21. Gezici Film Festivali’nin herhâlde en çok beklenen etkinliği “Sinemada Caz” etkinliği idi. Pazar günü hem caz hem de sinemaseverlere 277 dakika boyunca ikisi arasındaki eşsiz uyumu hissettiren anlar yaşadık. 20. yüzyıla damgasını vurmuş caz ve sinemanın arasındaki ilişkiyi tüm estetiğiyle bize sunan bir etkinlik oldu.
Milletçe caza aç olacağız ki “Hem de sinemalı caz!” diyerek Ankara Çağdaş Sanatlar Kültür Merkezi’ndeki ücretsiz gösterimde erkenden kuyruklar oluşmaya başladı. Sonunda kendime bir yer bulup oturabilmenin heyecanıyla etkinliğin başlamasını beklerken ekrana yansıtılan Tuncel Kurtiz’in fotoğrafı salondaki herkes gibi beni de oldukça etkiledi. Bir de not düşmüşlerdi: “Tuncel Kurtiz caz severdi.” diye. Güzel insanlarla aynı şeyleri sevmek bile mutluluk verici.
Etkinliğe katılamayan şanssız kimseler için etkinliğin bir özetini ve ünlü sinema eleştirmeni Chicago Reader’ın, eski sinema yazarı Jonathan Rosenbaum ile Ekhsan Khoshbakht’ın filmler hakkındaki görüşlerini paylaşmaya çalışacağım. Altını çizmek istediğim bir nokta var; Rosenbaum, filmlerle ilgili görüşlerini paylaşmadan önce herkese katıldığı için teşekkür ederken izleyenler arasında fazla sayıda kadın olmasının sevindirici olduğunu, ABD’de böyle bir etkinlik olsa izleyenlerin çoğunun erkek olacağını vurguladı. Ki bu da Türkiye’de kadının sinema, müzik ve daha doğrusu hayat içerisindeki yerine dair beni umutlandırdı.
Neyse festivale dönecek olursak, 6 kısa ve 2 uzun filmden oluşan seçkideki filmlerin geneline hüznün ve karamsarlığın hâkim olduğunu söyleyebiliriz aslında. Rosenbaum da filmleri anlatırken çoğunluğunun umutsuzluğu ve bitkinliği konu edindiğini ifade ederek son film ve ilk film arasında diyalektik bir ilişki kurmaya çalıştıklarını ifade etti. Nitekim Black Tan and Fantasy (1929) hüzünlü bir filmken en son film olan When It Rains (1995) de bir o kadar neşeli ve eğlenceli idi. Böylece karamsarlık ve umudun birbirini besleyen o simbiyotik yanı özellikle vurgulanmaya çalışılmış gibi duruyor.
Rosenbaum, Black Tan and Fantasy’de toplumsal meselelerin ele alındığını ve ırkçılığın caza nasıl sirayet ettiğinin anlatıldığını belirtti. Film ise Duke Ellington’ın yer aldığı ilk film ve sesli sinemanın ilk günlerinde çekilmiş bir eser. Fredi Weslington’ın canlandırdığı dansçının sahnede kalp krizi geçirmesini işleyen hüzünlü ve karanlık bir eser diyebiliriz. Duke Ellington, müzik yapmaya devam etmesini söyleyen kulüp sahibini dinlemez ve orkestrasıyla birlikte Fredi’nin yanına gider. Hasta yatağındaki Fredi’ye bir ağıt niteliğindeki son sahnede, enstrümanlarını çalan siyah müzisyenlerin gölgelerini izleriz bir süre. Bu gölgeler arasından yükselen müzik adeta siyahların duyulmayan çığlığını yansıtmaktadır. Ve müzik hiçbir zaman durmaz.
Film üzerine yaptıkları açıklama sırasında Khoshbakht bilmediğim bir noktaya değindi. 1963 yılında Ortadoğu turnesi sırasında Duke Ellington’ın Ankara’ya geldiğini ve Kennedy’nin ölüm haberinin gelmesiyle konserin gerçekleşemediğini anlattı. Bu efsanenin Ankara topraklarına uğramış olması bile beni aşırı heyecanlandırdı.
Khoshbakht, Sinemada Caz projesinin hâlâ devam etmekte olan bir proje olduğunu, ilk olarak Bologna’da başladıklarını, ancak bazı kısa ve uzun filmlerin ilk kez Ankara’da gösterilecek olduğunu vurguladı. Her etkinlik için seçkiyi yeni baştan kurguladıklarında yepyeni bir şeyin ortaya çıktığına değinen Khoshbakht, genel olarak cazcıların gündelik yaşamlarını ve sıkıntılarını anlatan filmlerin yer aldığından bahsetti. Cab Calloway’s Hi-de-ho (1934) filminde ise ABD’de o sıra yükselmekte olan reklam sektörünün nasıl bir caz filminin içerisinde kendine yer bulduğu oldukça önemli bir noktaydı benim için. Uyuşturucu, kadınlar ve seks üzerine şarkıları olan Cab Calloway’i yer aldığı bu filmde, meşhur Cotton Club’da hızlı ve enerjik scat singing olarak ifade edilen şarkı söyleme şekliyle ve çılgın dansıyla izliyoruz. Mizah yönü oldukça kuvvetli olan filmde bir radyo şirketinin reklamının yapılması, Calloway’in evli bir kadını baştan çıkarmasıyla işleniyor. Blues Brothers (1980) filmiyle Calloway’e hayranlığının iki kat arttığını düşünenlerdenseniz bu filmi izleme şansınız olursa kaçırmayın derim.
Jammin’ the Blues (1944) filmi ise fotoğrafçılığıyla ünlü Gjon Milli’nin kamerasından çıkan bir yapıt. Barney Cassel’ın tek beyaz olarak yer aldığı bu filmde yönetmen, onu geri planda bırakarak siyahların filmi ve cazı olarak kılmaya çalışıyor bu eseri. En iyi kısa film adayı olmuş bu filmde Lester Young ve sigarası ancak bu kadar estetik kullanılabilirdi diyebilirim.
Jack Webb’in yönetmenliğini yaptığı Pete Kelly’s Blues (1955) filmi ise seçkideki iki uzun filmden bir tanesi. Ella Fitzgerald ve Peggy Lee’nin de rol aldığı filmin başrolünü Jack Webb canlandırıyor ve grubunu bir arada tutmaya çalışan kornet sanatçısı Pete Kelly rolünde görülüyor. Dönemin atmosferini yansıtmak açısından çok önemli bir film; çünkü tam da ABD’de alkolün yasaklandığı ve yeraltına çekildiği bir dönem. Bununla birlikte caz da yeraltına iniyor ve cazcılar, mafyanın kaderlerini çizmeleriyle baş başa kalıyor. Bu konuyu eğlenceli ve hüzünlü bir şekilde işleyen filmde, kısa filmlerden farklı olarak beyazlardan oluşan bir müzisyen grubu görüyoruz.
Seçkilerin ikinci yarısında daha avantgarde filmler gösterildiğini söyleyebilirim. İkinci bölümde en çok beğendiğim film Ben Webster in Europe (1967) filmi oldu. “Koca Ben”, “Kurbağa”, “Hayvan” diye farklı takma isimlerle çağrılan Ben Webster’ın 1967 yılında Hollanda’da kaldığı dönemi konu alıyor. Bir saksafon fabrikasındaki üretimi göstererek açılışı yapılan filmde Avrupa’nın sokaklarını Ben Webster’ın gözünden görme şansına erişiyoruz. Sokaklara, insanlara bakarak belki de Webster, özlem duyduğu kendi topraklarını ve dostlarını düşünerek saksafonuna sığınıyor. Aynı zamanda Avrupa’daki dostlarıyla bir araya gelerek müzik yapma şansını yakalıyor. Webster’ın alkol sorunlarıyla gün yüzüne çıkan kaba kişiliğine dair de sinyaller aldığımız bir film. When It Rains ise diğerlerinden farklı olarak Afrika kökenli Amerikalıların kendi topraklarıyla kurdukları bağı daha net biçimde anlatan ve topluluk olma, dayanışma konusunu işleyen eğlenceli bir filmdi.
Rosenbaum ve Khoshbakth’ın değerli katkılarıyla birlikte 21. Gezici Film Festivali’nde bu filmleri izleyebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Caza ve sinemaya karşı büyük bir tutku besleyen biri olarak bu etkinlik için emeği geçenlere teşekkür etmek ve caz-sinema sever duygudaşlarımla o günü paylaşmak istedim.