İnsanlığın sesleri hep birbirine karışır. Vızıltı, müzik, duman ve is, toplamında bir büyüye varır. Satırların birbiri üzerine dizildiği bu hikâyede sen eksilirsen, herkesin düşme ihtimali artar. Piramitlerin, Babil Kulesi’nin, Kral Solomon’un madenlerinin inşasının, insanlık tarihi için çalışan, topraktan gelen ve toprağa dönen zamanın hikâyesi bu. Sınıf, kültür, mezhep ayrımı olmaksızın herkesin zengin olma hayaliyle merdivenleri tırmandığı ve merdivenlerden düştüğü, bir göğü görüp bin kere sıcağı ensesinde hissettiği, onların kurduğu dünyanın üzerine senin ve benim yerleştiğimiz eşitsizliğin hikâyesi…
Makinesiz, insan eliyle, insanlıktan yükselen vızıltının kudretiyle, birbirine karışan geçmiş ve yarınla, onların arasında bir sınır gibi duran köprüyle başlıyoruz: şimdiyle. Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado’nun kareleriyle insanlık tarihine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. İlk durağı Endonezya olan The Salt of the Earth (2015), yerlilerin fotoğraf makinesiyle tanışmasıyla, geçmişle bugünün ikinci köprüsünü kuruyor. Işık geride kalıyor, bir fotoğrafçı gölgeyle dünyayı yeniden yazıyor. Ateşin icadından bu yana en hararetli yolculuk bu.
Sebastião Salgado, oğlu Juliano Ribeiro Salgado ile birlikte bir seyahate çıkar, Wim Wenders da bir dış göz olarak onlara eşlik eder. Wenders’ın Juliano ile birlikte yönettiği The Salt of the Earth, ünlü fotoğrafçının hayatını, yürüttüğü ve yarattığı projeleri kapsar. Salgado’nun gezegene ve kozmik evrene, küresel kapitalizme, insanlığın vahşetine, sömürüye, insanı arsızlaştıran egemenlik hırsına açılan fotoğraflarıyla birlikte, son periyodun en başarılı belgeseli ortaya çıkar.
Salgado’ya göre her şey Brezilya’nın küçük kasabası Aimores’te başladı. Gezegenin en büyük maden kaynağı olan bölgeden trenlerle tüm dünyaya cevher taşındı. Yedi kız kardeşin arasında büyüyen Salgado, bu bölgede doğdu ve o vagonlara karışıp dünyaya yayıldı. İktisat eğitimi aldığı yıllarda kariyerini yarıda bırakıp hayatının aşkı Lelia ile evlendi, ülkesini terk edip uzaklara yolculuk yaptı ve tüm bunları yaparken aklında hep fotoğrafın, ışığın izi kaldı. Bir Saraguros efsanesine göre, Tanrılar dünyaya insanları izlemek ve cenneti kimin hak ettiğini görmek için dönerler. Latin Amerika’ya yaptığı geziler sırasında Sebastiao’nun duydukları bunlardı ve o, yerliler için cennetten gönderilmiş bir elçiydi. Çünkü makinesinin küçücük aralığından onları izliyor ve kaydediyor; daha da garibi, her gittiği yerden bir parçayı da beraberinde taşıyordu.
Güney Amerika gezileri ona “The Other Americas” serisini yaptırırken; oğlu Juliano, neredeyse babasız büyümüştü. Otuz sene sonra bugün Juliano, babasına denizayılarını fotoğraflamak için katılmış, otuz sene sonra, baba olarak tanıdığı macera adamını keşfe çıkmıştı, Wim Wenders ile birlikte.
Güney Amerika seyahatinin ardından Brezilya’daki askeri diktatörlük rejimi düşünce, Salgado ve Lelia tekrar Brezilya’ya uçtu. Yanlarında, Juliano dışında, down sendromlu doğan ancak ailenin aşkıyla kelimesiz bir dille konuşmayı başarabilen ikinci oğulları Rodrigo da vardı. Salgado, Brezilya’ya döndüğü ilk altı ayda, ülkesinin bilmediği yerlerini gezdi. Brezilya’nın kuzeydoğusunda insanlık, onlarca kez kullanılmış kiralık tabutlarla mezarlara taşınırken; vaftiz olamadan ölen gözü açık çocuklar, sonsuza dek yollarını aramak üzere Limbo’ya* gönderiliyordu. Salgado’nun birbirini takip eden, farklı kıtalarda gerçekleştirdiği projelerle, insanlık tarihinin acıya sürüklenen vahşi hikâyesi de ortaya çıkıyordu. Kıtlık, yoksulluk, güçsüzlük, yaşam ile ölümün en yakın olduğu anlara tanıklık, kat edilen her kilometrede çoğalırken; bu sefer yolculuk, gençliğin, acıdan yaşlanmış yüzlere, içi boşalan gözlere teslim olduğu, hayatın devamının ölüm olduğu tek kıtaya, Afrika’yaydı. Etiyopya’dan Sudan’a sürülen onca insan, hükümetin adaletsiz ve dürüst olmayan politikaları nedeniyle yiyeceğe ulaşamıyor ve yemek için yürüyordu. Etiyopya’daki kıtlık, 1990’larda Ruanda ile Kongo’daki soykırıma şahitlik, Salgado’nun, hayatının en derin acısıyla karşılaşmasına neden olmuştu.
Dünyayı inşa eden bütün erkeklere ve kadınlara olan saygısını göstermek için sayısız ülke ve bölge gezip işçileri fotoğraflayan Salgado, “Workers”ı sağır edici bir çabanın sonucunda tamamlamıştı. Birinci Körfez Savaşı sonunda ateşe verilen petrol kuyularının patlama anlarını dahi kaydetmek isteyen Salgado, 1991’de Kuveyt’teydi. Patlamanın kuvvetli seslerinden fiziken etkilenip duyma yetisinin bir kısmını da bu esnada kaybetti. Kariyerinin sonraki döneminde mültecilerin hayatına eğilen Sebastiao, Lelia’nın da desteğiyle “Migrations” başlıklı bir projeye başladı. Tanzanya’daki nüfus hareketini bizzat takip eden Salgado, kaçan insanların en yakın tanığı oldu. Ruanda yollarında ölümle dolu yüz elli kilometre ve mülteci kampları, Salgado için kolay olmamıştı. Cennetin içinde cehennem, korkutucuydu. Şiddet ve gaddarlık her mesafede aynıydı ve şiddet bulaşıcıydı. Salgado oradan ayrıldığında, bulaşıcı olmayan bir ruh hastalığına yakalanmıştı bile. Ancak yakaladığı kareler, türümüzün vahşiliğini belgelemesi için iyi bir kaynak teşkil etmişti.
Brezilya’dan dünyaya maden taşıyan trenler kalktıktan yıllar sonra Salgado, bir trenle Birleşmiş Milletler’in, onu Ruanda’ya götürüşüne tanık oluyordu. Sefalet, ölüm, gaddarlık, yurtsuzluk, onca yoksulluk devam ederken; “Gördüklerim için kamerayı bırakıp kaç kere ağladım?” diyen Salgado son seyahatini yapıyordu. Eylemlerinden değil de gördüklerinden dolayı devrilmesi yakındı. Tekrar karısı ve çocuklarının yanına, Brezilya’ya döndüğünde büyükbabasının sağlığı kötüleşmiş, toprağın kanı çekilmiş, hayvanlar ölmüş, erozyon bitki örtüsünü yok etmiş, Salgado’nun çocukluğundaki cennetten eser kalmamıştı. Evreni yerle yeksan eden insanlık, çölde çiçek açtırmayı başarabilir miydi? Yok olan ormanları tekrar canlandırmayı düşleyen Lelia, burayı yeşillendirme fikrini sundu ve “Instituto Terra” adlı bir mucize böylece hayata geçti. Çocukluğundaki ormanın geri gelişini görmek, Sebastiao’nun fotoğraf tutkusunu da diriltmişti. 2013’te tamamladığı son projesi “Genesis” bu dirilmenin ardından ortaya çıkmış; yılların ve vahşetin, ruhunu yaraladığı Salgado, iyileşmek için el değmemiş doğanın kucağına dönme kararı almıştı. Bu defa, hiç yapmadığı bir şeyi yapacak, doğa manzaralarını, hayvanları, evrenin sonsuz imajlarını kaydedecekti. Aslında vahşi doğa, insanlığın kökenine uzanan bir başka yolculuktu onun için. Şimdi Salgado, gezegene bir aşk mektubu yazıyordu. İnsanlardan yükselen vızıltılar, doğaya ve mekâna çarpıp parçalara bölünürken; etnik ve toplumsal çatışmalar, sömürgecilik, kapitalizm ağırlığını hissettirmeye devam ediyordu. Bunlara karşın Salgado’nun doğa manzaraları kusursuzdu. Doğuştan getirdiğimiz ve kodlarımıza işleyen şiddet sebep olmuyordu yıkıma. İnsanın, kendi elleriyle bozduğu kodlarında uyanan bir yok etme, ele geçirme arzusuydu bizimkisi. O hâlde dünyayı onarmak da yine insan eliyle, bu vahşeti durdurmakla mümkün olacaktı.
Hayatı boyunca işçileri, yoksulları, felaketlerin ortasındaki insanları gösteren fotoğraflarıyla tanınan Salgado, bunlara sadece temas edip kalırken bir dönüşümün parçası olamamakla eleştiriliyor; hayat verdiği orman, onun dünyaya sunduğu bir ‘gösteri’ olarak nitelendiriliyordu. Buna karşın Salgado’nın muhteşem ve çarpıcı fotoğraflarına eşlik eden, Laurent Petitgand imzalı müzikleriyle evrenin oluşumuna dek inen The Salt of the Earth, Salgado’nun samimiyetini ve ‘harap olmuş tüm toprakların ormana dönmesi’ dileğini çok iyi anlatıyor. Fotoğrafçının aldığı eleştirileri tamamen haksız yapmasa da bir nebze törpülüyor. Salgado’nun belgeselci üslupla çektiği ve hakiki samimiyeti yakalamak için ömrünü adadığı fotoğrafları, sinema-fotoğraf birlikteliğinin yetkin bir örneğini var ediyor.
Alman Vatandaşı olan ve Hitler’in geçmişteki yıkımına dair içinde hep bir acı taşıyan Wim Wenders, aslında hayatı boyunca ait olamama durumuyla cebelleşir, bu aidiyetsizliği de filmleri aracılığıyla bir toprağa oturtmaya çalışır. Yönetmenin bu tavrını filmlerine de yansıttığı düşünüldüğünde ve Wenders’ın yolculuk hâlindeki karakterleri akla getirildiğinde, The Salt of the Earth’ün, Wenders’ın ruhundaki gediklere bir çıkış noktası oluşturduğu söylenebilir. Onun, yurdunda sabit kalmayıp sürekli yolculuk yapan Salgado’yu karakter olarak seçmesi haklı sebepler taşır. İlk yönetmenlik yıllarından bu yana fotoğrafla ilgilendiği ve kadrajlarını oluştururken fotoğraf estetiğini hep aklında tuttuğu düşünüldüğünde, görürüz ki aslında Wenders doğduğundan beri cevabını bulamadığı sorulara bir yanıt aramak, ilk kez Hitler’de hissettiği bu vahşetin kaynağını bulmak için Salgado’dan yardım ister.
Salgado, ruhunu bir ormana henüz yaşarken teslim etti. İnsanlığın kökleri, diktiği her ağaçla birlikte toprağa karışacak, Babil Kulesi’nin inşa edildiği zamanlara dek inecekti. O öldüğünde bile toprağın tuzları toprakta kalacak, herkes ait olduğu yere döndüğündeyse dünya, açlığa, yoksulluğa ve sefalete direnecek kudreti nihayet bulacaktı. Çünkü her dağın arkasında bir hikâye, her hikâyenin içinde de insanlığın bir vahşeti vardı. Dünya, onu delik deşik etse de, kaybettiği her insan için gözyaşı dökmeye, bir ateş yakmaya hazırdı. Çünkü insanlar toprağın tuzuydu. Ne zaman bir insan ölse, toprağın da bir parçası yok olurdu.
*Limbo: Güney Amerika yerlilerinin bir inanışına göre bebekler vaftiz olmadan ölürlerse Limbo’ya giderler ve sonsuza dek yollarını bulamadan orada kalırlar. Limbo, “araf”a yakın bir anlam taşır.