Yaşlı adam uyandığında Manolin’i başucunda buldu. Çocuğun uzattığı kahveyi içti.
Boğazını yakan, itirafın acı tadıydı:
-Yendiler beni Manolin. Gerçekten yendiler.
“Yaşlı Adam ve Deniz”den…
O âna dek vicdanının derinlerinde sızlayan yaraları gölgelemiş olan yaşlı adam, teknesine atlayıp denize açıldığında yazgısının onu kendisiyle yüzleştireceğini biliyor muydu? Günün ilk ışığıyla birlikte ayağını uzun bir süre topraktan ayıracak olan teknenin, aynı zamanda ona bir ada, umut ve kurgular dünyası olacağının farkında mıydı? Şüphesiz Peder Anatoly, ömrünün geri kalanını geçireceği yola yüzünü çevirdiğinde tüm bunları görmüştü.
Tıpkı parmak izi gibi her kader, eşsiz yönlere doğru uzanır, dallanır, çatallanır. Ama her kaderin yazgısında da insanı kendisiyle yüzleştiren bir yolculuk ve bu yolcuğun bir noktasında demir atacağı ıssız bir ada muhakkak vardır. Ostrov (2006) da bu bağlamda kader olgusunu merkezine alarak yaşlı bir adamın zamanla kurgu dünyası hâline gelen adasındaki inzivasını din, günah ve Tanrı kavramları üzerinden anlatan, metaforlarla örülü bir yapım.
I. Dünya Savaşı’nda Rusya. Naziler, ellerine geçirdikleri genç denizci Anatoly’den (Pyotr Mamonov), hayatını bağışlamaları karşılığında aynı gemide seyahat ettiği arkadaşı Tihkon’u vurmasını isterler. Hayatta kalmak ya da ona bağışlanan ömürden vazgeçmek… İki yol arasında Kabil’in yazgısını seçer Anatoly; gözlerini kapatır ve tetiği çeker. Böylece söz verildiği üzere hayatı bağışlanır ve ömrüne bir otuz yıl daha eklenmiş olur. Karla örtülü beyaz Rus topraklarında azap karası bir ateşte yanacak olan otuz yıl… İşlediği cinayet yüzünden kendini hiçbir zaman affetmeyen Anatoly, içinde bulunduğu onulmaz vicdan azabını bir nebze olsun hafifletmek için ömrünün tüm geri kalanını dua etmeye ve Tanrı’dan af dilemeye adar. Bunun için de herkesten soyutlanmayı ve yaşadığı kasabanın yakınlarındaki ufak bir adacığa sığınmayı tercih eder. Zamanla kasaba halkı ve manastırdaki rahipler, onun seçilmiş, aziz, kutsal biri olduğunu düşünmeye başlar. Nitekim Anatoly de bu inancı destekleyen birkaç olay üstüne kötü ruhları kovduğu, ele geçirilmiş kimselerin içinden şeytan çıkardığı, hastaları iyileştirdiği, geleceği gördüğü iddialarıyla ortaya çıkar. Hatta aslı sorgulanmaksızın toplumsal bir kabul hâline gelen bu iddiayla birlikte Anatoly, ona atfedilen “peder” sıfatını çekinmeden üstüne alır. Ve Anatoly’nin umutla karamsarlık, arınmayla günahkârlık arasında, ömrünün son ânına dek sürecek olan kurgular dünyası böylece kapılarını aralamış olur.
Hem konu olarak filmin merkezinde yer alan hem de konuşmaların içinde bilfiil sıkça tekrar eden ‘günah’ kavramı, Rus yönetmen Pavel Lungin’in kamerasında çeşitli hikâyelere sahip pek çok dinsel ögeye göndermeyle birlikte metaforlar hâlinde verilmiştir. Sakin kurgusuna ve hareketli denebilecek neredeyse hiçbir sahne bulundurmamasına karşın filmin akışını sağlayan ve gerilime yakın bir merak oluşturarak izleyiciyi filme çeken de bu metafor örgüsüdür.
Rus sinemasının en belirgin özelliklerinden biri olarak renk kullanımı, Ostrov’da da göze çarpan ilk unsurdur. Buğulu gri bir atmosfer, başından sonunda kadar yalnızca gökyüzünün ve ufkun örtüsü değil, aynı zamanda Peder Anatoly’nin bakışları, yüzü, varlığıdır. Bu atmosfer her sahneyi kaplar; özellikle ada ve manastırın aynı kareye sığdırıldığı sahneler, fotografik bir açıdan bakıldığında gri bulutlarla âdeta kapatılmış, çerçevelenmiş olan gökyüzünün, sahnelenen karenin tamamına yakınını kapladığı görülür. Sahnenin tabanında küçücük bir yer edinen kara parçası, gökyüzünün enginliği karşısında neredeyse ufalır ve bir acizlik hissi ile ezilir. Teknik olarak renksizlik yalnızca görsel ögelerle sınırlı kalmaz; hiçbir ses renginin olmadığı genel bir sükûnet hâli de filmin atmosferine katılır. Böylece, ortaya kocaman bir boşluk ve kocaman sessizlik içinde var olmaya çalışan bir adanın hikâyesi çıkar. Peki, bu yüce gri atmosferin tabanında noktacık gibi kalan toprak parçası neye işaret eder? Galiba yıllar önce işlediği günahı affetmesi için Tanrı’ya gece gündüz dua eden Peder Anatoly’nin bakışlarını takip etmek yeterli olacaktır. Kapalı bulutlarla kaplanmış olan gökyüzü, otuz yıl boyunca bu bakışların yegâne sığınağı olur. Gökyüzü, Anatoly’nin “Tanrı”sı, bunun da ötesinde yalnızca kendine itiraf ettiği ‘vicdanı’dır. Bu yüzden devasadır, mistiktir, buğuludur; ve ürpertici bir heybetle hükmedercesine doldurur sahneyi. Umudun beyaz rengini taşıyan ise altta kalan topraktır, yani insanın biricik mayası olan öz. Anatoly’nin küçük kulübesinde yanan ışık, hem ortamın tek canlı rengi hem de pişmanlıkla yanan bir vicdanın ateşi olur.
Vicdan azabı Anatoly’i kor gibi yakadursun, günün birinde kızını tedavi ettirme umuduyla adaya gelen eski bir denizci, kaderin ellerinde Peder’in yaşam mücadelesine nihayeti getiren gerçekleri taşımaktadır. Bu denizciden öğrendikleri karşısında Anatoly’nin vicdanı, yıllar yılı ettiği af dualarının karşılığını bulur. Bir nefes daha fazla alabilmek için bir başkasının nefesine göz kırpmadan son verebilen insan, er ya da geç kaderin merhameti altında bir minnet borcuna girecektir. Anatoly’nin kaderi de ona belli ki otuz yıllık bir hesap biçmiş, vicdanın azap süresi sona erince de Anatoly’e affedildiği müjdesini bilfiil duyma lütfunu getirmiştir. Nefes alma hakkını kendinde daha çok görerek arkadaşını vururken kendine bir yaşam bağışladığını sanan Anatoly, aslında Kabil’in düştüğü hatayı tekrarlar. Bu nedenle kazanan hiçbir zaman kendisi olmamış, bir ömür boyu ancak heybetli gökyüzünün hükümdarlığı altında günahın izini taşıyan bir “kara” parçası olarak kalmıştır. Tıpkı Hemingway’in hırçın bir denizin ortasında teknesiyle baş başa kalan yaşlı balıkçısı gibi kader, Anatoly’i yenmiştir. Bağışlandığını duymasının üzerine kendi arzusuyla yaptırdığı tabutunun içine usulca ve gönül rahatlığıyla yatar, nefeslerini tüketir. Günahın kefareti artık ödenmiştir. İşte bu, başta da değindiğimiz gibi filmin görsel olarak verdiği devasa gri atmosfer ve toprak parçası mukayesesinin, kurguda karşılığını bulduğu noktadır.
Adıyla da metafor örgüsünü sürdüren Ostrov, yani Ada, bu anlamda Hristiyan – Ortodoks inanışlarının baştan sona can bulduğu bir yer hâline gelir. En temelde bu kara parçası, etrafı sularla çevrili, ıssız ve inziva içinde bir oluşumdur. Bu nitelikleriyle denizci Anatoly’nin saygıdeğer bir azize dönüşerek adeta başka bir kimlikle yeniden dünyaya gelmesi, anne rahminde bir bebeğin oluşmasından farksızdır. Burada Anatoly’nin etrafı yalnızca adanın coğrafi yapısından ötürü sularla çevrili değildir; aynı zamanda vicdanının mütemadiyen süren sorgulamasıyla sanki bir rahim duvarı içine hapsedilmiştir. Adeta yeniden doğar, her gece yaktığı ateşte vaftiz olur, adada öğrendiği gerçekle olgunlaşır ve cenazesi bu toprak üzerinden kalkar. Ölümünün ardından kasabada bulunan manastır rahipleri, bir törenle Peder Anatoly’nin başına büyük bir çarmıh getirerek İsa’nın yükselişini yeniden canlandırırlar. Böylece Anatoly’nin kaderine önce Kabil’in, sonra İsa’nın kaderi eklenir ve bu kaderde Hristiyan inancının ögeleri ilk hikâyeden başlayıp sonuna dek anlatılır.
Filmin bel kemiğini oluşturan, bir yandan da tüm insanlığa seslenen çarpıcı cümle, tam orta noktada Anatoly’nin, manastır rahiplerine itirafıyla gelir: “Kabil’in Habil’i neden öldürdüğünü unuttum!” Buraya kadar Hristiyanlığın sesini temsil eden Anatoly, bu itirafıyla birlikte insan olan herkesi inancının içine alır. Çünkü tarihinin başlangıcından yüzlerce yıl sonra insanın geldiği nokta budur.
Anatoly, arkadaşı Tikhon’u neden vurmuştur? Nazi katliamına neden izin verilmiştir?
Dünyayı toplu savaşlara sürükleyen sebep nedir?
Kabil, Habil’i neden öldürmüştür?
Anatoly hepimiz adına itiraf eder, insanlığı unuttuğumuzu. Herkesin, ellerini birbirinin boğazına kenetlediği bir çağda gözümüzü kör eden şiddet eylemine öyle kaptırmışızdır ki kendimizi, kavgamızın nedeni bizden önce çoktan toprağa karışmıştır. Ve biz, hâlâ bir nefes daha fazla alabilmek adına Kabil’in yolunu izleriz. Maalesef yitirdiğimiz değerlerimizin ardından sızlayacak bir vicdan bile bırakmadan…
Bu düşünce ve sorgulamalarla bir taraftan da her bir izleyiciyi kendi adasına, kendi günahlarıyla tek başına yüzleşmeye çağırıyor Ostrov. 2006 ila 2007 yılları arasında en iyi yönetmen, aktör, senaryo ve oyuncu olmak üzere sekizden fazla ödülü de kuşkusuz hak ediyor. Ayrıca filmin yönetmeni Pavel Lungin’den, Peder Anatoly’i canlandıran Rus oyuncu Pyotr Mamonov’un, aslında çoğu yerde rol yapmaksızın bizzat kendi kişiliğini sergilediğini öğreniyoruz. Galiba bu nedenle bizler de tuhaf hayat anlayışı için Anatoly’i yargılayamıyor, film boyunca ona içten bir sempati duyuyoruz.
Unutmamalı ki biz de günü geldiğinde hayat boyu mücadele ettiğimiz denizde Yaşlı Balıkçı gibi yenileceğiz. Peder Anatoly gibi bir tabuta uzanıp kendi adamıza gömüleceğiz. Peki, çok geç olmadan vicdanımızın bizi affettiğini duyabilecek miyiz?
Şimdi bakışlarımızı yukarı kaldırma vakti.
Film 1. dünya savaşı sırasında değil 2. dünya savaşı sırasın da, geçiyor yazıya başlarken 1. dünya savaşında demişsiniz.. ama genel itibari ile bakış açınız kıymetli tebrik ederim.