1989 yılı ABD yapımı bir film olan Dead Poets Society, yönetmenliğini Peter Weir’in yaptığı bir drama olup en iyi özgün senaryo dalında Oscar ödülüne layık görülmüştür. Senaryosunu Tom Schulman’ın yazdığı filmde Robin Williams edebiyat öğretmeni John Keating karakterini canlandırmaktadır.
1959 yılında geçen filmde John Keating adlı başarılı ve bir o kadar da farklı ders anlatımı olan bir edebiyat öğretmeninin Welton Academy’de başından geçen olaylar konu edinilmektedir. Ailelerinin baskısı altında olan öğrencilerini edebiyat ve şiirin büyülü dünyasıyla tanıştırarak onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya farklı açılardan bakmayı öğretir. Bunu yaparken üç altın anahtarı kullanır ki bunlar filmdeki üç temel semboldür: farkındalık, doluluk ve özdeşim.
Farkındalık (epistomolojik idrak), kişinin edimlerinin bilincinde olması durumudur. Bunu bize bilincimiz sunmaktadır ve biz bu sunulanı işleterek bizi kuşatan evrenin gerçekliğini algılayabilir, yorumlayabilir ve anlamlandırabiliriz. Bunu yaparken ilgimizi çeken, bizim için önemli olanı ve yaşamımıza etki edeni seçeriz. Nesne konumunda olan bizler dünyaya kendimizi açarak evrenle bağlantı kurarız. Bu bağlantının niteliği ise varlığı görenlerin (bizlerin); varlığı, özelliği ve karakteriyle yakından ilişkilidir. Yani dünyayla farkındalığımız ölçüsünde ilişki kurarız. Burada bilincin gerçeği yorumlama becerisi ortaya çıkmaktadır. Çünkü sanat ve felsefe alanındaki görünür olma veya kılma çabası aynı zamanda kendini şekillendirmenin çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. Farkındalığın ve kültürün kesiştiği nokta tam da budur. Kişinin dış dünyayı anlamlandırarak kendi varlık bilincini fark etmesi durumu gerçekleşir ve birey gerçeği yorumlamada öznel unsurlar kullanarak sanat eseri ortaya koyar.
John Kabat-Zinn, farkındalığı “Yargısız bir şekilde şimdiki ana odaklanabilmek amacıyla, dikkatinizi toplayabilmektir.” şeklinde tanımlar. Latince carpe diem sözü de tam olarak bunu anlatmaktadır. ‘Yaşadığın günü kavramak’ anlamına gelir. Filmde John Keating’in öğrencilerinde uyandırmaya çalıştığı ilk şey de bu olur. İlk dersini görev aldığı Welton Academy’nin mezunlar köşesinde işler. Burada ölüm temasına da vurgu yapan Keating, öğrencilerinden geçmişten gelen yüzlere bakmalarını ister. Birçok kez bu köşeden geçmiş olmalarına rağmen onları fark etmediklerini, tıpkı onlar gibi bir zamanlar genç olduklarını söyler. Fotoğraflara bakarak onların bir zamanlar neler yapmak istediklerini, hayallerini, yapmayı umdukları şeyleri ve bir gün gelip toprak oluşlarını düşünmelerini ister. Ve geçmişten gelen fısıltı ile onlara şöyle seslenir: “Hayatını olağandışı yap!” Bu dersten sonra bir grup öğrencide istediği merağı uyandırmayı başarır. Her dersi farklı bir uygulamayla işleyen Keating, ilgilerini çekmek için kimi zaman avluda yürüyüş düzenler, kimi zaman da iç dünyalarını haykırabilmeleri için küçük kağıtlara yazılı notlarla futbol sahasında şut çektirir. Bazen şiir yazdırır, bazen de oturdukları sıraya çıkartarak bulundukları dersliğe, ki aslında yaşadıkları dünyaya, farklı açılardan bakmalarını sağlar. Tüm bunların sonunda öğrenciler okulda kendilerine dayatılan sınırlı dünyalarının dışında da bir dünya olduğunu keşfederler ve kendi deyimleriyle Kaptanlar’ına (Keating) olan merakları onları hızla edebiyat ve sanat dünyasına çeker. Önceleri bunu nasıl yapacaklarını bilemezlerken her şey edebiyat öğretmenleri Keating’in yıllığını okumalarıyla başka bir boyut kazanır. Ölü Ozanlar Derneği’nin ne olduğu araştırdıklarında onlar için artık okudukları bu yatılı okul, cehennem olmaktan çıkıp öz bilinçleriyle gerçeği yorumlamaya başladıkları, dış dünyayı anlamlandırdıkları, tiyatroya ilgi duydukları ve aşklarını yaşadıkları bir cennete dönüşür. Bu keşifle artık kazandıkları farkındalık, onları doluluk denilen ikinci evreye taşır.
İnsanın dünyada varolma algılarının tamamen betimlenmesi, yorumlanmasıyla oluşan varoluş algılamasına doluluk denilmektedir. Bunu bütünüyle gerçekleştirmek söz konusu olmayıp farkındalığın tamamen etkinleştirilememesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü kişinin benliğini tümüyle kavraması, varlığının bütün bilgisine ve yetisine ulaşması mümkün değildir. Bu sebeple kişi bunu elinden geldiğince başarmalı ve dile getirmeyi becerebilmelidir. Kişi böylelikle varlığında bulunan eksikliğini gidermeye ve bu eksikliğini metaforlar, imgeler yoluyla sanatsal bir dille oluşturduğu eserlerle kapatma ve kendini tatmin etme yoluna gider. Bu çerçevede filmimizi yorumlayacak olursak yıllığı keşfeden bir grup öğrencimiz Ölü Ozanlar Derneği’ni tekrar kurarlar. Okul yakınındaki Kızılderili mağaralarına gizlice gidip birbirlerine şiirler okumaya, hikâyeler anlatmaya, müzik aleti çalmaya ve oyunlar oynamaya başlarlar. Artık ailelerin kendilerine dayattıkları kariyer hedeflerinden tamamen uzak, bambaşka bir dünyanın, üstelik çok da uzakta olmayan, kendi içlerindeki gizemli ve tadına doyulmaz bir âlemin tadına varırlar. Her toplantıya derneğin eski öğrencilerinden kalma bir kitaptan bölümler okuyarak giriş yaparlar. Her seferinde kendilerini biraz daha keşfetmenin büyüsüyle artık dünyaya başka başka pencerelerden bakıyorlardır. Nitekim sanatsal açıdan bu mağara da bir semboldür. Dış dünyanın insanı belirli kalıplara hapseden basit yaşantısından kaçışın sembolüdür. Tıpkı Platon’un mağaralar anlatısı gibi… Bir mağaraya tutsak edilmiş insanlardan birinin farkındalığıyla o mağaradan çıkıp her şeyin gölgelerden ibaret olmadığını, bambaşka bir dünyanın bu mağaranın dışında olduğunu keşfetmesi gibi… Okudukları her şiir, anlattıkları her hikâye ve paylaştıkları her şey onları idealar dünyasındaki birer gerçeklik gibi çevreler.
Filmimizde yer alan bir diğer sanatsal imge, özdeşim kurmadır. Özdeşim kurma, bireyin kendini beğenmediği durumlarda, istediği özelliklere sahip başkalarının özelliklerini benimseyerek, o kişinin başarılarını paylaşmaktır. Böylelikle birey kendini yetersiz hissetmekten kurtulur. Her varlık, kendini mutlu olabileceği bir dengede tutmayı arzular. Bu dengenin sağlanabilmesi için varlığın bilinçli bir hâlde denge bozucu uyarıları tanıma, değiştirme ve ona göre kendini koruma yetilerini öğrenmesi gerekir. Farkındalık ve dolulukla bu yetilerini keşfeden öğrenciler, ailelerin baskıcı tutumları sebebiyle iç dünyalarına gömdükleri hayalleri, istekleri ortaya çıkarabilmek için edebiyat öğretmenleri Keating’i örnek alırlar ve ona benzemeye çalışırlar. Kaptanlar’ı Keating, onlar için bu yeni dünyanın ilahı konumundadır. Her şeyleriyle ona benzemek, onun gibi yaşamak isterler ve onun izinden gitmek için ilk dersinde öğrettiği carpe diem (günü yakala) sözünü slogan haline dahi getirirler. Fakat esas özdeşimleri filmin sonunda somutlaşacak ve gerçek hüviyetine kavuşacaktır.
Ama bu güzel günler fazla uzun sürmez. Kendisinden farklı olanı tehlikeli görmek insanoğlunun en büyük handikaplarından biridir. Tiyatroya merak salan öğrencisinin intihar etmesinden ve diğer öğrencilerdeki sanata uyanan bu meraktan rahatsız olan ailelerin şikayeti üzerine Bay Keating açığa alınır. İstediğini elde eden okul müdürü Bay Nolan, aynı öğrencilerle edebiyat dersindeyken Bay Keating gelir ve eşyalarını toplar. Tam derslik kapısından çıkmak üzereyken Ölü Ozanlar Derneği’nin yeni üyelerinden biri masanın üstüne fırlar ve Bay Nolan’a olan tepkisini dile getirir. Bunun üzerine diğer öğrenciler birer birer sıralarının üstüne çıkarak Kaptan Bay Keating’i onun tarzıyla selamlarlar. Aslında öğretmenlerine verdikleri mesaj onun, kendileri için ne yapmak istediğinin farkında olduklarını anlatmak ve onunla özdeşim kurduklarını, her birinin Bay Keating olduğunu anlatmaya çalışmaktır. Bunu gören Bay Keating, kazanmış olduğu zaferin mutluluğuyla onlara bir kez daha gülümseyerek bakar ve okuldan ayrılır. Filmdeki farkındalık, doluluk ve özdeşim sembollerinin üçlemesinin tamalandığı sahne de bu sahnedir. Çünkü Bay Kealing, bir edebiyat öğretmeni olarak idealini gerçekleştirmiştir. Edebiyatın insana kazandırmaya çalıştığı değerleri öğrencilerinde görmek, onun için en büyük mutluluk kaynağıdır. Filmde Bay Keating ve öğrencilerinin serüvenine kapılan izleyicinin geçirdiği değişim serüveninin anahtarı da bu sahnedir; seyircinin kendisini Bay Keating ile özdeşleştirdiği en güzel sahne.
Pek çok filmde canlandırdığı karakterle milyonlarca insanın sevgisini kazanmış olan Robin Williams’ın akıllarda kalan ve unutulmayacak en güzel filmlerinden biri şüphesiz Dead Poets Society’dir. İdealist ve öğrencilerini seven bir öğretmen olan Bay Keating, Robin Williams’ın usta oyunculuğu sayesinde daha pek çok kuşağın zihnine kazınacak gibi de görünüyor. İnsanın farkındalığını kazanma serüvenini, sanatla ruhunu yoğurarak edindiği doluluğu ve bu serüveni kendisinden önce yaşamış olanların izinden girerek tamamladığı yolculuğu anlatan muhteşem bir dram filmi… Edebi uyarlamaların çokça yapıldıdığı sinema dünyasında belki de edebiyatı, sanatı, şiiri ve insanı bu denli güzel ve etkileyici anlatan başka bir filme rastlanmamaktadır. Bir yönüyle film, hepimizin lisedeyken yaşadığı o heyecanlı ve umut dolu yıllara ayna tutmakta ve o günlere dair içimizde kalan, kimimizde sönmüş veya hâlâ kimimizin yaşattığı o hayallerin birer yansımasını bize sunmaktadır. Sonsuz yolculuğuna çıkan Robin Williams’a bu güzel film için teşekkür ederken Bay Keating gibi siz de masanın üzerine çıkarak dünyaya bir kez daha farklı açılardan bakın. Birçok şeyi kaçırıyor olabilirsiniz.
*Bu yazı geçtiğimiz aylarda hayatını kaybeden Robin Williams’ın anısına kaleme alınmıştır.
Bünyamin Tan
Yorumlar 1