nesbo metninden uyarlama Headhunters (2011), Niels Arden Oplev’in The Girl with the Dragon Tattoo (2009) adlı İskandinav filmi ya da Amerikan yapımı L.A Confidential (1997) aklıma gelen başarılı çalışmalar.
Edebiyat eserlerinden televizyona ve sinemaya yapılan uyarlamalar kimi seyircinin heyecanla karşıladığı bir durum iken kimi izleyicinin de temkinli yaklaştığı hatta sebepleriyle birlikte tutucu tavır sergilediği ikircikli bir mevzu. Edebiyat ve sinema kardeşliğinin, bu kalıbı kıran en çarpıcı, en tesirli örnekleri sizin için hangileri olabilir?
Artık televizyon dizilerinin bir kısmı tamamen sinema mantığı ile çekiliyor yani film gibi oluyorlar, böyle bir şey var. Oyuncular açısından bakacak olursak düzenli ve iyi para şeklinde bir cazibesi var bu işin. Eğer çok kapsamlı romanların uyarlaması yapılacaksa diziler en uygun tercihler oluyor bu anlamda, çünkü her şeyi verebiliyor dizi mantığı. Meselâ Harry Potter (1997) ya da Yüzüklerin Efendisi’ni(2001) düşün,bin sayfayı bir filme indirebilmiş insandı Peter Jackson ama şimdi çok daha az sayfayı üç filme çıkarmaya çalışıyor o da ayrı (gülüyor) Bununla yanında Harry Potter’lar çok başarısız uyarlamalar iken Yüzüklerin Efendisi hakikaten en başarılı uyarlamalardan biriydi, önceden hiç umutlu olmadığımız hâlde. Klasiklerde ise bazı uyarlamalar iyi oluyor, bazıları ise olmuyor. Bence eğer bir kitabı uyarlıyorsan sadece durumları aktarmaktansa karakterlerin derinliğini anlamak çok önemli, konu klasikler ise eğer. Dizilerde bunu büyük ölçüde başarabiliyorsun ancak filmlerde tabii ki bir süre sorunu var, prodüksiyon yapım ve tasarımının çok pahalıya patlaması sorunu var. Ama ben genellikle edebiyat uyarlamalarını beğenmem, neden beğenmem? Söylediğim nedenlerden dolayı olamıyorlar. Şimdi Philip Pullman’ın His Dark Material (1995) üçlemesinin ilk kitabından Altın Pusula (2007) diye bir uyarlama yaptılar, nefis bir prodüksiyon tasarımı vardı ancak karton gibiydi karakterler ve hiçbir şekilde ruhlarını giyinememişti kahramanlar,o kadar kötüydü ve bırakmak zorunda kaldılar. Oysa o kitapla National Theatre iki yıl kapalı gişe oynadı, üstelikte 12 yaşında bir kızı 20 yaşında bir aktris oynadı ve kitapta zırhlı ayılar gibi acayip şeyler vardı onların hepsini kuklalarla hallettikleri halde… Demek ki bu sadece bakış açına bağlı. Senin kuklalarla yarattığın şey, dünya kadar paralarla tasarlanan yaratıklardan çok daha gerçekçi olabiliyor. Bu da zaten orjinale bakış şeklinden kaynaklanıyor. Bir de uzun zaman radyoda program yapmış olan yönetmen Percy Adlon derdi ki “The Tin Drum (1979) kötü bir film iken Venedik’te Ölüm’ün bir şaheser olmasının tek bir nedeni var: Tin Drum çok uzun bir kitap, Venedik’te Ölüm(1971) ise kısacık bir kitap” İşte metin, okurla kitap arasında olan bir şey orada tüm ayrıntıların farkına varıyorsun, bir şekilde filme uyarlanacağını öğrenince her ayrıntı gözünün önüne geliyor ve bekliyorsun bazı şeyleri, bulamayınca hayal kırıklığına uğruyorsun. Oysa Venedik’te Ölüm gibi bir kitapta o kadar çok ayrıntı yok, yönetmenin onu süslemesi izleyiciye kötü gelmiyor.
O zaman her uyarlama biraz eksik kalacak, bizim zihnimizin içinde olacak en çok.
İster istemez, son Anna Karenina’yı (2012) düşün meselâ. Tamamen bir tiyatro sahnesinde geçiyor, köy sahneleri hariç. Örneğin Harry Potter üçüncü filmden itibaren karakterlerle ilgilenmeye başladı, artık sondan ikinci film neredeyse bir sanat filmi gibiydi, tamamen karakterler üzerineydi. Zaten Harry Potter çok karakterli bir seriydi, eğer onları es geçersen birinci ve ikinci film gibi ayağı yere basmayan uyarlamalar ortaya çıkıyor.
Game of Thrones meselâ dizi olarak çekilmesinin avantajını yaşayan bir yapım, çok karakterli bir metin ancak hepsinin de içi çok iyi doldurulmuş.
Çok çok, kitaptan kesinlikle daha iyi olan yapımlardan bence. Yine Stephenie Meyer’in ilk kitabının filmi Twilight (2008) , kesinlikle kitaptan daha iyi, çünkü sinemanın imkânları var, karakterleri kaçırmamış elinden. Öte yandan Harry Potter’daki kırmızı yanaklı Cedric Diggory’nin bir anda karşımıza vampir olarak çıkması biraz tuhaf olmakla birlikte.. (gülüyor)
Lars von Trier’den Martin Scorsese’a, Kevin Spacey’den Jessica Lange ve Clive Owen’a birçok yönetmen, aktör ve aktris sinema ile birlikte televizyon dünyasına görkemli yapımlarla giriş yapıyorlar. Türkiye’de de bu durum benzerlikler gösteriyor. Bu akışkan eğilimleri siz nasıl yorumluyorsunuz? Televizyon ekranını onlar için cazip hâle getiren unsurlar neler olabilir?
Amerika’da herkes oynadı, hatırlasana Al Pacino Angels in America’da(2003) oynamıştı.
Ama şimdi çok geçişler var ya da biz daha çok diziye ulaşabildiğimiz için oyuncuların bu seçimi daha görünür hâle geldi bizim için.
Bir defa HBO gibi sanat filmlerine eş değer diziler yapan bir şirket var. Temple Grandin(2010) gibi bir şey yaptılar meselâ ve müthişti. Sanırım konuların çok daha iyi işlenmesiyle sonuçta düzenli para var bununla birlikte daha rahat çalışıyorsun, daha uzun bir süre güvenli işin var en nihayetinde daha fazla insan görüyor yaptığın işi. Dolayısıyla elbette avantajları var televizyonun. Bazı durumlarda televizyon sinema gibi çalışıyor, hatta bazen bir film izlediğin hissine kapılıyorsun, düşünsene Boardwalk Empire’ın(2010/2014) pilot bölümünü, Martin Scorsese’ın çektiği ilk bölümü. Diğer yandan bir filmde tanıtmaya çalıştığın karakteri on üç bölümde tanıtıyorsun, iki bölümün bir film olduğunu düşünürsek bir kahramanı anlatmak için altı, yedi filmlik yerin oluyor işin matematiğine baktığında.
Peki Antalya ve Adana ile majör festivallerin sezonu açılıyor. Ülkedeki festivallerle ilgili neler düşünüyorsunuz? Eksik gördüğünüz, geliştirilebilecek özellikleriyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Neden ülkemizdeki festivaller yurtdışındaki muadilleri karşısında bir türlü ağırlığını koyamıyor? Son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Jürinin, yönetmenin, festivalin tavrını nasıl buluyorsunuz?
Bir tane var ağırlığını koyan:İstanbul Film Festivali. Dünya’nın en önemli film festivallerinden biri. Çok saygın bir festivaldir. Antalya Film Festivali ile ilgili son gelişmeleri ise değerlendiremiyorum, neye inanacağımızı şaşırdık, Herkes bambaşka şeyler söylüyor. Bambaşka yerlerden kaynaklanan bildiriler, bazen o bildiriler de kendi içlerinde değişiyor. Ama ben şu tavrı hiç haklı bulmuyorum, kızıp da festivale katılmamayı. Festivaller şahıslarla kaim değildir. Bu 51. Yılını kutlayan bir festival, iki aydır başında olan insanlara kızıp da festivale gitmemek çok doğru gelmiyor bana. Zaten o insanlara bu konudaki fikirlerini dile getirmek istiyorsan sırf onun için bile bu festivale katılman gerekir. Festivalleri ayakta tutmaya çalışıyoruz. İşte Antalya Film Festivalinin uluslararası bir festival olamayışının nedenlerinden biri de sürekli destek veren insanların değişmesi. Belediye başkanının değişmesi. Çünkü bu iş belediyelere bağlı. Bir yerde çok sağlam gibi görünürken diğer yerde hem müdahaleye meydan veriyor hem de yerel yönetimler de değişiyor o esnada. Antalya üstelik son yıllara kadar uluslararası bir festival olmak yolunda en ufak bir adım atmamıştı. Ancak Türsak yönetimiyle bir ilgisi olunca yabancı film kapsamını genişlettiler. Bence bu yıl bütün festivallerin, Adana’nın, Antalya’nın, İstanbul’un çok iyi yabancı filmleri var. Filmekimi’nin hele müthiş.
Filmekimi o anlamda iyi oluyor. Venedik ve Cannes Film Festivallerinden iyi yapımları toplayıp, ateşimizi düşürüyor bir yerde.
Evet ateşimizi düşürüyor dediğin gibi. Dolayısıyla İstanbul Film Festivali bir vakfa dayanıyor, aslında sponsor olmazsa hiçbir festival yapılamaz. Ancak senelerdir birlikte çalıştığı sağlam sponsorları var. Banka sponsorları meselâ. Ve hep sinema insanları çalıştı o festivalde, sinematek geleneğinden gelen insanlar çalıştı. Onun için bir tür sinematek gibi oldu festivalin kendisi de. Kısacası yabancı ülkelerde saygınlık kazanmak için her türlü nedene sahip İstanbul Film Festivali. Adana bütçesi zayıf bir festival yoksa ben doğru yolda olduklarını düşünüyorum. Malatya Film Festivali ise çok genç ve küçük bir festival. Onun da başındaki insanlar sürekli değişiyor. İhsan Kabil var şimdi başında. İstikrar bu organizasyonlarda çok önemli, dışarıda bunun etkin olmasına çok önem veriyorlar. 51 yıllık bir festivalin de artık istikrarı tutturması gerekiyor. İf İstanbul meselâ kendi sponsorlarını kendi seçiyor ve hâlâ ayakta olan saygın bir festival.
Son dönem Türk korku sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Taylan Kardeşlerin “Küçük Kıyamet”(2006) filmini çok beğenmiştim, iyi bir filmdi bence. Bizden bir şeyler de vardı o metinde. Zaten Taylan Kardeşler önceden bizim eleştirmen arkadaşlarımızdı, onların yaptığı filmlerin belli bir kalitesi de oluyor. Ama ben şu son zamanlarda yapılan Muska’yı (2014) da beğendim. Çünkü başkarakteri bir değişim geçiriyor ve Sezgin Erdemir de çok iyi oynamış, o değişimi göstermeyi başarmıştı. Aman aman olmamakla birlikte ortanın üstünde ve iyi oynandığını düşünüyorum. Çok da zor bir şey değil korku filmi yapmak aslında, eğer korku filmine yatkınlığın varsa… Altay Öktem’i götürsek de o bir korku filmi yapsa meselâ. (gülüyor) Gerçekten buna yatkın ve seven bir tavrın olması lâzım. Alfred Hitchcock bütün ömrünü korku duygusuyla geçirdi yani. Öte yandan seyirciyi korkutabilmek de zor, hele şimdi iyiden iyiye zorlaştı, çünkü seyirci her şeyi biliyor artık. Neyin nasıl yapıldığını… Bizde öyle incelikli bir gerilim yapımı yok.
Ahh Belinda (1986) meselâ, evet çok da bu türe uygun düşmeyen bir yapım ama kadının o fantezinin içinden bir türlü çıkamaması bir çeşit gerilim yaratmıyor değildi.
O tamamen fantastikti. Ama bu film de öyle çok büyük bütçeler olmadan başarılı fantastik yapımlar da yapılabileceğini kanıtlıyor bize.
Bu yıl sinemamızın 100.yılı. Bu anlamda sinemamızla ilgili yapılan ya da yapılmayan şeyler hakkında neler düşünüyorsunuz?
Belediyeler bu anlamda her yere afişler koyarak, bu önemli olayı yaygınlaştırabilirdi. Festivaller bu anlamda sergiler, özel gösterimler yaparak kutluyor, sahip çıkıyorlar. Ama onun dışında bir hareketlilik göremiyorum. Yerel yönetimlerin bununla ilgili yapılacaklar konusunda üstüne çok şey düşüyor. Emektar oyuncularla söyleşiler, açık havada gösterimler, halka açık etkinlikler yapılabilirdi. Bunlar çok bütçe gerektiren şeyler değil. Bununla birlikte yapılacak en büyük hizmet de filmleri yeniden elden geçirmek, görüntüleri düzeltmek, temizlemek. Düşünün bunun Amerika’da öncülüğünü Martin Scorsese yapıyor.