“20. yüzyıl Avrupa tarihi Saraybosna’da başladı ve burada bitti.” Death in Sarajevo (2016) filminde geçen bu cümleyle Danis Tanovic, 1914 yılında Avusturya – Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın, genç Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından öldürülmesiyle başlayan I. Dünya Savaşı’nda ve 1995 yılında Srebrenitska’da yaşanan soykırım karşısında Batı’nın ikiyüzlülüğünü, çürümüşlüğünü, çirkinliğini izleyicinin yüzüne çarpar. 20. yüzyıl bir suikastla başlamış, soykırımla bitmiş ve Batı, bunu sadece izlemiştir.
Hotel Europa, zor günler geçirmektedir. Çalışanlar 2 aydır maaşlarını alamadıkları için greve gitme hazırlığındadır. Otelin ayakta kalması için tek çıkış yolu vardır: 28 Haziran 1914 yılında yaşanan suikastın 100. yılında gelecek Batılı bürokratların, oteli doldurması. Otelin çatı katına çekim yapmak için yerleşen bir televizyon ekibi, I. Dünya Savaşı’nın nedeni olarak görülen Saraybosna Suikastı’nı konuşmaktadır. Terasta yapılan konuşmalar, beyazperdeden gözümüze yansırken, bir film değil de sanki bir haber ya da belgesel izliyormuş hissine kapılırız. Yönetmen Tanovic, seyirciyi terasta yapılan özel programın izleyicisine dönüştürür. Bu şekilde kendisini ve Batı’yı sorgulamasını sağlar. Kapitalist güçlerin çizdiği çerçevenin dışında bir hayat mümkün müdür? Bu çerçeveyi çizen mi, bu çerçevenin içine hapsolmuş toplum mu suçludur? Bu sorularla boğuşurken, kapitalist sistemin katmanlarını andıran otel katlarının en alt katında, yani işçi sınıfında, grev hazırlıkları tüm hızıyla devam etmektedir.
Müdür, çalışanlarına 2 gün sonra Batılı bürokratların geleceğini ve ödeme aldıktan sonra maaşlarını ödeyeceğini söylese de işçiler, bu söyleme inanmamakta ve 2 gün sonra gelecek bürokratlar sayesinde tüm gözlerin otelde olacağını, böyle bir günde grev yaparak haklarını alacaklarını söylemektedirler. Tanovic, Bosnalıların yaşamlarını otele uyarlayarak yaptığı mükemmel alegoriyi gizlemez, açıktan açığa seyirciye yansıtır. Bu yansıma benliğimize şunu fısıldar: Eğer kaderini kendin çizmeyip bir başkasının çizmesini beklersen, her daim kaybedersin. Çatı katında televizyoncuların konuklarından biri de 3. nesil Gavrilo Princip’tir. Princip, 1914’te suikastı gerçekleştirdiğinde ayak numarası daha 36’dır. Bir çocuk nasıl olur da katil ya da kahraman olabilir? Onu bu noktaya getiren nedir? Bu sorulara cevap vermek isteyen 3. nesil Gavrilo Princip, Ferdinand’ın işgal için geldiğini ve Princip’in de bölge halkının özgürlüğü için suikastı gerçekleştirdiğini söyler. Bu savunma ya da haykırış, öfkeyle yolunu kaybeden şoför gibi yanlış yollara savrulur. Özgürlük savaşçısı olarak gördüğü bir “çocukla” Srebrenitska’da yapılan soykırımı bir tutar, savunmaya başlar.
Tanovic, “Bosna’da hikâyelerin hep iki tarafı vardır ve bu Bosna’nın kaderidir.” dediği yargıyı, bu iki Bosnalının tartışmasıyla pekiştirir. Tartışma şöyle son bulur; Balkanlarda yaşayanlar birlik olmadıkça Batılıların güdümünde kalmaları kaçınılmazdır. Tanovic, kapital güçten kurtulmanın, onları çizdiği çizgilerin dışında yaşamanın tek şartını ortaya koyar: Birlikte yaşamayı becerebilmek.
Bu yargı sadece bir ülkeye, millete, topluma özgü değildir. Bu çıkarım, tüm toplumlar için geçerlidir. Özellikle yaşadığımız coğrafyanın barut kokan toprakları buna en iyi örnektir. Ebemkuşağı gibi rengârenk olan ülkemizde, renkleri griye boyamaya çalıştıkça diğer renkler griyi kusuyor. Farklı renkler grinin altından da olsa kendi renginin parlaklığını göstermeye çalışıyor. Ancak karşımıza alacalı bulacalı renklerin çizdiği silah resmi dışında bir şey çıkmıyor. Oysa Tanovic’in çıkarımındaki gibi birlikte yaşamayı becerebilsek, birbirimizi anlasak ve saygı duysak, renkler birleşip bize özgürlüğün resmini çizecek.
Tanovic, kamerasını terastan alıp Saraybosna Suikastı’nın 100. yılında konuşma yapmak için gelmiş Fransız bürokratın oteldeki odasına götürür. Bürokrat, yapacağı konuşmaya hazırlanmaktadır. Hazırlık aşamasına başından sonuna kadar şahit oluruz ve görürüz ki Fransız bürokrat, yüz yıl önce suikastı gerçekleştiren gencin adını bile bilmiyor ve Batı’nın acıları paylaştığına, soykırımlardan ders aldığına Dünya’yı inandırabilmek adına sürekli süslü cümleler arıyordur. Yönetmen, Batı’nın, işin sadece şov kısmında olduğunu, olayların acı ve yardım kısmıyla zerre ilgilenmediğini, Fransız bürokrat üzerinden gösterir. Benim için en çarpıcı sahne ise Fransız’ın ilk iş olarak, suikastın olduğu yeri gören pencerenin perdesini kapatmasıdır. Bu kapanış, Batı’nın gözleri gibidir. Batı, balkanlarda yaşanan olaylara, soykırımlara hızla gözlerini kapatmıştır. Yahudi Soykırımı’ndan sonra “Ders aldık.” Söylemlerinin, ne denli boş ve hayalî olduğunu daha dün, 95 yılında yaşanan Srebrenitska Soykırımı’na vurgu yaparak hatırlatır Tanovic. Eğer bu “İleri, çağdaş ve barış yanlısı” devletler soykırımların olduğu zamanlarda perdelerini kapatacaksa, başka zaman perdeyi yırtarak açsa ne önemi vardır? Hiç!
Tanovic, her bir karede yumruklarını ağır sıklet boksörü gibi, daha güçlü bir şekilde Batı’ya indirir.
1914’te atası Princip gibi, özgürlüklerine tekrar kavuşabilmek adına birisinin öldürülmesi gerektiğini düşünen 3. nesil Gavrilo Princip’le çözüm arayan Danis Tanovic, kimin öldürülmesi gerektiğini sorgular. Franz Ferdinand ya da işgalciler artık kişilerden oluşmuyordur. Bankalar, bürokratlar, sistem çarklarının dönmesini sağlayan herkes, birer işgalcidir. Ancak bir yandan çarklar bu kişilerden tamamen bağımsız da çalışıyordur.
Tanovic, tam bu anda kendi çözümünü ortaya koyar. İşgalci, emperyalist güçlere yapılacak en iyi suikast, birlikte yaşamak ve birbirini anlamaktır.