Gazabın, Aşkın ve Skandalın Hikâyesi: La Guerra Dei Vulcani
İtalyan yönetmen Francesco Patierno tarafından hayata geçirilen La Guerra Dei Vulcani (2012), Türkçe adıyla Volkanların Savaşı adlı kurmaca belgesel, bizlere ilk kez Roberto Rossellini, Anna Magnani ve Ingrid Bergman ekseninde şekillenmiş o malum hikâyenin kapılarını çok farklı ve özgün bir sinema diliyle araladı.
Film Türkiye’de vizyona girmedi; ancak Aralık 2012′de, İstanbul İtalyan Kültür Merkezi ve Istituto Luce Cinecittà işbirliğiyle düzenlenen “İtalyan Sinemasıyla Buluşma” etkinliklerinde Türk izleyicilerle buluştu.
Volkanların Savaşı, aynı yıl vizyona giren, İtalya’da volkanlarıyla ünlü Aeolian Adaları’nda çekimleri gerçekleşmiş iki ayrı film üzerinden hikâyeye odaklanıyor. Bu fimlerden biri artık Amerika’nın tanıdığı bir yönetmen olan Rosselini’nin çektiği ve dönemin divası Ingrid Bergman’ın oynadığı Stromboli (1950); diğeriyse Bergman sebebiyle Rosselini’nin ihanetine uğramış olan Anna Magnani’nin başrolde oynadığı, ilk kez 3 farklı Amerikan dağıtım şirketinin desteğini almış olan, William Dieterle tarafından yönetilen İtalyan yapımı bir film olan Vulcano (1950).
Rosselini, Amerika’da adını duyurmuş bir İtalyan yönetmen olarak davet aldığı New York’ta dönemin dünyaca ünlü oyuncusu Bergman ile tanışır ve onu, çekeceği yeni filmde oynaması için İtalya’ya çağırır. İşin özü, bu yönetmen-oyuncu iletişimini ilk harekete geçiren şey, New York buluşmasından önce Bergman’ın Rosselini’ye gönderdiği kısa ancak etkileyici bir hayran mektubudur. Bergman, tanışmalarından önce bunu Rosselini’nin yapım evi olan Minerva’ya göndermiştir ve mektup, tesadüfen bir sene sonra yönetmenin eline geçer:
“Sevgili Bay Rossellini, Roma Açık Şehir ve Paisà adlı filmlerinizi izledim ve çok beğendim. Çok iyi İngilizce konuşan, Almanca’sını unutmamış fakat Fransızca’sı pek anlaşılmayan, İtalyanca ise yalnızca “Ti amo” diyebilen İsveçli bir oyuncuya ihtiyaç duymanız halinde, oraya gelmeye ve sizinle bir film çevirmeye hazır olduğumu bilmenizi isterim.”
Bu arada, Rosselini’nin uzun zamandır sevgilisi ve İtalya’nın o dönem en güçlü oyuncularından olan Anna Magnani ise bu davete öfkelidir. Zaten çapkınlığıyla bilinen Rosselini, oyuncu sevgilisi Magnani yerine Bergman ile birlikte yeni filmi Stromboli’nin setine gireceğini duyurduğunda, aralarındaki aşk dedikoduları da çoktan basına yansımıştır. Çileden çıkan ve artık Rosselini’ye de ulaşamayan Magnani, Hollywood tarafından finanse edilen ve Rosselini’nin filmiyle aynı anda ve aynı adada çekilecek olan bir başka filmin, Vulcano’nun setinde başrol oyuncusu olarak alır soluğu…
… ve iki set arasındaki klaket sesleriyle bu üç kişiye ait kin, kaygı ve pişmanlıklar adada yankılanmaya başlar.
La Guerra Dei Vulcani, son yıllarda izleyebildiğimiz en özel ve hayat dolu kurmaca belgesellerden biri açıkçası. Üç önemli isim arasındaki öyküyü konu alan bir kitaptan yola çıkan bu filme başlama ve filmi şekillendirme sürecini şöyle anlatıyor yönetmen Francesco Patierno: “Bu filmin yapımcısı neyse ki ‘Stromboli’ hayranı olan kardeşimdi. La Guerra Dei Vulcani hakkındaki hikâyeyle ilgili düşünmemi öneren de kendisiydi. İlkin fikir, bu hikâyenin filmini çekmekti; ama sonra, bütçeden dolayı B planı olan kurmaca belgesel fikrinde karar kıldık. Nihayetinde en iyi karar da kesinlikle buydu. ”
Bundan tam 65 yıl önce, Akdeniz’de kamera arkasında yaşanan sarsıcı ve duygusal bir skandala dönüşen aşk hikâyesini; yönetmen Francesco Patierno sıradışı bir yöntemle aktarıyor seyirciye. Tutku, hile, kıskançlık, intikam ve kindarlık gibi duygular filmin adından da anlaşılacağı gibi, iki kadın oyuncu üzerinden ‘volkanik ölçekte’ verilmekte.
Günümüz oyuncuları yerine, adı geçen karakterlerin kendi projelerinden siyah beyaz görüntüleriyle filmi ‘çekmeye’ değil de ‘kurgulama’ya karar veren yönetmen, bu kararıyla çok etkileyici bir üslup oluşturmuş. Rosselini, Bergman ve Magnani’nin sayısız projesini ayıklayarak oldukça geniş bir arşiv çalışması gerçekleştirmiş. Filmde Bergman’ın da dile getirdiği gibi ‘Film nerede bitiyor, gerçek hayat nerede başlıyor biri bana söyleyebilir mi?’ serzenişi izleyiciyi kalbinden vuran stilin ta kendisi. “Kurgu ile gerçeği harmanlamak benim tarzım. (İtalyan terorist Giusva ile ilgili bir belgeselde de benzeri bir prosedürde çalışmıştım.) Ben direkt olarak şu şekilde çalışırım: Doğru gerçekliği oluşturabilmek için filmin parçalarını işlemek… Editörümle yaklaşık dört ay çalıştık.” diyor yönetmen.
1964 Napoli doğumlu yönetmen Patierno, aslında mimarlık okumuş. Ancak Roma’da bir reklam ajansında sanat yönetmeni olarak çalışmaya başladıktan sonra, zaman içinde RAI televizyonunda bazı programların yönetmeni ve yapım tasarımcısı olarak çalışmış. 2010′da yeniden sinemaya yoğunlaşan yönetmen, özellikle La Guerra Dei Vulcani adlı bu belgesel filmiyle dünyanın en önemli film festivallerinde büyük beğeni kazanmış ve ödüller de almış. “Film oldukça büyük bir başarı elde etti. Elliden fazla festivalde gösterildi ve izleyenler tarafından çok sevildi; aynı zamanda otuzun üzerinde ülkede satışa çıktı. İtalya ve diğer bazı ülkelerde de DVD olarak piyasaya sürüldü.”
Türkiye’de olduğu gibi, İtalya’da da filmlerin gişe ve festival filmi şeklinde sınıflandırıldığını belirten yönetmen, kendi sinema geçmişini ve artık güncel kararlarını da bu durumun nasıl etkilediğini şu şekilde açıklıyor: ‘‘Ben sanatsal bir festival filmiyle doğdum: Pater Familias (2003). Çok sayıda ödül kazandı ve çok sayıda önemli festivalde yer aldı. Ancak bugün sinema sektörünün yaşadığı kriz dolayısıyla festivaller üzerinden bir kariyer oluşturmak zengin bir aileye mensup olmadığınız sürece mümkün değil. Bu yüzden de kendimi daha endüstriyel filmlere adadım, bir yandan da deneysel damarımı belgesellere yönlendirdim.”
Bu filme karar verdiğinde, yola birlikte çıkacağı isimleri seçmek yönetmen için zor olmamış; “Her projenin doğru çalışanlara ihtiyacı var. Neyse ki birkaç yıldır bu alanda çalışan ve endüstrinin en iyi teknisyenlerini tanıyor olmak gibi bir şansım vardı.”
Övgüye değer bir düzenlemeyle son derece etkileyici bir iş ortaya çıkaran Francesco Patierno böylelikle, döneminin büyük dedikodusu hâline gelen bu öyküyle seyirciyi çıkardığı yolculukta, film yapımı konusunda son derece etkileyici bir biçimde sinema tarihine imzasını bırakıyor.