İtalya’nın, Emilia Romagna bölgesinin adını Ferrari’yle, Lamborghini’yle, balzamik sirkesiyle duyurmuş şehri Modena. Fakat Modena demek önce ve önce Luciano Pavarotti demek. Dünyaca ünlü tenorun doğup büyüdüğü ve ömrünün son zamanlarını da geçirdiği evi Modena’da insanları karmakarışık hislerle bezesin diye müze olarak ziyarete açılmış. Güneşli bir günde beni bu kadar derinden sarsacağını bilmeden giriyorum içeri. İçeride Pavarotti’nin sesi yankılanıyor. Yavaş yavaş dolanmaya başlıyorum ve kimi müzelerin soğuk, mesafeli hissiyatı yerine burada içim ısınıyor. Maestro’nun kıyafetleri, piyanosu, karısına yazdığı notlar. Daha ilk dakikada hem gözlerimi dolu dolu yapıp hem de gülümsetiyor.
Ev tıka basa anı, yaşanmışlık, huzur ve sevgi dolu. Her detayı yakalamanız mümkün değil, saatlerinizi hatta günlerinizi geçirmeniz gerek. Bu ziyaretime kadar Pavarotti’nin resim yaptığını bilmiyordum. Duvarlardaki tablolarını görünce şaşkınlığım ve hayranlığım arttı. İç dünyası, fırçasına döktüğü çizgiler ne kadar da renkli ne kadar da pozitif diye düşündüm eserlerine gülümserken. Çok sevdiği İtalya’sını işlemiş renk renk.
Mutfağı, çalışma odası, yatak odası her şey o kadar yaşıyor izlenimi veriyor ki şaşıyorsunuz, sanki sizinle birazdan kahve içip sohbet etmeye gelecekmiş gibi. Bu his tüylerimi diken diken ederek dolaştırıyor beni evin katlarında.
Başarıları, ödülleri, eserleri bir bir sıralanıyor bir üst kata çıktığımda. Bu katın tavanı cam, çevresinde fotoğraf baskıları var Maestro’nun. Bu güzel açıyı görebilmek için yere uzanıyorum, gökyüzü masmavi. Sanki ışık olarak içeriye akıp varlığını dolaştırıyormuş gibi bir his duyuyorum, gülümsüyorum.
En üst kata çıktığımda ise sayısız fotoğraf ve mektupla karşılaşıyorum. Frank Sinatra’dan tutun da Lady D.’ye muazzam isimler dökmüş kelimelerini sanatçıya ithafen. Eserlerini, başarılarını böyle dostluklarla onurlandırmış Pavarotti. Fotoğrafları inceledikçe bu nasıl bir yaşam ne kadar çok şey sığmış bu yaşama diye sormaktan kendimi alamadım ve bir kez daha fotoğrafın ne kadar muhteşem bir icat olduğunu düşündüm.
En vurucu kısımlar ise sanatçının video kayıtlarının yayınlandığı yer ve son günlerini geçirdiği yatak odasıydı. Video kayıtlarını izlerken dolan gözler, hüngür hüngür ağlamasın diye dışarı attım kendimi. Yatak odasında ise sanki hala sıcaklığı ve kokusu var gibiydi.
Maestro’nun evinin eksi birinci katında ise adına yapılmış sanat eserleri, figürler ve hayran notları yer alıyordu. Koca bir duvar ziyarete gelenlerin yazdığı notlar ile kaplıydı. Duvarın önünde ise büyük bir masa ve not defterleri yeni ziyaretçileri bekliyordu. Her dilden hayranlıkla, övgüyle dolu bir duvar.
Rivayete göre küçükken yaramazlık yaptığında yediği dayaklar esnasında bağırırken sesinin orjinalliği fark edilir. Doğru ya da yanlış bilemem ama şu bi’ gerçek ki yaklaşık 40-45 yıllık sanat hayatında dünya müziğine kattıklarına bakıldığında iyi ki de keşfedilmiş, her şeyden önce kendini keşfetmiş. Bize de ilham alalım diye birçok güzellik bırakmış.
2 La Crime, 1 Sorriso..
Grazie Maestro!
“Dünya Kaç Bucak ?“a da bekleriz.