Önümüzde bir kürek, bir kova ve kocaman bir sahil. Neresinden istersek başlayabiliriz, her karışı öylesine bizim. Ama biz kıyıları severiz. Bu yüzden hemen suyun kumla buluştuğu yere koşuyoruz. Suda bizi çeken bir şeyler var. Kader belki.
Her şeyden önce hayal kurmak, tasarlamak var. Kalemizin büyüklüğü, şekli nasıl olsun? Etrafını hangi renk taşlarla bezeyelim? Küçük bir de bahçesi olsun mu arkasında? Olsun tabii, yosun ve sahil çiçeklerinden.
Hayal tamam olunca sahili yavaş yavaş bir küreğimize, bir kovamıza dolduruyoruz. Sabahın ilk ışıklarından son akşam yakamozlarına dek bütün emeğimizi, özenimizi ortaya koyuyoruz. Ve günün sonunda hayallerimizden, çabamızdan, düşüncelerimizden mürekkep muhteşem bir kaleye dönüşüyor kum taneleri.
Tam karşısına geçip eserimizi gurur ve mutlulukla izliyoruz. Bizden dünyaya kalan bir iz, bir işaret; varlığımıza dair bir kanıt. Ta ki yaramaz bir dalgacık uzanıp hepsini içine katana dek…
Hayır, bu bir kumdan kale oyunu değil. “Hayat” dediğimiz, işte bu noktada başlıyor. Bize tanınan süre içinde yaptığımız her şey, ansızın bir dalganın altında yerle bir oluyor. Dokunamıyoruz, müdahale edemiyoruz. Kader diyoruz. Ve ömrümüz, kimliğimiz, kararlarımız, yani bize ait ne varsa kaderin bıçağıyla ikiye bölünüveriyor: bundan öncesi ve bundan sonrası; yahut beyazperdedeki adıyla, Me Before You (2016).
Her nasıl ki Jojo Moyes’in satırları, film kareleri gibi sayfalarca akıp gidiyor; aynı adlı eserden beyazperdeye aktarılan Me Before You da tıpkı bir solukta okunan kitap gibi izleyiciyi iki saatliğine tüm dünyadan koparıp kendi içine çekiyor. Bu anlamda İngiliz yönetmen Thea Sharrock’un, eserin aslına sadık kalma konusunda son derece titiz çalışmış olduğunu ve oldukça başarılı bir yapım ortaya çıkardığını söylemek gerekir. Dolayısıyla kitap uyarlaması filmler konusunda tereddüt yaşayanlar için şüphesiz Me Before You, kitabın tadı kadar filmin de bambaşka bir tatla damakta kalacağı nadir yapımlar arasında.
Ansızın geçirdiği bir trafik kazası sonucunda vücudunun büyük kısmı kalıcı şekilde felç olan Will (Sam Claflin) ile ailesine bakabilmek için bir iş arayan neşeli, hayat dolu Lou’nun (Emilia Clarke) kesişen kaderlerini anlatıyor film. Başlangıç itibariyle hemen 2011 yılında yönetmenliğini Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun yaptığı Intouchables geliyor akıllara. Nitekim Will’in bakımını üstlenen Lou’nun zamanla “can dostu” ve ötesine dönüşen arkadaşlıklarını anlatan süreçte, Philippe ile Driss’in dostluklarını konu alan Intouchables ile ortak yahut benzer olan pek çok sahneye rastlamak mümkün. Yine de romantik yönü ağır basan film, bu özelliğiyle sanki bir peri masalının gerçeklik duvarıyla karşılaşmasını canlandırarak benzerlerinden ayrılıyor.
Bir ‘sonra’nın olabilmesi için ‘önce’sinin de muhakkak bulunması gerekir. Bu iki zaman arasındaki geçiş noktası, aynı zamanda o âna dek düz ilerleyen bir yolun çatallara ayrıldığı karar noktasıdır. Will için de durum böyledir; kazanın olduğu gün önünde artık iki seçenek vardır: yaşamak ya da pes etmek. Ama buradaki yaşamak, nefes almaktan daha fazlası; pes etmek de aslında ölmekten daha büyük bir yenilgidir. Çünkü Will’in kumdan kalesi tek seferde yerle bir olmuş, yeni bir kale yapması için dalgalar onu bomboş bir sahile taşımıştır. Yaşamak, Will için başına gelen her şeye rağmen içinde bulunduğu yeni koşullara göre bir kale inşa etmek, ona umutla sımsıkı tutunmaktır. Pes etmekse bu yeni koşulların olumsuz tarafından başka her şeye kör olup hayatı reddetmektir. Yani ‘önce’ki zamandan çıkamamak, dolayısıyla şafaktaki ‘sonra’yı henüz doğmadan gece karanlığına gömmektir. Film, bu bağlamda Will’in verdiği kararlar, hayatın ona getirdiği farklı bakış açıları ve yaşamak ile pes etmek arasındaki savaşı üzerinden ilerliyor. Az çok tahmin edebildiğimiz final, filmin son dakikalarına kadar kendini saklasa da film boyunca Will’in Lou’ya pek çok kez “Bu hayat benim değil” deyişi, aslında çoktandır hangi yolu seçmiş olduğunu da bize fısıldıyor. Yine de her aşk, insan hayatında mevcut koşulların tamamen değişip sevilen kişiden ‘önce’ ve ‘sonra’sının oluştuğu bir afettir. Bu yüzden yeni olanın ve değişmenin umudunu taşır. Filmde izleyiciyi kurguya bağlayan da bu umut oluyor. Lou’nun, farkına varmadan gittikçe âşık olduğu Will’i hayata bağlamak için başvurduğu her yeni girişimle birlikte biz de yaşamın değişik yönlerinin farkına varıyor, ertesi gün bir nefes daha almak için kendi payımıza güzel sebepler biriktiriyoruz. Ancak ayakta kalabilmesi için umudun da beslenmesi, ufak da olsa bir karşılık bulması gerekir. Bu nedenle gözlerimiz daima Will’in üzerinde; yüzünde bir parça gülümseme görebilmek, “Bugün kendimi iyi hissediyorum” deyişini duyabilmek için dikkat kesiliyoruz. Nitekim tüm aksiliklere rağmen Lou’nun ısrarlı çabaları sayesinde Will’in çevreye karşı tutumu da günbegün değişiyor, yahut hiç değilse izleyicinin beklentilerini haklı çıkarır yönde bir izlenim veriyor. Hikâyenin kalbinde yatan esas soru da burada geliyor: İnsan, sahiplenemediği bir hayatın içinde ne kadar yer alabilir?
Yaşamak ne kadar fedakârlıksa her gün bizler için yeniden, üstelik hiçbir zaman bıkmadan usanmadan doğan güneşe rağmen pes etmek de o kadar bencilliktir. Peki, aşkta bencilliğe yer olabilir mi? Filmin, aşkın buruk tadını taşıyan son sahnesiyle birlikte bencillik ve fedakârlık, zihnimde iki ayrı kefeye düşüyor. Bir dalga geliyor, o güne dek yaptığım bütün kumdan kaleleri yerle bir ediyor. Ve bu kez ben soruyorum kendime: Şimdi geriye kalan bu hayatı yeniden sahiplenebilecek miyim?
Evet, ben defalarca yıkılacak olsa da yaşama umudumun bayrağı olan kaleyi yılmadan baştan ve yeni baştan yapmak için uzanan elim.
Ve aynı zamanda tüm dalgaların karşısında gövdemi kaya gibi dimdik siper edecek olan kalenin kendisiyim.
Dahası, ben bir kaleyi örüp ayakta tutacak olan kum tanesiyim. Ama dalgaların arasında eriyip yok olanlardan değil; kaleyi müdafaa etmek için hayata var gücüyle tutunan cesur bir kum tanesi…